“İlk düğmeyi yanlış iliklerseniz, hep yanlış olur”, derler.
Orta Doğu’da ve Suriye’de ilk düğmeyi yanlış ilikleyenler de yaşananları tam anlamadılar, bu nedenle sonrasını doğru öngöremediler ve yapılması gerekenleri yapamadılar.
2009 yılında, Avrupa’yı Rusya’nın gazına ve petrolüne bağımlılıktan kurtaracak ve Rusya’yı zayıflatacak 'Katar-Türkiye boru hattı projesi'ne izin vermemesi, üstüne üstlük, İran’dan Akdeniz’e uzanacak bir hat için İran ile anlaşması üzerine ipi çekildi Suriye'nin.
Tabii ki tek neden bu değildi.
İsrail ile hala savaş halinde olan tek Arap ülkesiydi Suriye. Filistin’de ve Lübnan’da İsrail’e direnen güçlere destek veriyor, Batı’nın küresel sisteme dahil olması tekliflerini reddediyordu…
Sanıldığının aksine hiçbir zaman SSCB’nin ve sonrasında Rusya Federasyonu’nun veya başka bir ülkenin sömürgesi veya uydusu olmadı. “Bağlantısızlar Hareketi”nin kurucu üyesiydi, Batı’ya 1 dolar bile borcu yoktu, kendi yağıyla kavruluyordu.
Başkenti Şam değil, “Damaskus’ (Dimaşk)tı; Şam, Ürdün’ü, Lübnan’ı, Filistin’i ve hatta Irak’ın bir kısmını da içine alan coğrafyanın adı idi.
Ve hiç “iç savaş” yaşamadı! Batı’nın o uğursuz ‘Büyük Orta Doğu Projesi’ (BOP) başlayıncaya kadar…
Türkiye’nin veya bir liderinin de eş başkanı olduğu BOP, bir küresel hakimiyet ve bölgeyi yeniden design etme planıydı. Önce bir “devletsiz” coğrafya yaratılacak, sonra siyasi haritası değişecekti. Hedef, Batı’nın Truva atı İsrail’in güvenliğini garanti altına almak, doğal gaz ve petrol yatakları ile ticaret yollarını ele geçirmekti.
Suriye, yakın tarihte yeniden kurulduğundan beri diktatörlükle yönetildi. Ama bu da “dış güçler”in eseriydi.
Sovyetler Birliği, “sosyalist olmayan yol” teorisine göre sosyalizme (kitabi olarak) hazır olmayan ülkelerde, bu ülkeleri emperyalizmin sömürgeleri olmaktan kurtarmak! için, küçük burjuva unsurlarla darbeler örgütlüyor veya böyle darbelere destek veriyordu.
Afganistan, Irak, Libya, Suriye… bu teori!nin kurbanları oldular. Çünkü bu küçük burjuva unsurların yeterli halk desteği yoktu.
Mesela Afganistan’da toprak reformu yapılmak istendiğinde köylüler “ağamızın toprağını bize veremezsiniz” diyerek ayaklanmışlardı.
Suriye’de “kirli iç savaş” 2010 yılında başladı.
Batı bize hikayeyi, Dera’da duvarlara “doktor sıra sana geldi” yazılamaları yapan çocukların gözaltına alınmaları ve işkence görmeleri üzerine başlayan ayaklanma diye anlatır.
Ama öyle değil.
Öncesinde, Esad’ın direneceği öngörüsüyle, yıllara yayılan bir hazırlık yapılmış; sınırlarda mayınlar temizlenmiş, kamplar kurulmuş ve ülkeye koca bir orduyu donatacak kadar silah sokulmuştu.
Banyas ve Cisr eş Şuğur’da yüzlerce alevi yüzleri maskeli ve arapça konuşmayan güçler tarafından öldürülüp ülkenin farklı bölgelerinde güvenlik güçlerine ve karakollara saldırılınca savaş başladı.
Suriye’nin, Batı tarafından örgütlenen veya desteklenen bu savaşı kazanma şansı yoktu. Diktatör Esad, BAAS veya alevi azınlık tarafından baskı ve terör ile yönetildiği için değil, hiç bir ülkenin buna gücü yetmeyeceği için.
Ki, Suriye’yi aleviler veya tek başına BAAS yönetmiyordu. İktidarda 8 tane Partinin koalisyonu olan “İlerici Cephe” vardı. Alevi-sunni ayrımı yoktu, laikti. Ordunun ve bürokrasinin çoğu sunniydi.
1982 yılında Hama ve Humus’ta binlerce insanı öldürenler alevi askerler veya komutanlar değildi, hatta o ayaklanmayı bastıran komutanlardan biri Velid Abaza’ydı.
Suriye’de büyük çıkarları olan, önce İran, sonra Rusya Federasyonu müdahale etti savaşa. Cihatçılar geriletildi, silahlar sustu. Ama bu askeri kazanım, siyasi değişim ve dönüşümle taçlandırılamadı. Suriye’de Batı’nın savaşı kazanamamasına neden olan İran ve Rusya Federasyonu baskı altına alındı. Ukrayna’da bir savaş başlatıldı… Suriye yaptırımlar altında ezildi.
Herşeye rağmen, Suriye İdlib’i de temizlemek için bir operasyon hazırlığına başlamıştı. Ama birden Gazze’de “bir şey” oldu: Filistinli örgütler, Hamas önderliğinde İsrail’e saldırdılar.
Bazılarının “Şanlı Filistin Direnişi” olarak selamladığı bu saldırıya hep şüphe ile baktım. Çünkü, yanlış bir zamanda ve yanlış bir yöntemle örgütlenmişti.
İsrail’de demokratik muhalefet, barış ve “iki devletli çözüm” çağrıları ile sokaklara çıkmıştı, Netanyahu hükümeti çok zor durumdaydı.
Bu demokratik muhalefetin içinde veya yanında olmak yerine, İsrail halkını hükümetin daha sonra her yaptığını meşrulaştıracak bir yöntemle, barış isteyen gençlerin müzik festivaline bile saldırılmış, yüzlerce “masum” insan öldürülmüş veya kaçırılmıştı.
Filistinli liderler buna, “ufak tefek yanlışlar” diye açıklama getirdiler! Netanyahu ise “Allahın bir lütfu veya İsrail’in 11 Eylül’ü” dedi.
Gerçekten de “Gazze saldırısı”, İsrail’in 11 Eylül’üydü. Çünkü böyle bir saldırıyı aklı başında hiçbir Filistinli örgütlemezdi. Zamanlaması, yöntemi, hemen hiç bir şey “teori”ye uymuyordu.
Resmi versiyona göre, Filistinli örgütler 2 yıl boyunca hazırlık-eğitim yapmış, Filistin’e silah yığmış, ama İsrail’in bundan haberi olmamış. Mısır istihbaratı İsrail’i uyarmış, ama uyarı bürokraside bir yerlerde sümen altı edilmiş! İsrail sınır güvenlik güçleri raporlar yazmış, ama bu raporlar “abartıyorlar” denilerek işleme konulmamış! Ve İsrailli pilotlar, “yanlışlıkla” İsrail vatandaşlarına ateş açmışlar! Bla bla bla!..
Bunların hepsi yalan.
Doğrusu, İsrail’in bu saldırıdan haberi vardı, hatta belki de kendisi örgütledi. Ben daha çok ikincisine inanıyorum. Çünkü İsrail, varlığını ve işgallerini hep ( kendi yarattığı ) “düşmanlara” borçludur.
İran-Irak savaşında da İran’ı desteklemişti. “İsrail’i yok edeceğiz” diyen bir düşmana ihtiyacı vardı. Sonra Hamas’ı destekledi, hatta kendisi örgütledi. Çünkü Hamas sayesinde Filistin halkı bölündü, iki devletli çözüm çöpe atıldı. “Nehirden Denize Filistin” sloganı Filistin halkını zehirledi, İsrail vatandaşlarına korku saldı.
Batı’nın ve İsrail’in İran'ı ve Suriye'yi hedef tahtasına oturtmak ve Ortadoğu’yu yeniden design etmek için bir “11 Eylül”e ihtiyaçları vardı. Gazze, Batının yeni bir “11 Eylül”ü oldu.
Yakın tarihin ilk yanlış iliklenen düğmesi işte bu Gazze saldırısıydı.
Bu saldırı sayesinde Batı (ve İsrail) Orta Doğu’yu yeniden design ediyor. Batı’nın küresel ( tek ) bir güç olarak konumu sağlamlaşıyor, Batı’ya alternatif güçlerin elleri ayakları kırılıyor ve başta Rusya Federasyonu ve Çin olmak üzere çok kutuplu dünya düzeni hayali kuranlara darbeler vurulurken Orta Doğu halkları köleleştiriliyor.
Ama ekonomik nedenleri de var bu komplonun. İlki “Katar-Türkiye Boru Hattı”. Sonra, İsrail’in Süveyş kanalına alternatif “Ben Gurion Kanalı”, Çin’in yeni İpek Yolu (Bir Kuşak Bir Yol) ve “Doğu Akdeniz”.
Sanki Suriye’nin yalnızca Doğusunda petrol ve doğalgaz varmış gibi anlatılıyor. Halbuki Humus’ta, Golan’da ve Suriye’nin Akdenizinde dünyanın en zengin petrol ve doğalgaz yataklarından biri var.
Ben Gurion kanalı sayesinde İsrail, yıllık milyarlarca dolar gelir ve dünya ticaretinde stratejik bir konum elde edecek.
Hindistan'ı Körfez ülkeleri üzerinden Avrupa'ya bağlayacak koridor (İMEC) İsrail’den Akdeniz’e açılacak.
İsrail’in saldırdığı veya “temizlediği” Kuzey Gazze ile Güney Lübnan kıyılarında keşfedilen doğal gaz yatakları da çerezi…
Yani Batı ve İsrail büyük oynuyor ve Gazze onlara bu fırsatı verdi.
Çoğunluk, süreci böyle okumadı, Filistin direniyor sandı. Halbuki gerçek, satır aralarında ve ayrıntılarda gizliydi.
Mesela “Gazze Direnişi”nin lideri veya beyni Yahya Sinvar. İsrail tarafından tutuklanmıştı. 20 yıl hapis yattı. Sonra 1 İsrail askerine karşılık serbest bırakılan 1000 Filistinliden biri oldu.
İki devletli çözüm isteyen ılımlı Barguti’ye bile izin verilmedi, ama Sinvar serbest bırakıldı.
20 yıl hapis yatmış, İsrail, onun yaşamının her saniyesini kaydetmiş, ama gerçek kişiliğini ve yeteneklerini fark etmemiş! Mümkün mü?
Ve Sinvar’ın “ölümüne direnmesi”! Ölmeden önce elindeki demir çubuğu drona fırlatması...
Neredeyse savaşla ilgili paylaşılan her fotoğrafı ve haberi kontrol eden İsrail’in, bu görüntüleri yayınlaması, hatta gözümüze sokması, Filistin halkına ve dostlarına “direnin” mesajı vermesi… normal mi?
İsrail'in bu görüntüleri yayınlamasını “direnin, bizim Filistinlilere değil, Filistin’e ihtiyacımız var” diye okumak daha doğru olmaz mı?
İlk iki yazımda, hatta 2015’ten beri 3. dünya savaşı yaklaşıyor-yaşanıyor diyorum. Bu, Batı’nın tek kutuplu dünya düzeni ile çok kutuplu dünya kurmak isteyen, küresel güç olma iddiasındaki ülkeler arasında bir savaş. Ama cephe değil, vekalet güçler eliyle yürütülen, yerel-bölgesel savaşlar.
Rusya Federasyonu, küresel bir güç olmaya çalışan veya böyle bir güç olduğunun Batı tarafından kabul edilmesini isteyen ve savaşan taraflardan biri. Batı bunu kabul etmiyor. Hem Obama hem de karanlıklar prensesi Condoleezza Rice, Rusya’ya “bölgesel bir güç” statüsü vermek istediler. Ama bunu da Rusya Federasyonu kabul etmedi, etmiyor. Batıya meydan okuyor.
Ukrayna’nın NATO’ya alınmak istenmesi, artık kendileri de itiraf ediyorlar, Batı’nın bir provokasyonuydu. Rusya bu provokasyona geldi. ( Nükleer silahlarının ) gücünü abarttı. İki yıldır Ukrayna’da büyük kayıplar verdi. Ekonomisi çökmek üzere.
Suriye’deki yenilgiden sonra, geri çekilecektir. Hatta şimdiden "önşartsız görüşmeye hazırız” demeye başladı. Bu geri çekilme, “küresel bir güç olma iddiası”ndan vazgeçmeye ve bölgesel bir güç elbisesi giymeyi kabul etmeye kadar gider mi, bilmiyorum.
Belki de Suriye'de oyunu kuralına göre oynamasının mükafatı olarak Ukrayna'da ( şimdilik ) kazanmasına izin verilecek.
Özetle:
Küresel güçlerin çıkar ve hakimiyet savaşı sürerken başlayan ve başarı şansı veya Filistin halkına getirisi sıfır olan “Gazze Provokasyonu” en çok Batı’nın ve İsrail’in işine yaradı.
Batı, Rusya’ya büyük bir yenilgi yaşattı. Bunun, bütün dünyada ve Avrasya coğrafyasında etkisi olacaktır.
İsrail, Kuzey Gazze’de ve Güney Lübnan’da etkisini arttırdı. Hamas ve Hizbullah’ı kontrol edilebilecek kadar küçülttü. Suriye’yi her gün bombalayarak, askeri gücünü bitirdi.
“Direniş ekseni” dağıldı. Gazze ve Güney Lübnan’a destek ve Batı'nın tehditlerine cevap veremeyen, kendisini kurtarmak için Hamas'ı ve Hizbullah'ı satan İran’ın bütün prestiji ve caydırıcılığı bitti. Artık ya kendisini daha da geri çekecek ya da savaşarak yok olacak.
Suriye, Rusya’nın, İran’ın ve Hizbullah’ın yardımları ile durumu stabilize ettikten sonra, bu askeri kazanımı, BAAS’ın milliyetçi karakteri nedeniyle ekonomik ve siyasi kazanıma dönüştüremedi. Türkiye ve İsrail ile ilişkilerini bozmak istemeyen Rusya, Suriye'nin İdlip’de yuvalanan Cihatçıları tasfiye etmesine izin vermedi.
27 Kasım’da İdlip’ten saldırıya geçen Heyet’ül Tahrir üş Şam (HTŞ), uzun zamandır bugüne hazırlanıyordu. Daha doğrusu Batı, HTŞ’yi uzun zamandır bugüne hazırlıyordu.
Önce, Colani’nin ( Ahmet eş Şara’nın ) başına 10 milyon dolar ödül koydu, ama aynı zamanda rakiplerini ortadan kaldırdı ve bunları dünyaya cihatçılarla veya İŞİD’le mücadele olarak sattı.
Hızla silahlandırdı, eğitti.
Hizbullah ateşkesi imzaladığı gün, HTŞ, Halep’e saldırdı. İsrail zaten özellikle Batı Halebi, Hama ve Humus’u, hatta Lazkiye’yi her gün bombalayarak Suriye’yi askeri olarak çok zayıflatmıştı. İran’ın askeri güçleri ve Hizbullah bu saldırılarda büyük kayıplar verdi çünkü Rusya bu saldırılara karşı hava savunma sistemlerini çalıştırmadı.
Ama bütün bunlar Suriye’de iktidarın bu kadar çabuk düşmesini açıklamıyor. Çünkü HTŞ’nin 10 bin kişilik askeri gücüne karşı Suriye ordusunun 250 bin askeri vardı.
Peki ne oldu?
Putin, iki gün önce 4,5 saatlik “siz sorun Putin cevaplasın” programında bu soruya, “Halep’te 350 HTŞ’li, 30 bin kişilik Suriye ordusunu yendi!” diye cevap verdi.
Yani, Suriye ordusu ve İran’lı milisler direnmedi, savaşmadı. Büyük bir askeri zafer görüntüsü vermek için çırpınan televizyon kanalları ve gazeteciler, bu nedenle bir tek çatışma sahnesi gösteremediler.
Cihatçılar, M5 karayolundan ellerini kollarını sallayarak Şam’a kadar geldiler. Çünkü, Suriye ordusunun bazı üst düzey komutanları ihanet etti. ABD askerleri Bağdat’a girerken havalanan uçaklarla kaçan Irak ordusu generalleri, komutanları ve subayları gibi…
Halep 4 saatte düştü. Direnmek isteyen bazı komutanlar ve bir general sahada öldürüldü. Askerlere “silahlarınızı bırakın” emirleri verildi. İranlı milisler kaçtı. Hama’da da aynısı oldu. Herkes şaşırdı.
Humus’ta direnme kararı alınmıştı. Hizbullah için de önemliydi Humus. 4000 savaşçı gönderdi. Şehir dışında mevzilenilecekti.
Ama burada da, Esad’ın “direnin” emrine rağmen, bu emir saha komutanlarına ulaşmadı. Bunun yerine Halep’teki gibi, “silahlarınızı bırakın” emirleri verildi. Bazı saha komutanları bu emir teyit etmek için Esad’a ve Genelkurmay başkanına ulaşmak istediler, ama ulaşamadılar. Hatlar kilitlenmişti.
Ve onlar da silahlarını bırakıp buharlaştılar…
Fransa merkezli “İnteligence Online”, Esad’a bağlı askeri birliklerin iletişiminin Türk yapımı Sancak ve Ilgar elektronik taarruz sistemleri ile kesildiğini iddia ediyor. Benzer iddialar başka kaynaklarda da var. Suriye’de hükümete danışmanlık yapan öğretim görevlisi Prof. Mehmet Yuva bir televizyon programında benzer şeyler söyledi.
Bu şartlar altında Rusya’nın ve İran’ın asker göndermelerinin ve Esad’ı kurtarmalarının bir anlamı kalmamıştı. Esad’a çekilmesini söylediler. Esad da, iktidarı barışçıl yollarla devretmeyi kabul etti. Başbakan Celali’ye bu görevi verdi, kendisi Moskova’ya uçtu.
Esad bir diktatördü. Ülkeyi demir yumrukla yönetti. Demokratik açılımlar yapmadı. BAAS’ın hedefi, bağımsız üniter bir ulus devletti. Ama Suriye’de etnik ve mezhebi kimlikler hala çok güçlüydü.
Batı, bu kimliklere oynadı.
HTŞ, eski Suriye El Kaidesi’dir. Ahmet Eş Şarra ise, İŞİD’in ve Batı’nın Suriye’deki adamı. Suriye’yi islami esaslara göre yönetmek istiyordu. Buna, Batı'nın ve İsrail'in de bir itirazı yoktu.
HTŞ'den önce El Nusra vardı, ikisi de aynı örgüt aslında. Colani, yani Ahmet eş Şarra tarafından kuruldu ve yönetildi. Colani'nin emriyle binlerce insanın kafası kesildi, kadınlara tecavüz edildi. "Aleviler mezara, Hristiyanlar Lübnan'a" sloganını ilk bu örgüt attı.
Kötülükte sınır tanımayan bu adam, pardon, "sayın Colani", artık takım elbise giyiyor ve değiştiğini söylüyor.
İnsan 10 yılda bir değişirmiş!
Halbuki, El Kaide ile bağlarını 2017 yılında kopardığı söylenen, ama ideolojik olarak hala aynı sofrada oturan HTŞ, El Kaide’den farklı olarak sadece “küresel cihad” iddiasından vazgeçti. Ve bu kopuş, onu Batı için kullanışlı bir aparat haline getirdi.
Korundu, eğitildi, bu günlere hazırlandı.
Batı, bir yere müdahale etmeden önce bir düşman yaratır ve kullanmak istediği toplumsal gruplara hayaller kurdurur. Düşman yenilince insanlar mutluluk sarhoşu olurlar.
Suriye’de Esad şeytanlaştırılmıştı, düştü, herkes mutlu; ama İsrail durmadı: Suriye’nin bütün hava ve deniz gücünü, hava savunma sistemlerini, silah depolarını, bilimsel araştırma merkezlerini yok etti.
Hani düşman ve şeytan Esad’dı?
Esad artık yok. Peki neden İsrail hala Suriye’yi vuruyor? Suriye’nin 70 yıllık birikimini yok ediyor? Çünkü İsrail’in derdi hiçbir zaman tek başına Esad olmadı. İsrail’in derdi, İsrail’e direnen, bağımsız Suriye idi. Şimdi onun bu potansiyelini yok ediyor. HTŞ, sorun değil, diyor.
Artık sadece Esad’sız değil; savunmasız bir Suriye var. Herkes istediğini alabilir. Ama savaşın bittiğini sanmıyorum. Suriye’de köprünün altından daha çok sular akacak.
Bundan sonra ne olacak? Biz ne yapabilirdik veya yapabiliriz?
Suriye'de sular uzun süre durulmayacak. İç ve dış sınırları yeniden çizilecek ve bu süreç büyük ihtimal yine kanlı olacak.
Biz, yani Çerkesler süreci doğru okuyamadık. Yine hazırlıksız yakalandık. Çünkü siyasi öngörü yapabilecek siyasi birikimimiz ve mücadele edecek gücümüz yok.
Bu nedenle hep, her şeye geç kalıyoruz.
Halbuki, “Arap Baharı” başladığında, en geç “Maydan Devrimi”nden sonra, bu günlere hazırlanmalı, bir ulusal vizyon geliştirmeliydik.
Bu konuda çok ısrar ettik, ama kurumlarımızı ikna edemedik, bizim gücümüz ise tek başımıza bunu örgütlemeye yetmedi.
Geçenlerde Hauti, “Suriye Çerkeslerini gruplar halinde Rusya’ya getiremeyiz, bunun için devletler arasında bir anlaşma olmalı” dedi. Sanki şimdiye kadar bu yönde çalışmış gibi. Doğrusu, Hauti de DÇB bileşenleri de bu konuda şimdiye kadar hiçbir şey yapmadılar.
Kayseri Derneği Türkiye’de, belki de sadece Kayseri’de yaşayan Suriyeli Çerkesleri topladı. Sanki sorun onlarmış gibi.
Kaf Fed ise Şam Dernek başkanı ile iletişim kurdu. "Suriye toplumunun ayrılmaz bir parçası olan Çerkesler”in durumu iyiymış!
Hepsi bu!
Cumhuriyetlerimizden veya Kurumlarımızdan hiç bir yetkili Rusya'ya “siz vatandaşlarınızı uçaklarla Suriye’den çıkarıyorsunuz, biz soydaş değil miyiz, bizi neden çıkarmıyorsunuz” diyerek sormuyor bile.
Gerçi Suriye Çerkeslerinde, hatta diasporada da böyle bir talep yok. Herkes yüzünü vatana döndü, ama yaşadığı ülkede kalmak istiyor.
Her şeye rağmen hem içe dönük hem de bürokratik düzeyde vatana dönüş çalışması yapılmasında büyük yarar var. Çünkü bu çalışma, hem biz Çerkeslere hem de Rusya Federasyonu vatandaşlarına ve dünyaya Çerkeslerin vatanının Çerkesya olduğunu hatırlatıyor.
Ancak muhatabımız yaşadıkları ülkelerle "ayrılmaz bağlar" kurmuş olan yöneticiler değil, Çerkes halkı ve gençleri olmalı.
Keza Suriye Çerkesleri herşeyin yeniden inşa edileceği Suriye’de büyük bir fırsat yakaladılar. Seslerini duyurabilirler, HTŞ’den veya Suriye’nin yeni egemen güçlerinden anavatanlarına dönmelerine yardım edilmesini talep edebilir, bunu, kimseye taraf veya karşı olmadan formüle edebilirler.
Ve önyargılarımızdan kurtularak, bugün dünyada Çerkes olarak en çok saygı ve destek gördüğümüz İsrail ile de ilişkiler kurmalıyız. İsrail'de iki köyümüz var. Ama Golan, Kuneytra bizim uzun yıllar yaşadığımız bir coğrafya. Burada toplanmak bizim için iyi olur.
Dünyayı sarsan 12 gün, bizi de sarsar umarım...
12.12.2024