1868-1870 yılları arasında, Namık Kemal ile Ziya Paşa'nın Londra'da çıkardıkları Hürriyet adlı haftalık gazete, Samsun ile Trabzon'a gemilerle getirilen Çerkes Göçmenlerin durumu ile ilgili haber yaptı. Daha sonra Yıldız Suikasti diye bilinen olaya katılan Ali Süavi'de aynı gazetede kısa süre çalışmış. Bu üçlü Paris'te "Muhbir" adlı bir gazete de çıkarmıştı. Önce Ziya Paşa ardından da Namık Kemal, II Abdulhamid ile anlaşarak Türkiye'ye döndüler.
Kullandıkları dil, bu nedenle doğrudan padişahı hedef almadan, bürokrasiye yönelik eleştirileri içeriyor. Örneğin : "Daha ülkelerinden ayrılmadan önce, kendilerinin gönderdikleri temsilciler Bab-ı Ali kapılarında aylarca süründüler. Gerek onlar aracılığıyla; gerek Rusya devleti’nin elçilikleri tarafından resmen bildirilmiş olunan, kaç kafileli kaç nüfus, ne zaman geleceklerine dair resmi yazışmalar, Osmanlı Hükümeti’ne bildirilmişti." denerek, hükümet eleştiriliyor, "bildikleri halde önlem almadılar" deniyor. Memurların yaptığı yolsuzluklar dile getiriliyor. Başka bir yerde, "Hatta ölen göçmenlerin kefenleri ile mezarlarına konacak tahtalardan bile aklın, hayalin almayacağı paralar çalındı. Bu hareketler adi kefen soyuculuğundan daha iğrenç olduğundan, bilinen sözlüklerde bu içeriğe uygun bir ad bulunamaz." denerek soygunun ahlaki boyutu vurgulanıyor.
Yeni kuşakların bir kaç defa okumaları gereken bir yazı. Anılarına saygı ile...
Trabzon, Samsun, Amasya, Sivas çevresindeki Çerkesler gurup gurup taplanarak, ayaklanmışlar, yol kesme, mala el koymaya yeltenmektedirler. Osmanlı Hükümeti’nin, bu gibi eylemlere karşı bu güne kadar uyguladığı önlemler, yerel valiliklere bu sorunların kesinlikle giderilmesini önermekten ibaret olduğundan, adı geçen guruplar, kendilerine karşı konulmadığından daha fazla cesaretlenerek, altı yedi bin kadar Çerkes, yerleşik ahalinin köylerini basarak, mallarını yağma, arazileri yerle bir etmiş, ektiklerini yok etmişlerdir. Yüz otuz kuruş maaşlı çürük çarık beş on zabıtanın, bu gurupların verdikleri zarara engel olamayacağı, bu hareketlerin de yerel idarelerin gözleri önünde gerçekleştiği halde, göz yummaktan başka bir şey yapılmamaktadır.
Bunun üzerine, halk bu belaya gücü yetmediğinden, binlerce hane Rusya Hududu’nu geçerek, yurtlarını terk etmeye başlamış oldukları, Trabzon, Sivas ile Samsun taraflarındaki muhabirlerimiz tarafından gözlenmiştir.
Bütün bunlar, hükümetin izlediği yol gereği, gerçek çözüm diye alınan önlemler, sonuçta ölüm emri etkisi yaptığı bilinmesine karşın, bu göçmenler üzerine Osmanlı Devleti’nin seçmiş olduğu bu kadar hoşgörü ile fedakarlık sonucu ortaya çıkmıştır. Konunun aslına bakılacak olursa, Osmanlı Devleti, gemi kirası, yolluk, maaş, ev, tarla, tohum ile tarım aletleri için şu dar zamanda, ikiyüz bin keseden oluşan para ile mallarını yağma, bölge halkının Moskof toprağına zorunlu olarak iltica edeceği, belki de ilerde bir çok masraf yapılarak, kan dökerek sorunlarının ortadan kaldırılmasına gerek duyulacak bir kaç yüz bin mahdudu, yine o ahalinin malıyla satın aldığı sanılır gerçeği göz önüne alınırsa, vatan topraklarını, İslam dini uğruna feda ile İslam halifeliğinin merkezi olduğu inancıyla, ikinci saltanata iltica etmiş olan bunca alt tabaka sığınmacının, Müslüman Osmanlı Hükümeti’nin aldığı yanlış önlemler sonucu, açlıktan, sefaletten, hastalıklar nedeniyle bir çoğu ölmüş, anasız babasız kalan öksüzler, cariye gibi satılmış, geride kalanlar düzgün yerleşim sağlanamadığından, bu hakaretlere dayanamayıp silaha baş vurdular demektir. Çünkü bu göçmenler birden apansız gelmediler. Daha ülkelerinden ayrılmadan önce, kendilerinin gönderdikleri temsilciler Bab-ı Ali kapılarında aylarca süründüler. Gerek onlar aracılığıyla; gerek Rusya Devleti’nin elçilikleri tarafından resmen bildirilmiş olunan, kaç kafileli kaç nüfus, ne zaman geleceklerine dair resmi yazışmalar, Osmanlı Hükümeti’ne bildirilmişti. Osmanlı Hükümeti, her şeyden önce, Anadolu ile Rumeli taraflarında bazı valilere talimat gönderip, göçmenlerin gündelik, yolluk, gündelik yiyecekleri, yerleştirme önergeleri ile yedirip içirme konularında nasıl davranılacağını bildirdi; hatta yerleşim memurları dahi tayin etti. Ancak, yüksek makbuz yazma dışında İstanbul dışını görmemiş bazı güzel tıraşlı kimselerin, yazmış olduğu belli olan emirler, gerekli oldukları yerlere asla ulaşamadı. Bir çoğu da kuşkusuz yerine getirilmedi. Gerçekleşmesi olanaklı olanlar dahi, ya yerel memurların kötü idare/rüşvet; ya da yetersizlikleri nedeni ile bin türlü çekemezlik ile suistimal ile uygulandı. Hatta taşıma ile yerleştirme için ayrılmış yerlerde, vali, idare memurları, meclis üyelerince tayin edilen memurlar, bu görevi, “çıraklık hizmetine, yoksulluğa tövbe” diyecek şekilde suistimal ettiler. Çaresiz ahali, çiftlerini çubuklarını tarlada bırakıp, öküz arabası, beygirler ile, beş gün, on gün göçmen taşıdılar.
Taşıma ücreti saat başına hesaplanmış, uyulması zorunlu yönerge iken, köylülere makbuz senedi verilmedi. Muhtarlardan alınan tapu alımları, bu haberler üzerine, sattıkça, tutanak tutulup, tüm masraflar hazineden çıkartıldı. Fakat ahalinin eline tek bir küçük miktar bile geçmedi. Ayrılmış olan, tespit edilmiş gündeliklerden gümüş para olarak çıkan noksanlar ile siparişlerin hesabı düzgün tutulmadığından, devlete kalanlardan birikenler, bu hesaba bakan memurlara servet oldu. Hatta ölen göçmenlerin kefenleri ile mezarlarına konacak tahtalardan bile aklın, hayalin almayacağı paralar çalındı. Bu hareketler adi kefen soyuculuğundan daha iğrenç olduğundan, bilinen sözlüklerde bu içeriğe uygun bir ad bulunamaz. Bu işlerden sorumlu olanlar, çıkarlarından başka bir şey düşünmediklerinden, asıl köylülerin yük olarak göçmen taşımaktan canları yandığından, bölük bölük taşırlarken, hastaların sıklıkla dağ başlarında yalnız başlarına inleyerek can verdikleri de oldu. Samsun bölgesini bunlara örnek olarak verelim.
Görenler bilirler ki, Samsun’un doğu sahilleri kumluktur. Denetleme memurlarının önlemleri, Hükümet Konağı ile Karantinahane oradadır. Yarım saat uzaklıkta, ıssız boş mahallerde yapılmıştır. Göçmenler gelmeye başlayınca, gemilerde çektikleri açlık, susuzluk, hastalık nedeniyle, denizde yok olanlardan geride kalanlar, bu sahile geldiklerinde koyun sürüsü gibi, işte bu kumluğa çıkarıldılar. Orada vefat edenler hemen bir metre kadar bir çukur eşilerek, gömüldü. Beliren çürüme ile kokmadan bir çok insan daha telef oldu. Muhacirlerden kimi babasını annesini, kimi kocasını, karısını, evladını kaybederek, can acısından mecnunlar gibi ne yapacaklarını, nereye gideceklerini bilmezken, Hükümet Konağı’nda bir başka görüntü olurdu. Yani orada bir Esir Pazarı kurulup, kimsesiz kalmış öksüz kızlar, oğlanlar, kocasız kadınlar, kah hısım ile akrabaları, kah başkaları tarafından açık artırmaya veriliyor, cariyeler ikiyüz kuruştan üç bin kuruşa kadar satılıyordu.
Bu hal İstanbul’da duyuldu. Hükümetin birinci derecedeki emirleriyle yükümlü hükümet yetkililerinin dairelerine, cariyeler, köleler satın almasından görevli memurlar, esircilere ortak olarak Samsun’a yığıldı. Esirlerin değerleri epeyce yükseldi. Göçmenlerden, sadece Çarşamba kazasına kırk bin kadar gönderildi. Yerleşik halkın nüfusu yirmibeş bin olduğundan, bu kadar göçmenin bu olanaklar karşılığında orada yerleştirilmesi olanaksız olduğu halde, gariptir ki göçmenlerin tamamı buraya yerleştirilmiştir. Bunlar ziraat ile ticarete başlayıp memlekete faydaları dokunduğundan, kaza meclisinde yazdırılan bir dilekçe ile eğer olabilirse, daha fazla göçmenin gönderilmesi istenmiş, bir mazbata ile onaylanarak Samsun’da bulunan Rıza Efendi aracılığla Osmanlı Hükümetine sunulmuştur. Bu hizmetlerde ilerleme kaydedenler, kendi başına idare etmeyi beceren, önceki rütbesi AtaBey olanların rütbesi, bir üst sınıfa yükseltildi.
Bu haldeyken, göçmenler gönderildikleri yerlerde ne hane, ne tarla, ne yiyecek, hiç bir şey bulamayıp, kırlara bağlanmış olduklarından, oralarda bile ölmeye, yaşayabilmek için çaresizlikten hırsızlığa başladılar. Sadece Çarşamba kazası ahalisinin yirmibeş bin kadar öküz, inek, beygirleri kayboldu.
Pazartesi, 19 Ekim 1868 Sayfa 3
Harmanları yağma etmek, hanelere girip eşya çalmak, kış gününde yakacak odun bulamadıkça, meyve ağaçları ile fidan kesmek gibi zarar ziyan bu hesaba dahil değildir.
Her ne ise göçmenler, Rusya’nın teklif ettiği itaatı kabule tenezzül etmeyip /Rusya’ya teslim olmayı reddedip Osmanlı Devleti toprağında din kardeşlerinin memleketlerinde bulacaklarını hayal ettikleri huzur ile güvene bedel bu durumla karşılaşınca, neye uğradıklarını bilemeyerek, artık can cana, baş başa canlarını kurtarmanın çaresini aramaya yöneldiler. Nereye gönderilmek istenilirlerse, ikiyüz üçyüz hane birden, gurup olarak yerleşmek açısından, birlik olup bu zalimlerden yakalarını kurtarma yolunu seçtiler. Ülkede ise o sayıda bir topluluğun, düzgünce yerleştirilmesine uygun boş arazi bulmak zor olduğundan, yerel idarelerden de bu yönde gönüllü bir destek gelmediğinden, göçmenler oralara bakmadılar. Kendiliklerinden dağlarda, ormanlarda yer buldular. Bu yerleşkeler ziyareti olanaksız olduklarından, bu tabii hudutlardan başka bir çare bulamadılar. Yerel hükümet memurları çitsiz pitsiz idare ile yetindiklerinden bu şekil toplu yerleşime razı oldular. Sonra gelecek olan sakıncaları hiç düşünmediler. Böylece yerleşildikten sonra, yevmiye, öküz, tarla ile araç gereç verilmeye başlandı. Bu işlemlerde bile nice fenalıklar yapıldı. Örneğin her kabilede bir “Tamata” yani bey tayin edip, yevmiyeler vesaire onun senedi ile tahsis edildi. Bey ise, alınan parayı kayıt edeceği yerde, eski yerli halka ahaliye faiz ile borç verdi. Göçmenlerin kızlarını, akrabası ile ortak olup satarak, böyle bile ticaret etti. Bunlardan hırsızlık edenler; hatta adam öldürenlere bile, hükümetlerin zayıflığı nedeniyle ceza verilemedi. Buna karşın, yerleşik halk can ile mal varlıklarına rahat verilmemesinden huzursuz olarak bölük bölük Rusya’ya ilticaya başladılar. Müslümanların din, millet, vatan ile devletine sevgisi, Rusya’dan nefreti, onun bir hücumuna karşı, hepsinin canını ortaya koyacak derecede iken, üzerlerine ölümden beter bir takım belalar musallat olmuş ki zorunlu olarak vatanlarını bırakıp Rusya gibi bir düşman ülkesine iltica ediyorlar.
Bu arada bir de İstanbul’da ilticacı masası kurulmuş, her tarafa iskan memurları gönderilmişti. Bu anlamda sözüm ona Osmanlı Hükümeti’nde bir esir pazarı açılması, vekil haremlerine gerekli olan cariyeleri uygun bir fiyat ile ya da hediye etmek şeklinde almak için görevlendirilmiş denetleme memurları görevlendirilmişti. Bunlardan biri, Sivas ile Samsun bölgesinde görevlendirilmiş olan Yaver Efendi’dir ki, görevli olduğu bölgelerde göçmenlerin eksiksiz yerleştirilmeleri yerine İstanbul’a gurup gurup cariyeler gönderdi. Buna ek olarak, göçmenlerden, eski cinayet suçu olan Kart Osman adında kötü ruhlu birini tercüman olarak yanına alıp kazanç aracı etti. Bu Kart Osman, şimdiki Tokat bölgesinde silah tutan göçmenlerin önderidir. Rumeli tarafına bile bu görevle Tuğ General Nusret Paşa gönderildi. Bu kişi, göçmenlerin taşınması ile yerleşimleri için, elindeki yetki belgesi aracılığıyla, mahalli ödeneklerden yirmibir bin akçe teslim aldı. Çünkü kendisi askeri yönetici olduğundan, Çerkeslerin Tuna boyunda Rusya’ya set çekebilecek şekilde yerleştirilmeleri arzu edildiğinden, Paşa sadece bu niyete uygun olarak, göçmenlerin hoşnutsuzluklarını bütünüyle unutarak, her birini, yüz ikiyüz yerleşim noktası olarak, kendi kanısınca, bir kale yapılması gereken yerlere birer Çerkes köyü yapmaya kalktı. Bu çaresiz insanlar, "Biz burada ne yer ne içeriz?“ gibi feryada başladılar. Bu hallere, uzun uzun anlatmaya gerek olmayan bir çok şey daha eklendi. En sonunda Mithad Paşa, orayı terk etti. Aldığı paranın senedi, mührü, maliye bakanlığına kalıp, sonradan hesabı istenince, -çünkü hazinenin işleyiş düzenine göre, paranın harcandığı yerlere ait bir masraf defteri ile bölgelerden alınan senet ile makbuzların birleştirilmesi gerekli olduğundan, bu şekilde anlamak ve kullanmak anlamındaki talimatta bile yer aldığından-kendisinden bu defter ile senet istendi.
Pazartesi 19 Ekim 1868 Hürriyet, 4 Sayfa
Nusret Paşa cevabında, Tuna valisi Midhat Paşa‘nın, kendisini görevden aldığında, evrakını da zorla elinden aldığını, bundan dolayı adı geçen konuya ilişkin de yargılanmasını istediğini bildirdi. Oysa kendisinin memuriyeti sırasında emrinde bulunan memurlar, Nusret Paşa öyle defter, senet tutmaya tenezzül eden kimselerden olmadığından, İstanbul’a giderken bıraktığı evrak arasında öyle şeyler bulunmadığını ifade ettiler. Bunun üzerine maliye dairesinden hükümete, hükümetten Tuna vilayetine yazılıp cevaplar gelince, buna ilişkin bir bavul dolusu evrak, yüce meclis amirliğinde kaldı. Bunların arasında, Nusret Paşa’nın Ruscuk’ta, Varna’da yaptırdığı Kargir (Taş yapı) konak(?) ile ticari yapıların, aldığı çiftliklerin miktarıyla, hiç kimseye bir kuruş vermemiş olduğunun tespit edildiği Tuna vilayetine yazıldı. Nusret Paşa’nın bazı memurlarla ilişkileri bu konuyu daha ileri götürmeye uygun olmadığından, yirmi bin kese kadar hazine malı ortada durmaktadır.
Şimdi Osmanlı Hükümeti buna ne yapsın? İşte elinden geleni yapmış. Göçmenlere tahsisat vermiş, oldukları yere memurlar göndermiş. Onlar görevlerini kötüye kullandılarsa, hükümetin bunda ne suçu var? Diye bir soru akla gelirse, buna cevap olarak denir ki: “Osmanlı Hükümeti memur seçerken taraf, aidiyet, hatır arayacağına insan arasa, böyle bir davranışta bulunan memuru, çevresi hatırına ona ceza kanunu uygulamasa, işte bu fenalıkların hiç biri olmaz. Böylece şimdi devletin başına taze bir bela olan göçmenler sorunu çıkmazdı. Söz, bilinen yaşlı kadının Harun el Reşid’e söylediği sözdür. "Ta Sivas köylerinden birinde bir yoksulun eniğini bir göçmen çalsa o suçun sorumluluğu bütünüyle Osmanlı Hükümetine aittir.“
İSTANBUL’DAN MEKTUP 25 Mayıs, Haziran’da (25 Cemad el ahire)
Bu hafta çok önemli haberler vereceğim. K…. ile altıncı maddesini çok gizli tutuyorlar. Mahkemelerin açıkça uygulama yetkisinde oldukları, düzenimizin temeli, aslı sayılan Gülhane Hattı’nda (Tanzimat Fermanı. T.Aday) apaçıkken, Zabıtlar İdare Amiri, Hüsnü Paşa’nın konağında, hatta gece yarıları sorgulanıyorlar. Bundan dolayı, bunlar nasıl şeylerdir, fikirleri nedir henüz belli değil. Ancak, daha tutuklandıklarında, padişaha suikast düzenledikleri duyulmuştu. Bu belki doğru olabilir. Çünkü, kendi müdahelesine neden olabilmesi için, İstanbul’da yaşayan, değişik amaçlı gurupların, birbirleri ile silahlı çatışmalara girmesi, Rusya’nın büyük amaçlarındandı. Bu ulusları birbirine düşürmek ise sadece Rumlar’ı kışkırtmakla gerçekleşebilir. Çünkü İstanbul’da yaşamakta olan ulusların en ateşli, en çılgını onlardır. Hatta biliyor musunuz? Daha siz İstanbul’da iken, bir kaç Rum sahte kıyafetlerle, Fener’e gitti, İslam’ı saldırgan göstermek, karışıklık çıkarmak için, rumları dövmeye başladı. Sonra nasıl olduysa gerçek açığa çıktı. Oysa reisi, idare etmekte olan kişiyi öldürerek, bir takım Rum haydudunu vatan evladı kılığına sokarak memleketi karıştırmak olanaksızdır. Buna karşın ben Rusya’dan böyle bir işi beklerim.
Biri Moskova biri Yunan uyruğunda iken, Rum’un iş başında bulunması bile bu düşüncemi güçlendirmiyor. Eğer bunun gerçek olduğu anlaşılırsa, Hüsnü Paşa çok üzülecek, çünkü vekiller bu olayı başka amaçlar için kullanmak, Paşa ise ne olursa olsun onlara hizmet etmek ister. Yoksa amaç, Yunan‘ın devleti yıkmak için oluşturduğu dernekleri aramak olsaydı, Allah bilir bu kaçıncı olurdu. Hatta diyebilirim ki, vekiller bu aracılıkla medeni topluma ulaşamayacak ve Hüsnü Paşa umut ettiği gibi aferinler alamayacak.
Çerkesya Hareketi Haber Merkezi
Osmanlıcadan Türkçeye çeviriye katkılarından dolayı Sn. Tahir Aday'a teşekkür ederiz.