#398 Ekleme Tarihi 20/01/2012 05:50:20
20 Ocak 2012
Harp Kaçağı: Harun
Mihail Y. Lermontov
Çerkes kanı ile sulanmış er meydanından Harun, ürkek bir ceylan, dahası bir kartalın pençesinden kurtulmaya çalışan bir tavşandan bile daha ürkmüş halde kaçıyordu. Oysa iki kardeşi ve babası, özgürlük uğruna onurlu bir biçimde can vermişlerdi orada. Uçurulmuş başları düşman ayakları altında toza bulanmış yatıyor, kana bulanmış gövdeleri öçlerinin alınmalarını bekliyorlardı. Harun, verilen direnişin kutsallığını, er meydanından kaçmanın iğrençliğini unutmuş, boğuşmanın en kanlı bir anında silahını ve kılıcını atmış, ha bire kaçıyordu. Güneş battı, karanlıklar bir perde gibi ovaları sardı, doğudan püfür püfür yeller eserken, Peygamber'in ülkesinde (-Çerkesya’da-) altın rengiyle ay yükseliyordu. Yorgunluktan bitkin düşmüş olan Harun, yüzündeki terleri ve kanları sildi, artık ay ışığının aydınlattığı köyüne varmıştı. Kimseye görünmeden, sessizce, usulca girdi köye. Sessizlik her yana çökmüştü, tek bir çıt sesi bile duyulmuyordu. Herkesin öldüğü boğuşmadan bir tek o kurtulabilmişti sağ olarak. Hızla yürüdü bildik bir kulübeye doğru. Işıkları yanıyordu kulübenin. Ev sahibinin evinde olduğu belliydi. Tüm gücünü toplayıp giriverdi kulübenin içine. Çocukluğundan beri tanırdı Selim'i, dostuydu. Selim, geleni çıkaramadı, ağır hastaydı, yatağında yatıyordu. Kimsesizdi, kimseden bir yardım eli görmeden sessizce ölmek üzereydi. Gözlerini dikip uzun bir süre baktıktan sonra tanıyabildi Harun'u. "Şükür Tanrı'ya" diyebildi. “Yurdun ahını alabilmen için, düşmandan yüz akıyla, O kurtarmış olmalı seni. Seni kurtarmaları için, kutsal meleklerine O buyurmuştur”. Güçten kesilmiş kirpiklerini kaldırıp: “Durum nedir?” diye sordu. Gözleri umutla dolmuştu, zafer haberini duymayı bekliyordu. Yatağında doğruldu, son nefesinde olsa bile, o mutlu haberi alma umudu, donmak üzere olan kanını yeniden harekete geçirmişti Selim’in. Harun anlatıyordu: “Bir vadide iki gün boyunca düşmanla çarpıştık, Çerkesler tükenmek üzereydiler. Kalabalık düşman dört bir yandan bizi sıkıştırmaya başlamıştı. Babam şehit düştü, kardeşlerim de babamla birlikte vuruldular. Bir başıma kalmıştım, gizlendim ve kaçtım. Vahşi hayvan imişim gibi kovalıyorlardı beni. Yine de sivri taşların, çakılların yaraladığı ayaklarıma rağmen, kurt çakal izlerini sürerek, bilmedikleri dağ yollarından koşarak kaçmayı başardım. Canım arkadaşım, sığındım sana, ne olur sakla beni! Peygamber adına söz veriyorum, ömrüm boyunca unutmayacağım bu iyiliğini”. Ölmek üzere olan Selim birden canlandı, gözlerinden alevler fışkırırcasına bağırdı: “Defol, git buradan! İğrenç, adi herif. Yurt savunmasından kaçan senin gibi bir korkağa, bir alçağa yuvamda barınacak, sığınacak yer yoktur”. Utancından ve iç acısından yıkılmış olan Harun, kızmadı böylesine azarlanmaya. Yuttu, kapıları kendisine kapanan bu evden boynu bükük ayrıldı, yoluna gitti, bir evi geçti ve ansızın durdu. Kaşen’inin (sevgilisinin) evi önündeydi şimdi. Birden eski mutlu günleri, o günlerin tatlı anıları, bir düş gibi canlanıvermişti karşısında. Bir ferahlama, bir umut doğdu içinde. Gecenin karanlığı içinden, sevdiği kızın kendine bakan gözlerinin parıldayışlarını görür gibi olmuştu. Bir an düşündü, “Seviyor beni, gönül verdiği tek kişi benim” -o saklar beni- diyerek, yavuklusunun evine doğru ilerledi. Ancak sevgilisinin güzel sesiyle okuduğu eski bir şarkıyı duyunca yerinde çakılıp kaldı, yüzü ayın renginden daha da soldu. Şarkı devam ediyordu: "Ay sessizce gökyüzünde ilerliyor, Yiğit asker cepheye gidiyor, Tüfeğini doldururken asker, Sevgilisi ona şunları söyler: 'Sevgilim güven Peygamber’e, Yiğitçe katlan alın yazına, Tanrı'dan hep yardım dile, Onuru her şeye yeğle. Yurdu için savaşmayan asker, Düşmanı ezmeden dönen asker, Onursuz ve hain bir alçaktır, Öylesinin sonu çok kötü olacaktır. Böyle bir ölüyü temizleyemez yağmurlar, Gömmez leşini hayvanlar bile, İstemez onu hiç kimse, Bilesin, çıkmaz bu dağlarda, Biri alsa bile yanına onu, Dağların güzeli kovar onu'. Harun boynu bükük hızla yürüyordu. Arasıra kirpiklerinden dökülen iri gözyaşları göğsüne damlıyordu. Sonunda kendini fırtınalardan yarı yıkılmış baba evinin önünde buldu. Yeni bir umutla cesaretini topladı ve kapıyı çaldı. İçeride annesinin savaşa gidenler için okuduğu dualar göklere yükseliyordu. Yaşlı kadın, savaştan dönecek olanları, sadece bir oğlunu değil, üç oğluyla eşini bekliyordu. “Anne, aç kapıyı, ben senin oğlunum. Ben küçük oğlun Harun’um. Rus kurşunlarından kurtuldum, sağ salim sana döndüm, sana kavuştum”. “Yalnız mısın?” “Evet”. “Peki, babanla kardeşlerin nerede? “Şehit oldular. Peygamber’e kavuştular, melekler götürdü ruhlarını onların”. “Öçlerini almadın mı?” “Hayır, almadım. Ok gibi dağ, orman içlerine doğru fırladım. Kılıcımı yabancı ellere bırakıp seni teselli etmek, gözyaşını dindirmek için yanına geldim”. “Sus mel’un, sus! Sen, onurla ölmesini bilemedin, sadece kendi canını, kendi hayatını kurtaran bir alçağı evimde barındıramam, git buradan, defol! Özgürlüğünü satan, yurdu için ölmesini göze alamayan senin gibi birisine analık yapıp kalan azıcık ömrümü senin pisliğinle kirletemem. Haram olsun sana emdirdiğim süt, adi, korkak ve köle ruhlu birisin sen. Bundan böyle oğlum değilsin, Kahramanlar yurdu olan vatanımızdan defol!”. Yaşlı ananın acı sözleri kesilmişti. Çevre derin uykusundaydı, ama Harun’un annesinin evindeki ilenme (beddua), inilti sesleri ve lanet okumalar ve dualar uzunca bir süre daha devam etti. Zavallı Harun, en yakınlarından gördüğü bu ağır hakaretlere daha fazla dayanamadı, hemen o gece bir hançer darbesiyle kendi kendisini öldürdü. Ama, yine de bu ölüm, aybını örtemeye yetmedi. Ölümüne, bir parçacık olsun acıyan kimse olmadı. Sabahleyin Harun’un kanlar içindeki cesedini gören annesi, umursamadan başını çevirip, soğukkanlı bir biçimde ve sessizce yanından geçip gitti. Kendini öldüren bu korkağın cenazesini kaldıran, götürüp gömen tek bir Müslüman çıkmadı. Harun’un derin yarasından boşanan kanı evin çoban köpeği hırlayarak yalıyor, cesedin etrafına toplanmış olan çocuklar da ölüye lanetler yağdırıyorlardı. O Özgür Ülke’de (-Çerkesya’da-) bu alçaklığı işleyip ölen savaş kaçağı -Harun- üzerine sadece bir anlatı (söylence) kalmıştır geride: Harun’un ruhu Peygamber’in saçtığı aydınlıktan (nurdan) korkup kaçmış ve saklanmıştır. Çünkü O, korkakları sevmezdi. Harun’un karaltısı (hayaleti) kapkara gecelerde hala Kafkasya Dağlarında dolaşır. Sabaha karşı gelip evinin kapısını çalar, “Beni içeri alın” diye yalvarır, ancak evin içinde yüksek sesle okunmakta olan Kur’an ayetlerini duyunca, sağ iken kılıçtan nasıl korkup kaçmışsa, ruhu da Kur’an ayetlerinden korkup kapkara sislerin (bulutların) içine kaçıp saklanıyor. Kaynak: Mihail Y. Lermontov (1814-1841), "İsmail Bey", İstanbul- 1946. Rusça'dan çeviren:Mehmet Ketey (1888-1973) Sadeleştiren:Hapi Cevdet Yıldız. Not:Tire içindeki eklemeler ve yazı siyahlaştırmaları bize aittir. -hcyÇerkesya Araştırmaları Merkezi-ÇAM
Diğer Haberler