Dil, canlılar arasında insanları niteleyen özel bir olgudur. Dil sayesinde yapabildiklerimiz tarih boyunca bizi farklı seviyelere çıkarmıştır. Bunun örneklerinden birisi sözlü edebiyat ürünleridir.
Sözlü edebiyata ait unsurlar kültürle güçlü bağlar kurarak dilin insanlığa sunduğu zenginliği yansıtır. Bilimsel açıdan değerlendirildiğinde bu zenginliğin dilin yapısından kaynaklandığı görülür. Bu, bütün diller için geçerlidir. Seslerin hecelere, hecelerin anlamlı bütünlere ve kelimelere; bu anlamlı bütünlerin ve kelimelerin ise cümleye dönüşmesiyle insanlığa, doğaya, evrene ve farklı konulara dair söylenen her şeyde bu zenginliğin oluşumu gözlemlenir.
Örneklerden bir diğeri ise yazılı edebiyattır. “Söz uçar, yazı kalır.” sözünün ne kadar önemli olduğunu yazılı edebiyatı inceleyerek görebiliriz. Özellikle kültürel mirasların yaşatılmasında yazılı edebiyat, herhangi bir kültüre mensup halkın veya milletin başvurduğu yegane unsurlardan birisidir. Yazılı edebiyata dair unsurlarla birlikte geçmişte ortaya çıkan tüm zenginlikler günümüze taşınır.
Sözlü ve yazılı edebiyatın dil yoluyla bir halka veya millete neler katabileceği yukarıda bahsedilenler yoluyla kolay bir şekilde anlaşılabilir. Fakat bu noktada farklı bir parantez açılması gerekir. Maalesef ki dünya üzerindeki halkaların kimisi yazıyla, dolayısıyla yazılı edebiyatla geç tanışmıştır. Bunun sonucunda ise geçmişin taşıdığı zenginliklere ulaşmak oldukça zor hale gelmiş veya pek mümkün olmamıştır.
Bu halklardan birisi de Çerkes (Adığe) halkıdır. Çerkesler’in yazıyla ve yazılı edebiyatla tanışması nispeten yenidir. Bu yüzdendir ki özellikle tarih yazıcılığı konusunda büyük bir kaynak eksikliği söz konusudur. Bu tür kaynakların eksikliği sadece tarihi açıdan değil aynı zamanda kültürel açıdan da eksiklikleri önümüze serer.
Çerkesler’in kültürel unsurlarından birisi, diğer birçok halkta da bulunan, şarkılardır. Çerkesler, şarkılar yoluyla kültürel unsurları yansıtmışlardır. Bunun en baştaki örneği Nart Destanları’dır. Nart destanları ve içerdiği unsurlara (kahramanlar, olaylar…) yönelik birçok eser sözlü edebiyat yoluyla günümüze kadar aktarılmıştır. Ama yukarıda bahsedildiği gibi bu destanların yazılı hale getirilmesi çok uzun bir zaman önce gerçekleşmemiştir. Nart destanlarına ek olarak, Çerkes kahramanlarına ve gerçekleşen olaylara dair de en başta sözlü daha sonrasında yazılı hale getirilmiş birçok esere rastlamak mümkün.
Çerkesler’e dair sözlü ve yazılı edebiyat konusunda akla gelebilecek en önemli günlerden birisi 14 Mart Çerkes Dili ve Yazını Günü’dür. Bu günü önemli yapan unsur ise ilk Çerkesçe kitap olan ve Bersey Wumar tarafından yazılan “Çerkesçe Sözlük”tür. Bu sözlük 14 Mart 1853 yılında yazıldı. 14 Mart günü 2000 yılından beri Adığe Cumhuriyeti’nde kutlanmaktaydı. 2003 yılında ise Dünya Çerkes Birliği (DÇB) bu günü Çerkes Dili ve Edebiyatı Günü olarak kabul etti.
Dil ve edebiyat açısından yazının en başından beri söylenen şeyler düşünüldüğünde bu günün gelecek açısından bize kazandıracakları var olan zenginliğe daha fazla zenginlik katacaktır. Fakat bu noktada bir diğer önemli kısım ve bu yazının temel konusu olarak gördüğüm “dilin öğretilmesi ve edinilmesi” yer alıyor.
Dil, yukarıda sayılan boyutlarla ve farklı boyutlarıyla kültüre “bağlanmak” için varlığını sürdürür. Bu bağlanmayı sağlayacak olan önemli bir diğer boyut “iletişim”dir. Dili insanlık olarak belki de en çok iletişim için kullanıyoruz. İletişim kurdukça da aslında kültüre ve insanlara daha fazla bağlanıyoruz.
Çerkesçe için dilin bu iletişim boyutu maalesef ki çok iyi bir durumda değil. Bunun birçok sebebi var. Fakat bu sebeplerden en etkilisi “asimilasyon”dur.
Çerkesler geçmiş yıllarda birçok sorunla karşılaştı. Bunlar savaş, soykırım ve sürgündür. Bunlara ek olarak hem geçmişte yaşadığı hem de yaşamaya devam ettiği asimilasyon ön plana çıkar.
Çerkesler soykırım ve sürgün gibi yüksek derecede olumsuz olaylar sonucunda bile dillerini, kültürlerini korumayı başarmıştır fakat bu başarı, asimilasyon yüzünden tersine dönmeye başlamıştır. Bunun en önemli nedenlerinden biri köyden kente göçlerin olmasıdır. Bu yüzden Çerkesçe evlerde bile geri planda kalmaya başlamıştır. Ama ben konuya “Kim suçlu, kim suçsuz?” açısından değil de “önlemek için neler yapabiliriz?” açısından yaklaşmak istiyorum.
Çerkesçenin korunması ve özellikle Çerkesler arasında iletişim dili olarak yaşamaya devam etmesinin ilk yollarından birisi Çerkesçenin evlerde bilenler tarafından konuşulup bilmeyenlere (özellikle çocuklara) öğretilmesidir. Yapılacak en kolay ve doğal şey budur. Nedeni ise dil dediğimiz olgunun özellikle çocuklarda doğal bir süreçle edinilmesi gerçeğidir. Bu noktada dilin zihinsel bir unsur olduğunu belirtmek gerekir.
Dilbilim çalışmaları sonucu elde edilen bilgiler sonucunda bu konuyu “Birinci Dil Edinimi” ve “İkinci Dil Edinimi” başlıklarıyla; ama bundan önce de “edinmek” terimini açıklamak gerekir.
“Öğrenmek” bilinçli olarak gerçekleşen süreçtir ve öğrendiğimiz şeyler hakkında bir farkındalığa sahip oluruz. Diğer yandan “edinmek” ise bilinçaltı yoluyla gerçekleşen bir süreçtir. Yani edinim esnasında veya sonrasında edindiğimiz şeylerin farkında olmayız. Dil öğrenimi ve edinimi olarak açıklarsak, dil öğrenimi esnasında dile dair ögeleri bilinçli şekilde öğreniriz. Bu ögelerden en yaygın olanı dilbilgisidir. Dilbilgisi tamamiyle farkındalık gerektiren bir olgudur, bu da öğrenmeyle gerçekleşir. Fakat dil ediniminde gramer gibi konular bilincinde olmaksızın zihine yerleşir ve otomatik bir şekilde kullanılır.
Çerkesçeden örnek verecek olursak “мэ-, ма-“ nın bir ön ek olduğunu öğrenme sürecinde anlarız, bir çocuğa sorduğumuzda ise önek kavramının ne olduğunu bile bilmez. Zihin bu yapıyı edindiğinde konuşmada kullanmak için saklar.
Birinci Dil Edinimi dediğimiz süreç “anadili”miz olarak nitelediğimiz dilin edinilmesidir. Bu süreç kısaca şöyle gerçekleşir: Anne karnında bebeğin ilk gelişen duyusu işitme duyusu olur. Bu işitme duyusu aynı zamanda dil ediniminin ilk aşamasıdır. Bir dili edinmek için ilk önce o dile maruz kalmamız gerekir, maruz kalırken kullandığımız ilk duyu işitme duyusudur. İlk önce duyarız, daha sonraki süreçte duyduklarımızla, sırayla, tek kelimelik, iki kelimelik ve iki ve daha fazla kelimelik ifadeler üretmeye başlarız. Belirli bir zaman sonra bu ifadeler cümleye dönüşür.
Yani bir diğer deyişle üretim başta basit düzeyde olur ve zamanla daha karmaşık yapılara bürünür. Eğer dil öğrenimi veya ediniminde dört temel beceriyi Birinci Dil Edinimi süreci için sıralarsak: Dinleme-Konuşma- Okuma-Yazma şeklinde bir sıralamaya sahip oluruz. Bu Birinci Dil Edinimi süreci çocuklarda beynin elastikliği sayesinde oldukça hızlı gerçekleşir. Bu beyin elastikliği ve dil edinimi “Critical Period Hypothesis” yani “Kritik Zaman Hipotezi” (Wilder Penfield, Lamar Roberts 1959, Lenneberg 1967) ile ilişkilendirilir.
Kısaca özetlemek gerekirse bu hipotez, dil edinimi yeteneğinin biyolojik olarak belli bir yaşa veya sürece bağlı olduğunu vurgular. Bunun en yaygın örneği anadil aksanının elde edilmesi olarak aktarılır. Yani çocukken Çerkesçe öğrenen birisi anadil aksanına sahip olur. Dilbilim dünyasında bu konularla ilgili tartışmalar ve çalışmalar devam etmektedir.
Bu tartışmalara örnek olarak dilbilimci Prof. Stephen Krashen’ın çalışmalarını gösterip İkinci Dil Edinimi noktasına gelebiliriz. Krashen çalışmalarında edinimin ileri yaşlarda da gerçekleşebileceğini savunur. Bu edinimin ise maruz kalınan girdinin (input) anlaşılabilir (comprehensible) olması gerektiğiyle ilişkilendirir. (Krashen, Stephen D. Second Language Acquisition and Second Language Learning. Prentice-Hall International, 1988)
Bu tartışmalar ve tartışmalar ışığında yapılan çalışmalar günümüzde de devam etmektedir.
Birinci ve İkinci Dil Edinimi konularıyla ilgili geçmiş yıllarda insanlar arasında herhangi bir bilimsel dayanağı olmayan inanışlar ortaya çıkmıştır. Örneğin birinci dil ediniminde “aynı anda iki farklı dilin öğrenilemeyeceği” görüşü. Bilimsel çalışmalar sonucunda birinci dil edinimi sürecinde bir çocuğun eş zamanlı olarak iki veya daha fazla dili edinebileceği gösterilmiştir. Herhangi bir nedenle çok dilli olan toplumlarda (bilingual/multilungual) bunu gözlemlemek oldukça mümkün.
Çerkes toplumu da bu tür görüşlerden nasibini almıştır. Kuşaklar arasında oluşan boşluğun temel nedenlerinden birisi de budur.
Yazının ortasında “’Kim suçlu, kim suçsuz?’ açısından değil de ‘Önlemek için neler yapabiliriz?’ açısından yaklaşmak istiyorum.” diye belirtmiştim. Aynı çizgide durarak çözüm odaklı ilerlemeye devam edeceğim.
Çözümlerden birinin ve en kolay olanın Çerkesçe bilenlerin evde bilmeyenlere konuşmaları gerektikleri olduğunu belirtmiştim. Bu konuda konuşan kişilerin dil seviyelerini karşıdakinin anlayabileceği şekilde ayarlamaları çok önemlidir. Çocukların dil edinimi sürecinde anneler veya diğer insanlar basit bir dilde konuşurlar. Bu basit dilde konuşmanın, dilbilimde, çocukların söylenenleri anlamasını sağlamak için oldukça önemli bir adım olduğu belirtilir. (Child Directed Speech ‘Çocuklara yönelik konuşma ya da eski adıyla Motherese, kabaca çeviriyle “Anne konuşması”)
Çözüm odaklı adımlardan bir diğeri ise Çerkesçe öğretimi ve öğrenimine karşı yaklaşımlarımızı değiştirmek. İngiliz Dili Eğitimi mezunu olarak bu yaklaşımların oldukça önemli bir boyutta olduğunu eklemek istiyorum. Bilimsel çalışmaları ve sonuçlarını izlemek Çerkes halkı ve Çerkesçe için güçlü ve etkili bir dayanak noktası olacaktır.
Bu söylenenler ışığında paylaşmak istediğim modern bir metot var. Bu metot dayatıldığı bilimsel çalışmanın sonucunu oldukça etkili ve pozitif bir biçimde yansıtıyor. Bu metodun adı “TPRS- Teaching Proficiency through Storytelling and Reading”. Türkçe açıklamak gerekirse “Okuma ve hikâye anlatımına dayalı dilde yeterlilik kazanımı”.
Bu metot 1990’lı yıllarda Blaine Ray tarafından hazırlanmıştır. Blaine Ray bu metodu geliştirirken yazıda adı geçen Stephen Krashen’ın çalışmalarından ve Dr. James Asher’ın geliştirdiği “TPR-Total Physical Response” yani “Bütüncül Fiziksel Tepki” yönteminden faydalanmıştır. Dr. James Asher ve Stephen Krashen’ın çalışmalarındaki ortak nokta, “dilin anlaşılır olduğu zaman edinimin gerçekleşeceğine yönelik öne sürülen bulgulardır.
Tabi ki tek öne sürülen bulgu bu değil. Bu tür çalışmaların bir diğer ortak yanı ise dile bir organ gibi, bir beceri gibi bakabilme yaklaşımıdır. Krashen, katıldığı konferanslardan birinde dilin her insanda aynı şekilde edinebileceğini öne sürmüştür. Bu tıpkı her insanda akciğerin, böbreğin aynı çalışması gibidir. Bir diğer deyişle, Krashen, dil edinimini her insanda aynı çalışan bir organ olarak belirtmiştir.
Yapılan araştırmalar sonucunda TPRS metodunun diğer metotlara göre daha etkili olduğu ortaya çıkıyor. TPRS metodu sayesinde dil grameri öğrenilmez. Gerektiği yerde birtakım açıklamalar yapılır fakat önemli olan gramerin kendisi değil söylenen şeyin anlamı ve kullanımıdır.Bu metotta yapı değil anlam ön plandadır. TPRS bu özelliğiyle dil ediniminin gerçekleşmesine katkı sağlar. TPRS metodu sayesinde öğrencilerin dinleme ve konuşma ihtiyaçları giderilir.
Özetle, TPRS son zamanların en etkili metotlarında birisi olarak kullanılmaktadır ve arka planındaki teorik çalışmaları pratikte etkili bir biçimde sunar. TPRS metodunun konuyla bağlantısına gelecek olursak, şahsi olarak katıldığım dil kursundan bahsetmek istiyorum.
Bu dil kursu ABD diasporasında yaşayan Çerkesler’den birisi olan Jonty Yamisha tarafından gerçekleştiriliyor. Jonty Yamisha “Nassip Foundation” “Nassip Kurumu”nun kurucusudur. Kendisi TPRS ile ilgili kurslara katılıp Çerkes diasporalarında Çerkesçe öğreten hocaların bir kısmıyla online platformda bir araya gelerek Çerkesçe Doğu diyalekti için yeni başlayanlar seviyesinde bir program hazırladı. Youtube’ta “Nassip Foundation” yazarak kanaldan bu çalışmaları takip edebilirsiniz.
Dil eğitimi üzerine okumuş birisi olarak oldukça etkili bir sürece şahit olduğumu belirtebilirim. Çerkesçe için kullanılabilecek en iyi metotlardan birisi olarak sadece bana değil diğer katılımcılara da kendini kanıtlayan bir program olduğunu söyleyebilirim.
Bu yazı aracılığıyla da bu çalışmada emeği geçen herkese sevgilerimi, saygılarımı ve tebriklerimi göndermek istiyorum.
Dile yaklaşım tarzımızın bizlere neler katabileceğine sadece bir örnek olarak bu programdan bahsetmek istedim. Çerkes dilinin yaşatılması için bu tür çalışmaların tüm Çerkes diasporasında ve anavatanda arttırılması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu çalışmanın pozitif karşılığını kısa sürede alabiliyoruz.
Tabi ki bu aşamada Çerkesler olarak yaşadığımız ülkelerden birtakım taleplerimizin olması gerekiyor. Bu talepler dilimizi ve kültürümüzü korumak için hepimizin en doğal hakkı diye düşünüyorum.
Sözlerimi bitirirken bahsettiğim tüm bu konuların başında “kimlik bilinci”nin olması gerektiğine inanıyorum. Yıllardır savaşmış, kayıplar vermiş, soykırım ve sürgüne uğramış atalarımızın kimlik bilinci olmadan dillerini, kültürlerini koruyabilmiş olabileceklerinin çok mümkün olduğunu düşünmüyorum.
Bizi bir arada tutan şeyler; dil ve kültür, vb. unsurlar en başta kimlik bilinci sayesinde hayatta kalır. Sonraki süreçte ise biz Çerkesler’in yaptığı çalışmalar bu hayatta kalma sürecini uzatır.
Çerkes Dili ve Edebiyatı Günü ve buna benzer günler kültür adına sembolik günlerdir. Bu ve bu tür günlerde kutlamalar yapabiliriz ve üretim yapmak için bir araya gelebiliriz. Fakat bu hassasiyeti her zaman gösterebilmemiz gerekir. Her gün Çerkes’iz ve her gün bizim günümüz; her gün Çerkesçe’nin günü ve her gün onu konuşmalı, dinlemeli, okumalı ve yazmalıyız. Tüm Çerkeslerin Çerkes Dili ve Edebiyatı Günü’nü kutlarım.
Sözlerimi şu sözlerle bitirmek istiyorum:
Yaşasın Çerkes (Adığe) halkı!
Yaşasın Çerkesçe!
Yaşasın Çerkesya!
Nır Melih
Çerkesya Gençliği, Adana