Bir kayıp 'Çerkes': Hayrettin Eren ve 'Cumartesi Annesi'

#6197 Ekleme Tarihi 21/11/2020 11:33:40

Hayrettin Eren, 12 Eylül faşist darbesinin gözaltına altına aldığı ve "kaybettiği" yüzlerce gençten biri. Türkiye'deki ilk kayıplarından.

Sonra sayı arttı, 90'larda on binlere çıktı. Toplam "kayıp" sayısının 20-30 bin kadar olduğu sanılıyor. "Kayıp" diyoruz ama, sözde "kayıp". Gerçekte herkes biliyor, bu insanların gözaltına alındıklarını ve emniyetlerde ( veya herhangi bir yerlerde ) işkence gördüklerini.

Ama ne tutuklanıyorlar, ne de eve geliyorlar. Aylarca, yıllarca, bir ömür boyu...

Ölümlerin en kötüsü, en insafsızcası!

Aslında biliyorsun oğlunun, kızının, babanın, annenin veya bir yakının emniyet güçleri tarafından gözaltına alındıklarını, işkence ile öldürüldüklerini ve cesetlerinin bir yerlere atıldığını.

Ama içinde yine de hep bir umut oluyor işte. Ve bekliyorsun: ya bir gün gelirse diye...

Belki de evinin kapını kilitlemiyorsun, ya anahtarını kaybetmişse ve eve giremezse diye...

Koca, kara bir tarih; hala geçmeyen, iyileşmeyen bir yara.

Ve halka, muhaliflere gözdağı.

"Türkiye bağırsaklarını temizleyecek" diyerek iktidara geldiler, ama sadece kendilerini iktidara getirecek yolu temizlediler.

Hiç bir bağırsak temizlenmedi, hiç bir katil yargılanmadı.

Ve analar, babalar, amcalar, teyzeler, kardeşler, arkadaşlar hala yakınlarını arıyorlar. Cumartesi Anneleri deniyor onlara.

"38 yıldır çiçeklerle donatacağım bir mezarın peşindeyim. Vazgeçmedim, vazgeçmeyeceğim" diyordu anne Elmas Eren.

Ama kalbindeki acı, umut, öfke ve oğluna özlemle 19 Ağustos 2019 günü, 88 yaşında hayatını kaybetti.

Biz de suçluları asla affetmeyeceğiz! Bin yıl da geçse...

****************

HAYRETTİN EREN'İN ABİSİ FARUK EREN İLE BİR RÖPORTAJ.

Yıl 1980'di, 26 yaşındaydı.

21 Kasım 1980 tarihinde gözaltına alındı. Kaybedildi...

Polis "yok" dedi. Savcı "Dava açamam" dedi. Herkes "Peşini bırakın" dedi.

Ama ne annesi Elmas Hanım, ne de kardeşi Faruk Eren peşini bıraktı.

Başbakan Erdoğan, kayıp yakınlarıyla görüştüğünde Elmas Hanım'ın 30 yıldır bir görünen bir kaybolan umudu tekrar dirildi.

"Oğlumun mezarını istiyorum" dedi.

Çünkü bu insanlar yas bile tutamıyor. O yüzden acıları bir türlü dinmiyor.

Faruk Eren, gazeteci. O anlatacak ağabeyini.

Ondan bahsederken "Hayri" dememi istiyor. Kendi sevdiği gibi...

Başlarken, "Zor bunları anlatmak" diyor. Evet, çok zor. Yaşamak da, anlatmak da, dinlemek de zor.

* Kaç yaş var aranızda?

10 yaş küçüğüm ben.

* Nasıl hatırlıyorsunuz ağabeyinizi?

Liderdi. Onu hatırladığımdan beri öyleydi. Sözü dinlenirdi. Ben çocukken onun gençlik yıllarıydı; on yaş ciddi bir rakam... Koruması altında büyüdüm.

Yetenekliydi. İyi resim yapardı mesela. Bir tane yağlıboya resmi kaldı yaptıklarından. Gitar çalıyordu, ki o dönem çalan azdı.

Tekvandocuydu.

Elektronik işlerinden de anlardı. O zamanlar yoksul bir semtte oturduğumuz için, insanlar yeni yeni televizyon, buzdolabı alıyordu, hep onu çağırırlardı kursun diye...

* Aileniz nasıldı?

Altı kişilik bir aileydik, dört kardeş. İki kız, iki erkek; Hayri 1954 doğumlu, en büyüğümüzün bir küçüğüydü. İstanbul Hasköy'de doğduk hepimiz. Kasımpaşa'nın biraz ilerisinde bir işçi mahallesinde... Şimdilerde varoş deniliyor. Babam işçiydi. Annem de bir dönem işçiydi sonra ev kadını oldu.

* Hayri ne zaman solcu oldu?

12 Mart'ın sonlarında o liseye gidiyordu. Ülkenin en hareketli olduğu dönem... Pertevniyal Lisesi'ne gidiyordu. Orada solcu oldu. Bu arada üniversiteyi kazandı; yabancı diller yüksek okulunu. Çevremizde İngilizce bilen tek adamdı.

* Sorunlar ne zaman başladı?

Dev-Genç'teydi, aktifti ve önemli bir isimdi ama Hasköy sağcıların elindeydi. Evimiz üç kez tarandı... O dönemde Hayriler, Hasköy Halkla Dayanışma Derneği diye bir dernek kurdular. Hayri başkandı. 1978 sonunda sıkıyönetim ilan edildi ve ağabeyim aranmaya başlandı.

* Gerçekten "suç" sayılan bir olaya karışmış mıydı?

"Suç"u nasıl tanımladığınıza bağlı. Mesela, o dönemde temel ihtiyaç maddeleri bulunmuyordu. Yağ, tüp, gaz, ampul gibi...

Ağabeyimler, yedi Migros kamyonunu kaçırdılar; içindekileri, gecekondu mahallerinde halka dağıttılar. Margarin bulunmuyordu onlar stokçudan kaçırıyor ve halka dağıtıyorlardı. Bunlar yasaya göre suç; ama bana göre değil.

İlk karakol baskınında yer aldığını da biliyorum. Karagümrük Karakolu'nda işkence yapılıyordu. Karakolu bastılar. Polislerin silahlarını alıp, onları hücreye kapattılar; slogan yazıp çıktılar.

* Aranma kararı çıktıktan ne kadar sonra yakalandı?

78 Aralık'ta aranmaya başlandı; 80 Kasım'da da yakalandı. İstanbul'da sıkıyönetim ilan edildiğinde bizim için kâbus başlamıştı. Ağabeyim eve gelmiyordu. Haftada iki gün evimiz basılıyordu; eşyalar dökülüyordu, hoyrat davranıyorlardı.

* Kaç yaşındaydınız?

Lise çağları işte. Hatta bir gece, iki kez basıldı evimiz. Polis geldi; ardından askerler.

* Sizi en çok etkileyen "basılma" anınız neydi?

Bir defasında polisler sarhoş geldiler eve. Babamı tokatladılar. Annem dini bütün bir kadın, namaz kılardı. Seccadesini kaldırdılar, "Senin kıldığın namaz kabul olur mu?" dediler.

Bir kere de macera yaşamıştık, dram/macera diye bir tür varsa ona daha uygun olur gerçi...

Ağabeyim on beş günde bir eve gelirdi, üstünü başını değiştirmek için... O günlerden biri, hava aydınlıktı. Banyo yapacaktı. Polis bastı birden. Evde olduğunu bilerek basmışlar, evi saramamışlar bile, o kadar heyecanla gelmişler.

İnanılmaz bir şey başardık ailece. Annemler kapıda polisi oyalarken, arka pencereden ağabeyimi kaçırdık biz. Sineklik vardı yırttık, sonra da yerine taktım hiç çıkmamış gibi. Yandaki gecekonduya kaçtı.

* Kardeşleriniz nasıl tepki verdi tüm bu sürece?

Bir süre sonra ablamlar da eve gelmemeye başladılar. Aramalarda, iç çamaşırlarını etrafa saçarlardı, genç kızlar sonuçta...

Akrabalarımızda kalmaya başladılar. Sonra ben de aranmaya başladım. Bir aya yakın gözaltına alındım sonra serbest bırakıldım.

* Anneniz ve babanız kime kızgındı? Size mi, devlete mi?

Bak bu çok ilginç. İlk başlarda Adalet Partisi'ne (AP) oy veriyorlardı; o dönemin sağ partisi. Bu süreç içerisinde Cumhuriyet Halk Partisi'ne (CHP) geçtiler. Haksızlığın farkındaydılar. Onlarca insan, tanıdıklarımız ve akrabalarımız öldürüldü. Devletin baskısı arttığı için öfkeleri giderek devlete yöneldi.

* Sonra ne oldu?

12 Eylül'den bir ay önce, annemle babam gizlice evi Avcılar'a taşıdı. Eşyaları toplarlarken yine baskın olmuş. Polise "İlaçlama var, o yüzden" deyip gece yarısı kamyona yüklemişler koca evi.

* Siz o sırada başka yerdesiniz herhalde?

Evet, kimse eve gitmiyordu ama Avcılar'dayken aile biraz toparlandı. Fakat hemen 12 Eylül geldi. Ağabeyimin geliş gidişleri tekrar azaldı. Bir süre sonra da gelmedi.

* Ne yaptınız?

Arkadaşlarından Karagümrük Karakolu'nda olduğunu duyduk. Babamın bir arabası vardı; ağabeyim kullanırdı. Saraçhane geçidinde arkadaşıyla görüşürken görmüş polis. Bunu öğrenince annemle ablam oraya gitti.

Orada gözaltı defterinde adını görmüşler ama "Gayrettepe Siyasi Şube'ye gönderdik" demişler. Annem orada arabayı görmüş ama "Yok" demişler. Israr edince tartaklamışlar. O da tekrar Karagümrük'e... Ve Hayri'nin adının yazdığı sayfanın yırtılmış olduğunu fark etmiş.

* Sayfayı yırtıyorlar ve "Bize hiç gelmedi" diyorlar öyle mi?

Gelmedi diyorlar. Gözaltı süresi uzundu o zamanlar. Bırakılmasını beklemiyorduk ama en azından tutuklanmasını bekliyorduk, hatta umuyorduk çünkü o zaman görebilirdik.

* Hiç haber çıkmadı mı?

Kendi çabalarımızla haber almaya çalıştık. O dönem bir tutuklama furyası vardı. Binlerce insan tutuklanıyordu. Cezaevlerinde aramaya başladık ağabeyimi. Gözümüz çok karaydı, sahte kimliklerle cezaevine girdik. Hayri'yle birlikte gözaltına alınanları bulduk. Alındıklarında birliktelermiş. Ağır işkence görmüşler.

* Hayri lider olduğundan ona daha fazla mı işkence yapmışlar?

Ona daha fazla yüklenmişler. Diğerleri Hayri'yi bir süre sonra göremediklerini söylediler. O zaman anladık.

* Ve?

Arjantin, Şili hatta Nazi filmlerinde görürsünüz ya, o dönemler öyleydi işte. Dilekçe bile verilmiyordu, soru sorabileceğimiz kimse yoktu. Ailem bizi de korumaya çalıştığı için ev adresini bile veremiyordu. Çok uğraştık ama kimseden cevap alamadık.

* Beraber tutuklandığı sekiz arkadaşı, onun hakkında ne biliyordu?

Hücre sistemi vardı. Hücreler bir kişi yattığında ayağı kapıya değecek kadar küçüktü. Artık yoğunluğa göre beş, on kişiyi oraya tıkıyorlar. Yatak gibi şeyler yok. Hücreler bir katta, işkence yeri üst katta. On beşinci günden sora ağabeyimi görmemişler.

* Öldüğünden eminler miydi?

Hayır, çünkü ağabeyim konumundaki insanları bazen yalnız tutuyorlardı. İşkencelerin yapıldığı katta, kaloriferlere kelepçeliyorlardı. Öyle kaç gün kaldı bilmiyoruz.

* İşkence sırasında onu gören kimse yok mu?

Var. Devrimci militan bir kızın annesi... Gözaltına alınmış. Gözleri bağlı konuşmuş ağabeyimle, ama kaçıncı gün yine bilmiyoruz. Bayağı sohbet etmişler; tanıklık yapmaktan çekindi kadın. Kızına anlattı; o tanığımız oldu.

* O sekiz kişiyle daha sonra hiç görüştünüz mü?

Yalnızca ikisine ulaşabildik. O zamanlar vatandaşlık numarası bile yok. İğneyle kuyu kazar gibi, dedektiflik hikâyeleri gibi... İddianamede, "Ahmet Ok, falan üniversitesinde filan bölümünde okuyor. Alibeyköy'de bir fabrikada çalışıyor" yazıyordu, onun peşine düştük.

Aradan yılar geçmiş... Ablamla Alibeyköy'e gittik. Fabrika falan kalmamış. Fabrikayı sorduk, "Onlar hep Niğdelidir" dediler. Bizim aradığımız adam da Niğdeli. "Osmanbey'de bakkal akrabaları var" dediler. Ablamla Osmanbey'deki bakkalları tek tek gezdik. En sonunda bulduk Niğdeli bakkalı. Atladık köye gittik.

* Bırakmış mı o bu tür işleri?

Adam içeride bir süre yattıktan sora köyüne gidip evlenmiş. Çoluk çocuğa karışmış. Bizi tanımıyor tabii. Kemal'in arkadaşları olduğumuzu söyledik.

* Hayri, Kemal diye mi bilinirdi?

Evet, Kemal diye biliyordu. Bizi çok iyi ağırladı detayları anlattı, tanıklık yapmaya geldi. Ama savcılar dava açmayı kabul etmedi.

* Ortada tanıklar ve kayıp biri var. Nasıl dava açılmaz?

O dönem öyleydi. Savcı isterse "Delil yok" deyip davayı açmıyordu. Bir gün ablamla, Sultanahmet Adliyesi'ne savcının isteği üzerine gittik. Çay ikram etti, iyi davrandı.

"Bunlar işkence de yapar, adam da öldürür" dedi, polislerden şikâyet etti. "Size inansam da davayı açamam. Meslek hayatım biter" dedi.

* Çok büyük bir haksızlık bu. Anneniz ne yaptı?

Annem, aktif bir insan hakları savunucusuna dönüştü.

* Kaç yaşlarındaydı?

50-60 arası.

* Daha önceden bir alakası yoktu değil mi?

Tabii yoktu. Bütün anneler öyleydi o dönem; hiçbir politik geçmişleri yokken birden bire aktifleştiler, eylemler yaptılar. Arjantin'de "Plaza De Mayo Anneleri"nin yaptığı gibi...

Gözaltındaki kayıplarla ilgili olarak ilk haber annemin çabalarıyla yapıldı.

* Kaç yılında?

1986'da, haftalık Yeni Gündem dergisinde.

* Annenizin umudu var mıydı geri dönecek diye?

Uzun süre bekledi.

* Siz peki?

Ben o sürecin daha çok içinde olduğum için biliyordum ama yine de bekliyorsunuz tabi.

Mezarı olmadığı için, öldüğüne emin olmadığımız için yas da tutamıyorduk. Annem yıllarca falcılara gitti, "Denizaşırı bir ülkede" dediler, sevindi.

* İlk baştan beri Cumartesi İnsanları'nın içinde miydiniz?

Sayılır. İlk kez 27 Mayıs 1995'te 30 kişilik bir grupla başladı. 1976-83 askeri diktatörlük döneminde kaybedilen 30 bin kişiyi bulmak için mücadele veren "Plaza De Mayo Anneleri"nin hikâyesini örnek aldılar. Bizim annelerimiz de Galatasaray önünde oturdu. Özellikle 1998'den sonra neredeyse her hafta gözaltılar başladı, annelere copla vuruyorlardı.

Mart 1999'da eylemlere ara verildi. 2009'da Ergenekon'la birlikte yeniden başladı. Çünkü Ergenekon'dan yargılanan komutanlar sadece darbe yapmadı. Yargılanmaları gereken tek suçları bu değil. Bu çocukların kaybolmasından da sorumlular.

* Sizin için ne ifade ediyordu Cumartesiler?

"Çiçeklerle donatacak bir mezar arıyorum" lafı annemindi. Bunu ifade ediyordu. Çok anlamlı, özellikle aynı acıyı yaşayan diğer insanlarla birlikte olmak, destek veren Cumartesi İnsanları'yla güç kazanmak için.

Şimdi annem 80'inde, babam 85'inde, artık gelemiyorlar. Çok yıprandılar. Annem Ocak 2011'de [Recep Tayyip] Erdoğan kayıp yakınlarıyla görüştüğünde çok umutlandı. Görüşmeye o da gitti.

* Sonuç?

İnsan Hakları Komisyonu'nun altında bir komisyon kurdu. Orada tek kişi vardı: Zafer Üskül. Haliyle çok önemli bir şey olamadı. Seçimden sonra da bitti.

* Ne yapılmalıydı?

Siz şimdi içeri gitseniz ve bir daha gelmeseniz ben "Işıl gözaltında kayboldu" demem. Bu insanların kaybedilişinde bir gözaltı verisi var, polisin, askerin isimleri, dönemleri var elimizde. Güçlü bir irade bu konuyu çözer.

* Nasıl?

Birleşmiş Milletler (BM) Kayıplar Sözleşmesi imzalanmalı. Komisyon kurulmalı ve o komisyonun içinde danışman olarak biz ya da İnsan Hakları Derneği'nden (İHD) bu konuda deneyimi olan biri olmalı. Mezarlar bulunmalı ve yargı yolu açılmalı. Ama devlet böyle bir yüzleşmeye gitmek istemiyor çünkü bundan güçlü bir çıkar sağlamayacaklarını biliyorlar.

* Evinize seçmen kâğıdı, celp kâğıdı gelmeye devam ediyor, değil mi?

İnanılmaz, değil mi? Biz bu adamı kaybettik bari taciz etmeyelim duyarlılığı dahi yok. 31 yıl geçti ama bir türlü bırakmıyorlar.

* Bütün bunlardan sonra geriye hangi duygu kalıyor?

Öfke. Çok net...

( IC ) BiamagCumartesi

Diaspora
Diğer Haberler
  • facebook sharing buttonFacebook
  • twitter sharing buttonTwitter
  • pinterest sharing buttonPinterest
  • linkedin sharing buttonLinkedin
  • tumblr sharing buttonTumblr
  • vk sharing buttonvk
  • odnoklassniki sharing buttonOdnoklassniki
  • reddit sharing buttonReddit
  • whatsapp sharing buttonWhatsapp
  • googlebookmarks sharing buttonGoogle Bookmarks