Çerkes halkı yüzyıllardır "ADALET" istiyor. İşgalcilere karşı özgürlük savaşında hayatını kaybeden atalarımız için adalet istiyor. Soykırım ve sürgün için adalet istiyor. Yakılıp yıkılan ve yağmalanan tarihi vatanımız ÇERKESYA için adalet istiyor...Kimliği, dili, kültürü yasaklanarak asimile edildiği için adalet istiyor...
Ve, pek bilinmese de, kuytu köşelerde kurşunlanan-kaybedilen evlatları için adalet istiyor... Pek bilinmez, çünkü Çerkes halkına "yoldan çıkanlar"ı sahiplenmemek öğretilmiştir. Sanki yürünecek sadece bir yol varmış... Sanki sadece bir yol doğruymuş... Sanki "yoldan çıkanlar" da bizim oğullarımız ve kızlarımız değilmiş gibi...
İşte Mole Ramazan iki yıl ceza aldı. İşte Kochesoko Martin belki de 10 yıl hapis cezası alacak. Ve biz "adalet istiyoruz" diye haykırıyoruz. Ama birileri, hem de "bizden birileri" onların "doğru yoldan çıktıklarını" söylüyorlar.
Ama bugün birilerine "yoldan çıkanlar" muamelesi yapanlar, bir gün kendilerine de "yoldan çıkanlar" muamelesi yapılabileceğini unutuyorlar.
Çerkes halkı yüzyıllardır adalete susamıştır. Adalet olmadan barışın, kardeşliğin, huzurun olmayacağını en iyi bilen halklardan biridir.
Hatta "adalet talebi" artık Çerkes kimliğinin bir parçasıdır.
Bu nedenle Çerkes halkı insan hak ve özgürlüklerine, hukuka, demokrasiye amasız fakatsız sahip çıkmalı; kimliğine, diline, rengine, hayata bakış açıcına ve politik tercihine bakmaksızın haksızlığa uğrayanlarla dayanışma içinde olmalıdır. "Çerkeslik insanlıktır" atasözümüz ancak böyle ete kemiğe bürünür.
"Cumartesi Anneleri"ni eminim herkes duymuştur. Duyup geçmiştir, bizi ilgilendirmiyor veya bizden değildir diyerek.
Çocukları, kardeşleri, anne babaları, yakınları... yıllardır "KAYIP" olanların anneleri, babaları, kardeşleri, halaları, amcaları, dayıları... onlar. Bir gün ansızın ortadan kaybolan, daha doğrusu kaybedilen "gençler"in yakınları yani.
Yıllardır "hiç olmazsa cesedini verin, gömüldüğü yeri söyleyin, bir mezarımız olsun..." diye haykırıyorlar. Veya çocukları bir gün eve döner de, anahtarları olmadığı için dışarıda kalırlar diye geceleri kapılarını kilitlemeden uyuyorlar.
Aslında biliyorlar çocuklarının, anne babalarının... belki de kolları bacakları kırılarak, gözleri oyularak bir asit kuyusuna atıldıklarını veya bir inşaatın temeline gömüldüklerini.
Ama umut işte! Ve öfke...
Veya başında bir dua okuyacakları mezar istediği.
Elmas Eren böyle bir anneydi. Türkiye'nin "Plaza de Mayo" annelerindendi. 39 yıl oğlu Hayrettin Eren'i aradı, başvurmadığı kurum ve yetkili kalmadı, hep umut etti, bekledi.
"Oğlumun çiçek götürebileceğim bir mezarı olsun istiyorum" diyordu.
Bir anne olarak yapabileceği her şeyi yaptı. Sağlığı izin verdiği müddetçe Galatasaray Lisesi önünde oturdu, oğlunu aradı. Hesap sordu. Gözaltına alındı, ama yılmadı.
Tutuklu Aileleri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği TAYAD'ın ve İnsan Hakları Derneği İHD'nin kurucularındandı. Başbakan Erdoğan’la görüşen kayıp aileleri arasındaydı. “Oğlumun tek bir kemiğine bile razıyım. Senden oğlumun mezarını istiyorum” demişti.
Ama kardeşi Faruk Eren'in, "seçmen kâğıdı göndererek, askere çağırarak hep acımızı ve kinimizi taze tuttular, unutmayacağız" sözleri ile dile getirdiği askere çağırma ve seçmen kağıdı gönderme işini durdurdular sadece.
Çerkesya'dan, soykırım ve sürgün sonrası Biga'ya yerleşen Çerkes bir ailenin en büyük oğluydu Hayrettin. Sözü dinlenirdi. Lider bir kişiliği vardı. Yetenekliydi. İyi resim yapar ve gitar çalardı. Tekvandocuydu. Elektronikten anlar, mahallede bozulan televizyonları ve buzdolaplarını tamir ederdi.
İki kız iki erkek, toplam dört kardeştiler. Babası da annesi de işçiydi. Hasköy'lü yoksul bir aile yani.
"Hayri" daha Lise yıllarında ( Pertevniyal Lisesi ) tanıştı sol düşünceyle. Yabancı Diller Yüksek Okulu'nda artık bir Dev Genç'liydi. Hasköy'de "Halkla Dayanışma Derneği"ni kurdu.
1978 yılında sıkıyönetim ilan edildi ve Hayri aranır duruma düştü. O yılları kardeşi Faruk Eren şöyle anlatıyor:
"O dönemde yağ, tüp, ampul gibi temel ihtiyaç maddeleri bulunmuyordu... Ağabeyimler, yedi Migros kamyonu kaçırdılar; içindekileri, gecekondu mahallerinde halka dağıttılar. Margarin bulunmuyordu, onlar stokçudan kaçırıyor, halka dağıtıyorlardı. Bunlar yasaya göre suç; ama bana göre değil.
İlk karakol baskınında yer aldığını da biliyorum. Karagümrük Karakolu'nda işkence yapılıyordu. Karakolu bastılar. Polislerin silahlarını alıp, onları hücreye kapattılar; slogan yazıp çıktılar...
1978 yılının Aralık ayında aranmaya başlandı; 80 Kasım'da yakalandı... Haftada iki gün evimiz basılıyordu; eşyalar dökülüyordu, hoyrat davranıyorlardı... Hatta bir gece, iki kez basıldı evimiz. Önce polis geldi; ardından askerler.
Bir defasında polisler sarhoş geldiler eve. Babamı tokatladılar. Annem dini bütün bir kadın, namaz kılardı. Seccadesini kaldırdılar, 'senin kıldığın namaz kabul olur mu?' dediler...
Bir süre sonra ablamlar eve gelmemeye, akrabalarımızda kalmaya başladılar. Aramalarda, iç çamaşırlarını etrafa saçarlardı, genç kızlar sonuçta...
Annem babam ilk başlarda Adalet Partisi'ne oy veriyorlardı; o dönemin sağ partisi. Bu süreç içerisinde Cumhuriyet Halk Partisi'ne geçtiler. Haksızlığın farkındaydılar. Onlarca insan, tanıdıklarımız ve akrabalarımız öldürüldü. Devletin baskısı arttığı için öfkeleri giderek devlete yöneldi..." ( Bianet )
Hayrettin Eren, 21 Kasım 1980’den beri kayıp. Arkadaşı Ahmet Öztürk ile buluşmaya gittiği İstanbul Saraçhane’de gözaltına alınmış ve Karagümrük Karakolu’na götürülmüş.
Anne Elmas Eren, haberi alır almaz karakola gitmiş ve gözaltı kayıt defterinde oğlunun adını görmüş. Karakoldaki polisler Hayrettin Eren’i Gayrettepe’deki Siyasi Şube’de gördüklerini söyleyince şubeye gitmiş, oğlunun gözaltına alınırken kullandığı arabayı şubenin bahçesinde görmüş; ancak “gözaltında böyle biri yok” yanıtı almış.
Birlikte gözaltına alındığı arkadaşı Ahmet Öztürk, “tanığım; onu hem karakolda hem de siyasi şubede gördüm” demiş ama hiçbir işe yaramamış. Çünkü savcı aileye, “Size inanıyorum ama bu davayı açarsam meslek hayatım biter” demiş.
Sonrası, 39 yıllık bir çile. Öfke, umut, bekleyiş... Bir anneye, babaya, kardeşe... yapılabilecek en büyük zulüm: "KAYIP"...
Ne yazık ki bir devlet politikası, topluma ve güzel yüreklere korku salmanın aracı olduğu için "inkar" ediyorlar.
Sırrı Süreyya Önder'in kendisi ile yaptığı röportajı bir Çerkes atasözü ile: “Atı kaybolanın kulağından at sesi gitmezmiş” diyerek bitirmişti.
"Bir kemiğine bile razıyım" dediği oğlu Hayrettin Eren'e "çiçek götürebileceği bir mezar" dahi yaptıramadan hayata gözlerini yumdu Elmas Eren.
Ama geriye onurlu bir yaşam bıraktı.
Mekanı cennet olsun. Тхъам рахъмэт къырет..
HATKO Schamis