#196 Ekleme Tarihi 19/01/2014 10:01:52
Bir iktidar değişiminin ancak seçimlerdeki halk desteği ve kamusal eylemlerle mümkün olduğu ve bunun için de dindar seçmenlerin taleplerinin karşılanması gerektiği düşüncesi. Gülen, İslam’ın kamusal hayatta daha çok görünmesi, başörtüsü, hac ya da imam-hatip okulları gibi meselelerle ilgilenmemiş, bu sebeple de seküler çevreler onu kendi Avrupalılaşmış hayat tarzlarına karşı bir tehdit olarak görmemişlerdir. Bu da özellikle bugün yapılan, Gülen hareketinin politik bir akım olmadığına dair yorumlara yol açmıştır.Fakat Gülen’in ana görüşleri sadece İslamcı hareketle ortak yönlere sahip değildi. Aynı zamanda generallerin yönetimi altında darbeden sonra icbar edilen ve Türk-İslam sentezi olarak da bilinen kültür ve eğitim politikasıyla da aynı çizgideydi. Aslında bu Kemalizm’e İslami kıyafet giydirmek anlamına geliyordu. Devletin bu yeni ideolojik konumu ile birlikte Gülen hareketi, kendisi hiçbir şey yapmasına gerek kalmadan devlet politikasının sivil toplumdaki karşılığı haline gelmişti. Bu da Gülen’in takipçilerinin ulusal-dini bir zihniyete ve sosyal-manevi bir muhafazakarlığı savunmalarını ve aynı zamanda güçlü devletin tarafını tutmalarını sağladı.
Gülen’in dünya görüşünün yeni devlet ideolojisi ile bu şekilde paralel olması ve aynı zamanda muhalefet yapmaması, Fethullah Gülen’in darbenin ardından diğer dindar eylemciler gibi rahatsız edilmemesini ve takipçilerinin de faaliyetlerini sürdürebilmelerini açıklamaktadır. 1982 yılında 100 takipçisinin polis hizmetinden uzaklaştırılması, bu gayrı resmi birliktelikte hiçbir şeyi değiştirmemiştir. Devlet kurumlarının açık desteği ile İstanbul, Ankara, İzmir ve memleketi Erzurum’un büyük camilerinde vaazlar vermeye devam etmiştir.
1980 ve 1990’larda Gülen hareketinin devlet nezdindeki cazibesi ve fonksiyonu Fethullah Gülen’in popülaritesi ve etkisi Türkiye’de zirve noktasına doksanlı yılların ilk yarısında çıkmıştır. Bu dönemde bu sefer Refah Partisi bünyesinde İslami hareketin yeniden yükselişe geçtiği görülür. Bazılarının artık yeni bir dönemin açıldığını düşündüğü “İslamcılık tehdidi”, siyasi olmayan alternatif bir İslam’ı savunan Gülen’i dine ve devletin meşruiyetine dair kamusal söylem içinde merkezi figür haline getirdi.
Doksanlı yılların başında Balkanlarda ve Orta Asya’da yeni bağımsız devletlerin oluşması karşısında hazırlıksız yakalanan Türkiye için, Gülen’in bu ülkelerde açtığı özel okullar en önemli dış kültür politikası enstrümanı haline geldiler. Gülen yurtdışındaki ilk okullarını devletin verdiği desteklerle kurdu.Böylece Fethullah Gülen Türk devletinin iç ve dış politikadaki meydan okumalarının merkezine oturuyordu. Bu dönemde Gülen Turgut Özal, Tansu Çiller, Bülent Ecevit gibi siyasi figürlerle ve izledikleri katı seküler politikalarla tanınan birçok bakanla sıkı ilişkiler kurmuştur. 1994 yılında, Gülen’in siyasi düşüncelerini sempozyum ve konferanslarla dindar olmayan toplumsal çevrelere taşıyacak olan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nı kuran Gülen, 1997 yılında Hıristiyan kiliseleri ile irtibat kurmak için uğraştı ve ilk dinler arası diyalog çalışmalarını başlattı. Bu faaliyetler çerçevesinde Şubat 1998’de Papa II. Jean Paul tarafından ağırlandı.
1980’lerden itibaren başlayan İslami uyanışa 1997 yılında generaller artık bir dur diyecek ve 28 Şubat 1997’de alınan Milli Güvenlik Kurulu kararlarıyla Erbakan hükümetinin düşmesine yol açacak bir kampanya başlatılacaktır. Gülen her zaman Erbakan’ın politikalarının karşısında yer almış ve mesela başörtüsünün kadınlar için mutlak uyulması gereken dini bir zorunluluk olduğu fikrini reddetmiştir. Gülen aynı zamanda MGK tarafından Erbakan hükümetine verilen ültimatomların da arkasında yer almıştır. Generallerin İslami kesime yönelik önlemleri Gülen’in okulları ve vakıflarına da yönelmiş olsa da, Gülen askeri desteklemeyi sürdürmüştür.
Fakat Refah Partisi’nin iktidardan düşmesiyle beraber, Gülen de egemen elit karşısındaki merkezi politik fonksiyonunu da kaybetmiştir. Her geçen gün artan bir baskı ile karşı karşıyadır. 1999 yılında vaazlarından gerçek ya da sahte parçalar kullanılarak Gülen hakkında bir medya kampanyası başlatılır. Fakat Gülen zaten 31 Mart 1999’da tedavi görmek üzere, bugün hâlâ yaşadığı ABD’ye gidecektir.
Türkiye’deki dini bağlam içinde Fethullah Gülen ve hareketi
Fethullah Gülen’in İslam ilahiyatına dair görüşleri hakkında merak uyandırıcı değerlendirmeler yapılmaktadır. Tabii, Gülen bir reform ilahiyatçısı değildir, ortodoks Türk yaklaşımlarının dışında yer alan bir Kuran, hadis ya da sünnet yorumu yapmamaktadır. Gülen Kuran’a hermönetik ya da tarihselci-eleştirel bakışa sahip reform ilahiyatçılarını da etkilemiş bir isim değildir. Kadının yeri gibi bazı noktalarda, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da gerisine düşmektedir.
Nakşibendiye tarikatının etkisi
İlahiyat çerçevesinde bakılırsa, Gülen Nakşibendiye tarikatı geleneği içinde yer almaktadır. Bu tarikatın öğretileri Müslüman toplumun Hz. Peygamber’in zamanındaki mükemmel konumundan her geçen gün uzaklaştığı kabulüne dayanır. Bu uzaklaşma karşısında 4 tutum geliştirilmelidir: Kuran’ın getirdiği hükümlere sıkı sıkıya bağlanılması; Allah’a kişisel yönelimden ziyade toplumun ahlaki ve manevi düzeninin sağlanması; Allah’ın her yüzyılda bir dini yenileyecek bir kişi gönderdiği inancı; ve her an Allah’ın huzurunda olunduğunun bilincine varılması ve algıladığımız dünyada Allah’ın yaratıcılığının farkına varılması.
Fethullah Gülen’in dini görüşlerinin toplumsal olarak etkili olduğu yerlerde, onun duruşunu bu dört Nakşibendi prensibinin modernize edilmiş versiyonları olarak okumak mümkündür. Gülen öncelikle Kuran’ın herhangi bir metaforik yorumunu ve koyduğu kuralların görelileştirilmesini reddeder. İkinci olarak Gülen de, Allah’ı tanımak için şahsi bir yol olamayacağını söylemektedir. Gülen’e göre inanç öncelikle cemaatin sosyal ve manevi düzeninin sağlanması yolunca yapılan çalışmalarla gerçekleştirilir. Bu anlamda bireyler ilahi selamete ancak diğer cemaat mensuplarıyla irtibat halinde olmakla ulaşabilirler. Bu anlamda hayata dair şahsi planlar söz konusu olamaz, şahsiyetçilik ancak cemaati zayıflatmaktadır. Türkçe yazılarında Gülen destekçilerine, “erler”, “askerler”, karanlığın karşısındaki “ışık şövalyeleri” şeklinde hitap etmektedir. Doktrinin bağlıları kendilerini manevi liderlerine gönüllü olarak sunarlar. Kİ bu manevi kılavuz Gülen’in kendisidir. Dördüncü madde olan her an Allah’ın huzurunda olma bilinci ve evreni Allah’ın varlığının bir aynası olarak görme inancı ise modernize olurken en fazla değişikliğe uğrayan prensiptir. Fakat öğretideki bu yenilenmeyi sağlayan kişi Gülen değil, Said-i Nursi’dir.
Said Nursi’nin etkisi
Nursi’nin eserlerini yazdığı dönemde hızlı bir sekülerleşme söz konusuydu. Nursi için öncelikle dinin geleceği tehlike altındaydı. Doğa bilimlerinin ortaya koyduğu ilkelerden materyalizm, darwinizm, pozitivizm gibi düşünceler doğmuştu. Nursi Nakşibendiye’nin bu dördüncü ilkesini, Allah’ın yaratıcılığını tabiatta görmek şeklinde yorumladı. Modern bilimin çıkarımlarını dünya görüşüne entegre etmeye çalıştı. Yaratıcılığın çıplak gözle somut tabiat üzerinde görülebileceğini ve bütün bunların altında ilahi bir dizayn olduğunu söyledi. Bu ilahi dizayn tabiat incelenerek anlaşılabilirdi.
Bu şekilde yazılarıyla Nursi Türkler arasında yeni bir hareketin kurucusu oldu. Bütün ülkede İncil halkalarına benzer çalışma çevreleri oluştu ve bunlar Kuran ışığında modern tabiat bilimlerini anlamaya çalıştılar. Böylece tabiat bilimleri ve seküler okul sistemi karşısında inançları tehlikede olmayacaktı.
Nursi siyasi olarak da farklı yollardan ilerledi. Anayasalcılığın ve katılımcı demokratik hükümet sisteminin İslam’la uyuşabileceğini düşünen az sayıdaki dini alim arasında yer alıyordu. 1909’da Osmanlı Anayasasının yeniden yürürlüğe konmasını sevinçle karşılamış, 1950’de ise Demokrat Parti’nin tek parti dönemini sona erdirmesi üzerine yeni cumhurbaşkanı Celal Bayar’a tebrik mesajı yollamıştı. Onun ölümünden sonra da takipçileri seküler –milliyetçi ve devlet merkezli CHP’ye tek alternatif olduklarını düşündükleri merkez sağ partileri desteklemeye devam ettiler. Nursi, yeni bir bakışla sekülerleşmenin Avrupa’yı da bütün olarak tehdit ettiğini söylemiştir. Bu anlamda dine yaklaşımları açısından olumlu ve olumsuz iki Avrupa söz konusuydu. Özellikle doğu bloku ülkeleri materyalizmi desteklemeleri ile olumsuz Avrupa’nın içinde yer alıyordu. Nursi, materyalizmin ve komünizmin karşısında duran Hıristiyanları “Müslüman Hristiyanlar” olarak tanımlıyordu.
Fethullah Gülen Nursi’nin omuzları üzerinde yükselmektedir. Fakat kendisini de açıkça Nursi üzerinden tanımlamamıştır, zira Nursi’nin metotlarını kendine özgü bir hale sokacak ve faaliyetlerin yönünü değiştirecektir. Zira zamanında dini rolü sebebiyle kovuşturmalara uğrayan Nursi için asıl önemli olan dinin selametiydi. Gülen ise, kendi Müslüman toplumu vizyonu için ahlak ve maneviyatı yeniden inşa etmeyi hedeflemektedir. Onun için en önemli mesele dinin varlığını devam ettirmesi değil, yeni bir toplum için dindar bir elit sınıfı yetiştirmektir.
Nursi Cumhuriyet kadar Osmanlı dönemindeki zaafları da gördüğü için öncelikle siyasi özgürlük ve ilerleme üzerinde durmuştur. Gülen ise Osmanlı İmparatorluğunu idealize etmektedir. Kürt olan Nursi, Türk milliyetçilerinin baskıcılığını yaşadığı için sadece özgürlükçü düşünceleri değil aynı zamanda İslam ümmetinin ilkeleri ile de hareket etmiştir. Gülen içinse, ulusal kimlik onun İslam tanımının önemli bir parçasıdır. Gülen Türk kültürünün üstünlüğünü vurgulamakta ve Türk İslamının diğer milletlerin yaşadığı İslam’dan daha üstün olduğunu söylemektedir Açıkçası Gülen’den bazen sanki din millet için var izlenimi almak mümkündür. Gülen erken dönem yazılarında devletin ve milletin bütünlüğü fikrine karşı olan herkese, öncelikle de Kürtlere ve Kürtçe konuşan Alevilere karşı düşmanlık beslemiştir.
Türkiye’deki sosyo-kültürel gelişim bağlamında Fethullah Gülen hareketi
Fethullah Gülen hareketinin 1980’lerde askerler tarafından tolere edilmesi, 1990’larda seküler hükümetlerce desteklenmesi ve 2000’lerde Adalet ve Kalkınma Partisi ile işbirliği halinde olması, bu hareketin son 20 yılda nasıl bu kadar büyüdüğünü tek başına açıklamaz. Fakat bunun ipucu yine de siyasettedir. Gülen hareketi, siyasal İslam’ın görünür olmasına paralel olarak büyümüştür. Cumhuriyet kurulduğunda Türkiye’de şehirli nüfus toplam nüfusun %10’u kadardır. Kemalistlerin Batılı hayat tarzını teşvik etmeleri ve dini marjinalleştirmeleri, şehirliler ile köylüler arasında hayat tarzı olarak bir uçurumun oluşmasına neden oldu.
Radikal İslamcı hareketler ilk olarak işte bu sosyal olarak marjinal kalmış toplumsal kesimlerde ortaya çıktı. Azgelişmiş bölgelerdeki ya da şehre göç etmiş insanlar, seküler devlete cephe alarak İslami normlara göre bir hayat talep ettiler. Bugün ise, söz konusu toplumsal kesimler içinden yükselen kişilerin eğitim kurumlarına, devlet bürokrasisine, ekonomiye ve siyasete entegre olduklarını görüyoruz. Bu toplumsal başkaldırış, Fethullah Gülen’in dini hayatın organizasyonuna ya da Cumhuriyete karşı siyasi bir çalışma yürütmektense, inançlı nüfusun eğitim durumunu yükseltme yönünde karar vermesini sağladı. Bu eğitim ağlarındaki öğretmenler ve öğrenciler ile bunların çoğu Anadolu kökenli müteşebbis olan maddi destekçileri, aynı zamanda düşük ya da bölgesel kesimlerden gelen devlet memurları, Gülen’in stratejisinde Müslüman kalarak kendi sosyal ve iktisadi çevrelerini genişletme imkanı buldular. İnançları ve milletin çıkarları ile uyumlu bir şekilde daha iyi bir eğitim ve toplumsal statüye kavuşabiliyorlardı. Bu sebeple Gülen hareketi Cumhuriyet dönemindeki derin bir sosyo-kültürel biçimlendirmenin sonunun başlangıcı anlamına geliyor. Tabii bu sadece onlar için değil, birçok açıdan sivil toplum içinde gelişmiş olan Gülen hareketinin siyasi aynadaki yansıması olarak görülebilecek AKP için de geçerlidir.
Bugünkü hükümetle sosyal ve kültürel paralellikler AKP ve Gülen hareketinin ikisi de, oluşan ya da oluşmakta olan bir Müslüman orta ve yüksek sınıfa delalet etmektedir. Bunlar artık Kemalist devlete karşı siyasi bir meydan okuma içinde değildir, fakat destekçileri yavaş yavaş mevcut siyasi ve iktisadi yapılara entegre edildikçe, devlet ve toplum da değişecektir. İki grubun da iktisadi dinamiklerini Müslüman muhafazakar nüfus oluşturmaktadır, ikisi de Müslüman müteşebbisler üzerine bina edilmiştir. Her ikisinin de eğitimli elitleri mevcuttur, fakat AKP daha önceki İslamcı kadrolar tarafından da desteklenmektedir.
İki hareketin de dünya görüşü Müslüman ahlak ve maneviyatı ile Türk milli kimliğini birleştirmektedir. İkisi de güçlü bir Türkiye bilinci ile hareket etmekte ve Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada etki sahibi olmasına dair bir vizyonu paylaşmaktadır. İkisi de Türkiye’yi kendi bölgesinde, bu ister AKP’nin jeopolitiği olsun ister Gülen hareketinin ahlaki ve manevi değerleri ile sosyal idealleri olsun, Batı etkisine karşı bir denge unsuru olarak görmektedir. Aynı zamanda iki hareket de, dindar, sosyal muhafazakar kesimlerin değişim kapasitesine şahitlik etmektedir.
Fakat Gülen hareketinin faaliyetleri, inançlı insanları seküler eğitim ile modern hayata hazırlamakla, Müslüman Türk cemaatine hizmet aracılığıyla Müslüman kimliğini güçlendirmekle sınırlı değildir. Gülen ve takipçileri gerçek muhafazakar ahlak ve maneviyatına sahip olarak da bir anlayış geliştirmişlerdir. Fakat hareketin bu yönü, muarızları arasında eleştirilere ve endişelere yol açmaktadır, zira muhafazakar ahlakı güçlendirmek, kendisini hem İslam’ın emirleri hem de ulusun gerekleri şeklinde deklare edecektir. Bu da bireyler üzerinde neredeyse totaliter bir anlama sahip olacaktır.
Gülen’in takipçileri için bu aslında hareketi cazip kılan ayrı bir unsurdur. Şehirleşme ile birlikte insanlar eski toplumsal düzenin koruyucu olduğu kadar cezalandırıcı kolektif yapısından da mahrum kalmış durumdalar. Bu da bu topluluklar arasında anominin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Gülen hareketi ve kurumları işte bu insanlar üzerinde söz konusu kayıp sosyal kontrolü sağlıyorlar. Tabii bu aynı zamanda beraberinde inancın güçlenmesini, ahlak ve maneviyatın içselleştirilmesini de getiriyor. Modernleşmenin ahlak ve maneviyat üzerinde yarattığı kriz göz önüne alındığında Gülen hareketi, sanayi devrimi dönemindeki yeniden Hıristiyanlaşma hareketin anımsatmaktadır.
Hükümet ile Gülen hareketi arasındaki bir başka ortak nokta da, ikisinin de Türk gençliğinin seküler bir tarzda yetişmiş olmasından endişe duymasıdır. Başbakan Erdoğan bu sebeple “dindar gençlik” yetiştirmeyi bir hedef olarak belirlemiştir.
Türkiye’deki güncel siyaset içinde Fethullah Gülen hareketi
Hükümetin askerin müdahalelerine karşı mücadelesi Son yıllardaki davalarla birlikte Türkiye’de ilk defa hükümet muhtemel bir hükümet darbesi olma ihtimalini ortadan kaldırmış görünüyor. Bu bazı kanıtların üzerinde maddi hataların bulunmasına, yani kanıt üretildiğine dair şüphelerin olmasına rağmen gerçekleştirilebilmiştir. Bütün bu süreçler seçilmiş hükümeti korumak, hukuk düzenini ve demokrasiyi savunmak adına gerçekleştirilmiştir. Liberal güçler de bunu tarihi bir ilerleme olarak karşılamıştır. Fakat bütün bu kampanya az ya da hiç hukuk devleti geleneği olmayan bir polisin ve yargının eseri olarak ortaya çıkmıştır. Bunların eylemleri bugüne kadar siyasi olarak tanımlanmış ve belirli kesimlerin çıkarlarını savunduğu yönünde değerlendirilmiştir.
Gülen hareketi ve AKP’nin kurduğu birlik Fethullah Gülen hareketi bu kavgada ilk defa “devlet” güçlerinin karşısında ve AKP’nin yanında yer aldı. Bu ittifakın liderliğini AKP’de olması bir gereklilikti. AKP uzun süredir eski liderleri Necmettin Erbakan’ın düşüncelerini terk etmiş ve devlet ve toplumu dönüştürmek için Gülen çizgisine yakınlaşmıştı. Gülen’in saf değiştirmesinin sebebi ise, kendi örgütünün 1997’den beri devletin hedefinde yer almasıydı. Daha sonradan ortaya çıktığı üzere, askerler hareketi terörist bir örgüt olarak yansıtmak için birtakım operasyonlar geliştirmişlerdi.
AKP için Gülen hareketinin desteği merkezi bir öneme sahipti. Dindar kimliklerini dışarıda teşhir etmekten vazgeçmeleri ve Gülen’in devlet ile işbirliği yapması sebebiyle, hareketin takipçileri doksanların başından itibaren birçok temizlik operasyonuna rağmen devlet bürokrasisine, özellikle polis ve yargının içine, ama askeriyeye de yerleşmişlerdi. AKP mensupları ise bunda ancak sınırlı düzeyde başarılı oldular, zira 2007 yılında görevi bırakana kadar Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer buna engel oldu.
Aslında, 2000 yılından itibaren Gülen’in destekçilerinin bürokrasi içinde sistematik bir biçimde kadrolaştıkları bildirilmektedir. Hareketin sözcüleri bu stratejiyi, hukuki güvenlikleri garanti altına alınamadığından Müslüman cemaatler için bürokrasinin içine demir atmaktan ve dolayısıyla kamusal otoriteyi etkilemekten başka çare olmadığını söyleyerek savunuyorlar.
2003-2004 yıllarında Gülen hareketine ait web sitelerinde ilk defa darbe planları yayımlanmaya başladı. Hükümete yakın gazeteciler, hareketin hizmetlerini “Ergenekon komplosuna” karşı kullanmaktan çekinmediler. Yargının sol liberal mensupları ise duruma eleştirel yaklaşıp, Ergenekon sürecinin yürütüldüğü stratejinin 2006 yılında Gülen kadroları tarafından hazırlandığını söylediler. Buna göre soruşturmanın yönü her zaman polisin içinde Gülen’e yakın isimler tarafından belirlenmiştir. Bu soruşturmalardan birkaç yıl önce, Gülen hareketi ile bağlantılı hukukçular Özel Yetkili Mahkemeler’de örgütlenmişlerdir. Gülen’in sempatizanlarının ÖYM’ler üzerinde güçlü etkisinin bir diğer göstergesi, hükümet 2012 yazında ÖYM’lerin kapatılarak buradaki soruşturmaların daha yüksek ceza dairelerine aktarılması girişiminde bulunduğunda, harekete bağlı medyada yapılan heyecanlı konuşmalardır.
Gülen hareketinin güvenlik güçlerinin ve yargının kilit noktalarına dikkatlice kendi adamlarını yerleştirdiğine şüphe yoktur. Bu kadronun söz konusu sürecin gidişatı üzerine etkisine dair yargılar ise çeşitlidir. Dindar muhafazakar kesim Türk politikası üzerinde kendi artan etkisi üzerinde dururken, bu soruşturmaları gerekli bir demokratikleşme süreci olarak değerlendirmekte ve bürokrasideki Gülen hareketi mensuplarının bunu sağladığını söylerken, seküler kesim Gülen ağını gizli ve demokratik açıdan meşru olmayan bir örgütlenme olarak değerlendirmektedir.
Gülen’in takipçilerinin etkisini birkaç faktör açısından değerlendirmek gerekmektedir: Türk bürokrasisi her zaman ideolojik, dindar ve çeşitli partilere mensup grupların yoğun mevzi savaşlarının yaşandığı bir alan olmuştur. Bununla birlikte, ordu çoğunlukla seküler eğilime sahip olmuş, polisin içinde ise dindar-gelenekçi kesimler yer almıştır. Bu ayrım Osmanlı dönemine kadar götürülebilir, zira ordu Batılaşma hareketinin taşıyıcısı olmuştur. Son yıllarda muhafazakar aktörlerin ülkenin siyasi, iktisadi ve kültürel elitine entegre olduğu düşünülürse, bürokrasinin de bundan etkilenmemesi düşünülemez. Bütün bunlar Gülen kadrolarının gücünü göreli hale getirmektedir. Fakat bu bütün bu soruşturmaların bu kadroların etkisi ve denetimi olmadan yürütüldüğü anlamına gelmez. Bu süreci yürütebilecek yegane grup Gülen kadrolarıydı. Bu sebeple Gülen hareketinin bu mevzi savaşında merkezi bir rol oynadığı ve bu oyunu oynamaya kabiliyeti olduğunu görüyoruz, zira güvenlik güçlerinin büyük çoğunluğu bu hareketin siyasi ve sosyal manevi yönelimini paylaşmaktadır.
Gülen hareketi ve AKP arasındaki güncel kavga
Fethullah Gülen hiçbir zaman 12 Eylül 2010 referandumundaki kadar açık bir şekilde AKP’ye destek vermemiştir. Mesele o kadar önemlidir ki “ölüler bile mezarlarından çıkıp evet oyu vermelidir”. Bu süreç, Gülen ile hükümetin aynı safta olduğu son olay olmuştur. Daha 2010 Haziran’ında Gazze’ye yardım götüren filo sebebiyle ayrı düşmüşlerdir. Hükümet Mavi Marmara gemisinde ölenleri şehit ilan ederken, Gülen ise Wall Street Journal’da filoyu İsrail’in otoritesi karşısında meşru olmayan bir hareket olarak eleştirmiştir. Bu da hükümet ile Gülen arasındaki ilk açık fikir ayrılığını oluşturmuştur. Bugünkü gerginliğin ardında ise birbirleriyle ilişkili üç ayrı durum yatmaktadır:
İlk olarak Ergenekon davasında hükümete yardımcı olan bürokrasideki Gülen hareketine mensup isimler kendi çıkarlarına hareket etmekle suçlanmaktadırlar. Erdoğan’ın kendisi, ÖYM’lerin ve buralarda görevli savcıların “devlet içinde devlet” gibi hareket ettiklerini söylemektedir. Hükümete yakın medya, ordu tasfiye edildikten sonra Gülen hareketinin bütün bürokrasiyi ele geçirerek yeni bir vesayet rejimi kurma peşinde olduğunu söylemektedir.
İkinci olarak hükümet ve Gülen hareketinin siyasi fikirleri arasında bir ayrışma yaşanmıştır. Eylül 2011’de MİT ile KCK arasında görüşmeler yapıldığına dair belgeler kamuoyuna yansıyınca, Şubat 2012’de ÖYM savcıları MİT müsteşarı Hakan Fidan’ı çeşitli suçlamalarla ifade vermeye çağırmıştır. Erdoğan ise bu duruma sonraki hedefin kendisi olduğunu söyleyerek karşı çıkmış ve hem MİT mensuplarının yargılanması ise ilgili mevzuatı değiştirtmiş hem de Temmuz 2012’de ÖYM’lerin sayısını ciddi ölçüde azaltmıştır. Bu önlem ÖYM’lerde görevli hakim ve savcıların yerinin değiştirilmesinin ve Gülen kadrolarının marjinalleştirilmesinin önünü açmıştır. Bugün Gülen ağının sözcüleri bu olayda herhangi bir sorumlulukları olduğunu reddetmekte ve Gülen’in her zaman Kürtlerin kültürel özgürlüklerini savunduğunu belirtmektedir. Gülen hareketinin basını ise bu süreçte hep polisin yanında yer almıştır. Olayın üzerinden 20 ay geçmesine rağmen hükümetin medyası Gülen hareketinin Kürt meselesinin çözümü önündeki büyük bir engel olduğunu söylemektedir. Tabii siyasi farklılıkların hükümetin Gülen hareketine cephe almasının gerçek sebebi olup olmadığı da şüphelidir.
Bunun bir göstergesi, hükümetin korkularının aksine Ergenekon davalarının yanında KCK davalarını da yöneten ÖYM’leri kapatmamasıdır. Hükümet bunları kapatmayarak aslında çeşitli kanatlar arasında bir denge gözetmiştir, zira ÖYM’lerin kapatılması Ergenekon sanıklarının serbest bırakılarak ordunun yeniden güçlenmesi gibi süreçleri de beraberinde getirebilirdi. ÖYM’lerin varlığı aynı zamanda hükümet üzerindeki baskıyı Gülen hareketine yönlendirmeyi sağlamaktadır.
Gülen hareketinin hükümete karşı bir tutumdan vazgeçmesi, dışarıdan bakanları şaşırtmaktadır, zira bürokrasi içinde ne kadar güçlenirseniz güçlenin askerin desteği olmadan gerçekten etkili olmanızın mümkün olmadığı ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple bu süreçte hareketin siyasi intiharını gerçekleştirdiğinden söz edilmektedir. Hareketin önceki tutumundan vazgeçmesinin ardında üç sebep olduğu söylenebilir:
Öncelikle son on yılda hareket siyasi, iktisadi ve finansal imkanlar açısından çok büyümüştür. Bu anlamda hareketin mensuplarının beklentileri de yükselmiştir. Rant elde etmeye dönük bir iktisadi yaklaşım açısından son süreçler, bürokrasideki mevkileri, devlet ihalelerin paylaşımını, inşaat alanlarının tayinini ve önceden özel kaynaklarla sağlanan yurtiçi ve yurtdışındaki eğitim kurumlarına sağlanacak devlet desteğini de etkilemektedir.
Hareketin bu yüksek kazanç beklentilerinin yanında, ikinci olarak, Fethullah Gülen’in ölebileceğine dair korkusu da söz konusudur. Gülen’in sağlığının kötü olduğu ve Gülen’in yokluğunda hareketin dağılacağı söylenmektedir. Bunun yanında hareketin yurtdışındaki yayılması da yavaşlamıştır. Zira Orta Asya hükümetlerinin önceden harekete tanıdığı imtiyazlar kesilmiş, Orta Doğu’da ise gittikçe radikalleşen ortam Gülen’in ılımlı İslam yaklaşımını zora sokmaktadır.
Üçüncü olarak daha hükümetle Gülen arasındaki çatışma ortaya çıkmadan, polisin içinde Gülen kadrosu büyük bir darbe almıştır. Mart 2011’de, o güne kadar Genelkurmay Başkanlığı’nda bulunan ve Türkiye’deki en büyük izleme sistemi olan Genelkurmay Elektronik Sistemler’i (GES) MİT’e devredilmiştir. Askerin zayıflaması beraberinde Gülen’in içinde iyi organize olduğu polisin güçlenmesini getirmemiştir, fakat bundan Erdoğan’ın kontrolünde olan MİT kârlı çıkmıştır.
Hükümet hareketin en önemli gelir kaynaklarından olan dershanelerin kapatılacağını ilan ederek, Eylül ve Elim 2013’te Gülen hareketi üzerinde baskı uygulamıştır. Bu da hükümetin bu ayrılıkta güçlü el konumunda olduğunu göstermektedir. Hareket için küçük bir siyasi fırsat ancak AKP’nin lider kadrosu değişmesi ya da 30 Mart 2014 yerel seçimleri için çok zayıf bir olasılık olarak karşımızda duran partinin bölünmesi durumunda doğabilir. Fakat bunun emareleri daha görünmemektedir.
Uluslararası aktör olarak Fethullah
Gülen hareketi ABD’de Gülen hareketi ABD’de Gülen hareketinin imajı aldıkları bazı darbelere rağmen Türkiye’de ya da Almanya’dakine göre daha olumludur. Yarı-resmi bir açıklamada Gülen’in İslam’ın kendisine özgü, Türk yorumunu ortaya koyduğu, bunun da özgün tarafının terörizmi kınaması, dinlerarası diyalogu ve kültürler arası anlayışı vurgulaması, seküler-demokratik kontrol mekanizmaları ve hayat tarzlarını göz önüne alarak modern teknoloji ve sanayi ile de dost olabildiği söylenmiştir. Doğu-Batı Enstitüsü 2011 yılında her yıl verdiği Barış İnşası Ödülünü Fethullah Gülen’e vermiş, Kofi Annan ve ABD’nin iki eski dışişleri bakanı James Baker ve Madeleine Albright da Gülen hakkında övgü dolu konuşmalar yapmıştır.
Gülen’in takipçilerinin ABD’deki faaliyet alanları çok çeşitlidir: okullar, medya şirketleri, düşünce ve lobi kuruluşları, danışmanlık ve diğer iş faaliyetleri. Türk Amerikan İttifakı (Turkic American Alliance) adlı bütün bu faaliyetler için örgüt bir çatı organizasyonu olma vazifesini görmektedir. Gülen hareketinin yayıldığı faaliyet ağını tam olarak betimleyebilmek profesyoneller için bile mümkün değildir. Çeşitli bölgelerde Gülen örgütü içinde çalışan Bayram Balcı “Bugün hareketin kalbi ABD’de atıyor” demektedir.
Gülen ABD’ye yerleştikten hemen sonra takipçileri burada dinlerarası diyalog faaliyetlerini başlatmış ve “Rumi Forumu”nu kurmuşlardır. Forumun açılış videosunda Bill Clinton ve İslam üzerine araştırmalar yapan John Esposito dikkat çekmektedir. Aslında Nakşibendiye öğretileri gereği mutasavvıfların yolunda uzak duran Gülen, doksanları başından itibaren tasavvuf metinlerine dönmüştür. Fakat bu atıflar ve forumun ismini bir sufiden alması, araçsal ve pragmatiktir ve muhtemelen Sufi İslam’ın Ortodoks İslam’ın aksine ABD’de sahip olduğu olumlu imajdan faydalanmak istemektedir. Hareket burada birçok akademisyenin ve siyasi elitin desteğini alabilmiştir.
Harekete Türkiye’de sol ya da sağ kesimden yapılan eleştirilerde, önceden Batı’ya dair çizilen olumsuz imaja tersine somut dış politika meselelerinde Gülen’in sürekli Amerika yanlısı bir pozisyonda bulunduğunu söylemektedirler. ABD’nin doksanlarda eski Sovyetlere ait Orta Asya bölgelerindeki etkisini artırabilmek için Türkiye’yi teşvik ettiğini ve Gülen cemaatinin de Orta Asya’daki okullarını kurarken CIA’den destek gördüğünü belirtmektedirler. Seksenli ve doksanlı yıllarda Türkiye’deki İslami çevreler Gülen’in İran karşısında Amerikan’yı desteklemesini ve 1991’de olduğu gibi ikinci Körfez Savaşında da Amerika’nın Irak’ı bombalamasını nasıl meşru gördüğünü açıklamakta zorlanıyorlardı. Aynı zamanda hareketin Washington tarafından siyasi bir enstrüman olarak kullanıldığına da işaret ediyorlardı. Son zamanlarda MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın yalnızca Fethullah Gülen’in gözünde değil aynı zamanda ABD kamuoyunda da rahatsızlık yarattığı ortaya çıkmıştır. Türkiye’de ise Fidan’a yönelik eleştirilerin esasında Erdoğan’ı hedef aldığı şeklinde yorum yapılmıştır.
Gülen’in hedefleri ile ABD’nin çıkarları arasında bazı noktalarda örtüşme olduğunu, hareket hakkında olumlu bir imaj sunan ABD’li din bilimci Helen Rose Ebaugh da söylemektedir. Hareketin ABD’de Avrupa’dan daha fazla takdir görmesi, ABD toplumunun daha dindar ve dinin sosyal davranışlarda daha belirleyici olması ile açıklanabilir. Fakat hareketin olumlu imajı üzerinde bazı çatlaklar da oluşmuştur. Bu çatlakların üç gelişme sebebiyle ortaya çıktığı düşünülebilir.
Öncelikle Gülen hareketinin, son yıllarda İslami kimliğini, Osmanlı geçmişini ve Müslüman dayanışmasını vurgulayan AKP ile olan geçmişteki ilişkisi bilinmektedir. Özellikle Türkiye’nin İsrail ile yaşadığı gerginlikler, ılımlı İslam’ın uzun vadeli niyetlerine dair şüphe oluşturmuştur. Hareketin prestiji üzerindeki hassas bir çizik de, Türk polisi ve yargısı içine Gülen’in takipçilerinin sızdığına dair haberlerle oluşmuştur. Bu durumda Gülen’in öğretilerine ve hareketin şeffaflığına dair şüpheleri pekiştirmiştir.
Şeffaflık eksikliği, harekete yakın duran ve sözleşmeli okullar `charter schools` denen, idarecileri medyaya çeşitli ticari firmalar üzerinden yansıyan okullar için de geçerlidir. Gülen hareketinin 120’den fazla bu tarz sözleşmeli okulu olduğu düşünülmektedir. Yalnızca Türk öğretmenlerin buralarda çalışması, iktisadi faaliyetlerinin şeffaf olmaması ve bu okulların Fethullah Gülen’in okulları ile olan ilişkisinin en başta reddedilmesi eleştiri konusu olmaktadır.
Avrupa’daki Müslüman-Türk diaspora içinde Fethullah Gülen hareketi
Batı Avrupa devletlerinde Gülen hareketi ABD ya da Orta Asya ve Balkanlar’da olduğundan daha farklı koşullarla karşı karşıyadır. Gülen hareketi, Türk kökenli göçmenleri hedef grup olarak gören diğer Müslüman-Türk örgütlere göre 30 yıl geç gelmiştir bu ülkelere. Avrupa’da hareket Türkiye’de olduğu gibi Said Nursi’nin eserlerini merkeze alan çalışma halkaları üzerinde durmaktadır, fakat işçilerin sosyal çalışma koşulları yüzünden bu halkalar fazla yayılabilmiş değildir. Gülen’in seküler eğitimli Müslüman elitini oluşturabilmek için bir yandan gerekli kurumlar finanse edebilecek Türk müteşebbisler, diğer yandan ise yerel dili çok iyi düzeyde konuşabilen büyük sayıdaki genç nüfus sorumluluk almaktadır. Bu sebeple ikinci ve üçüncü kuşak göçmenler, Gülen’in hedefleri açısından çok önemli bir yerde durmaktadır.
Diğer örgütlere göre geç davranmış olsa da Gülen hareketi birçok Avrupa ülkesinde Türk toplumu üzerinde en etkili cemaat konumundadır. Peki bu başarının ardındaki sebep nedir?
Gülen hareketinin diğer Müslüman-Türk birliklerine karşı tutumu
Fethullah Gülen hareketi, Almanya’da sürekli olarak kendine içine kapanmakla ve paralel toplumlar oluşturmakla eleştirilen İslam Kültür Merkezleri Birliği (VIKZ), İslam Toplumu Milli Görüş (IGMG) ya da Türk devletinin organize ettiği Diyanet İşleri Türk-İslam Birliği (DİTİB) gibi birliklerden uzak durmaktadır. Kuran kursları açmak yerine daha çok zayıf öğrenciler için yardımcı kurslar, dershaneler açmaktadır. Cami inşa etmek yerine, özel okullar, özellikle de jimnazyumlar açmaya çalışmaktadır. Başörtüsü, minare gibi İslami sembollerin kamuoyunda daha fazla görünmesi için uğraşmak yerine, kültürlerarası diyalog merkezleri kurmaktadır. Ve ticari ve eğitim şartları sebebiyle dezavantajlı konumda olan göçmenleri siyasi olarak yönlendirmektense, ticari birliklerin kurulmasını teşvik etmekte ve ev sahibi ülkenin siyasi, kültürel ve iktisadi eliti ile irtibat sağlamaya çalışmaktadır. Bütün olarak bakıldığında bu tutumlar Gülen hareketinin dinin siyasallaştırılmaması ve seküler eğitim aracılığıyla dindar elitlerin yetiştirilmesi şeklinde olan Türkiye’deki algısı ile uyuşmaktadır.
Gülen hareketi Avrupa’da diğer Müslüman birlikler ile irtibata geçmeye ya da birlikte çalışmaya da çalışmamaktadır. Gülen hareketine yakın duran girişimler bunun yerine kiliselerle diyalog çalışmaları yürütmektedir. Gülen hareketinin bu çalışmaları, Müslümanların ev sahibi ülkenin kamuoyunda daha fazla görünmesini önemsemeyen tutumu ile birlikte, “Hıristiyanlaşma temayülü” olarak yorumlanmaktadır. Harekete yakın duran araştırmacılar bu çalışmaları övse de, göçmenlerin asimilasyonuna yol açmama konusunda da uyarmaktadır.
Almanya’da harekete yönelik bir eleştiri olarak Köln’deki “Diyalog” jimnazyumunun durumu gösterilebilir. Hareketin Nordhein- Westfalen’daki faaliyetlerinin bir uzantısı olan bu lisede Katolik ve Evangelik din dersleri bulunmakla beraber, İslam’a dair bir ders bulunmamaktadır. Aslına bakılırsa Gülen’den ilham alan liselerin hepsinde, Nordhein-Westfalen eyaletinin eğitim yasası buna izin verse de İslam dersi göz ardı edilmiştir. Almanya’daki okullarda ABD’deki, Orta Asya ve Balkanlardaki okulların aksine öğretmenlerin çoğunun Alman kökenli olması da Müslümanlar tarafından eleştirilmektedir.
Gülen hareketinin Müslüman-Türk diasporası için cazibesi
Uzun yıllar boyunca Avrupa’daki Türk göçmenler çocuklarının Müslüman kimliklerini koruyamamalarından endişe duyduklarından çocuklarını Türkiye’deki okullara yolladılar. Bugün bunların çoğunun Nursi ve Gülen tarafından inşa edilmiş yolu takip etmeleri ve aynı zamanda seküler eğitim aracılığıyla kendi dindar kimliklerini de güçlendirmeleri “devrim” olarak nitelenebilir.
Fethullah Gülen hareketinin bilimi öğrenmeyi ve bunu aktarmayı onaylayan ve meşru gören öğretileri, bugün birçok Türk göçmenin gözünde sosyal düzeyde yükseliş için rekabete girmenin meşruiyetini de oluşturmaktadır. Bugün sadece Nordhein-Westfalen’de 60’dan fazla Gülen’den ilhamını alan eğitim birliği bulunmaktadır.
Almanya düzeyinde bu sayı 300’ün üzerindedir. Rhein ve Ruhr bölgesinin büyük şehirlerinde bu kurumların sayısız şubesi mevcuttur. Gülen tarafından hayata geçirilen ve inançlı Müslümanlara sunulan bu eğitim girişimlerinin Almanya’da bu derece başarılı olması, Alman eğitim sisteminin göçmen ailelerin çocuklarına yüksek kalitede bir eğitim sunamaması ile de ilgilidir. “Dialog” jimnazyumundaki öğrencilerin sadece %10’unun ebeveynlerinden biri bir lise (ya da dengi bir okulu) mezunudur. Gülen hareketinin okulları bu sebeple göçmenlerin iyi bir eğitim alabilmesinin araçları konumundadır.
Eğitimde Türk diline, kültürüne ve kimliğine ayrılan yer Avrupa ülkeleri içinde ve aynı zamanda Almanya’nın eyaletleri arasında da farklılaşabilmektedir. Belçika da hareket Orta Asya, Balkanlar ve Afrika’daki tutumundan farklı olarak, Türk kimliğine herhangi bir vurgu yapmaktan geri durmaktadır. Almanya’da da okullar diğer göçmen kökenli ve aynı zamanda Alman aileler için de cazibe merkezi olmaya çalışmaktadırlar. Türkçe Stuttgart’ta kullanılmamakta, Berlin’de ise ikinci dil konumundadır. Dünya çapında Türkçe Olimpiyatları olarak bilinen organizasyon, Almanya’da entegrasyon söyleminin bir parçası olarak Alman-Türk Kültür Olimpiyatları olarak gerçekleştirilmektedir. Hollanda’da ise bir çevre olimpiyatı formunda yürütülmektedir.
Fakat bütün bu eğitim ve diyalog çabalarına rağmen Gülen hareketi Avrupa’da da Türkiye’de olduğu gibi tartışmalı bir durumdadır. Bunun üç sebebi vardır:
İlk olarak siyasi iklim ve Avrupa’ya işçi göçünün ve etkilerinin ele alındığı paradigmada değişiklik olmuştur. Bunun göstergelerinden biri kavramlarda gerçekleşen değişikliklerdir. 1960 ve 70’lerde problem grubu olarak “misafir işçiler”den söz ediliyordu. 1980 ve 1990’larda bunun yerini “Türkler” aldı. 2000’lerde ise “Müslümanlar” asıl problem grubunu oluşturmaktadır. Bugün entegrasyon ve İslam üzerine tartışmalar, “ev sahibi devletin liberal ilkeleri” ile “Müslüman göçmenlerin liberal olmayan tutumları” ihtilafı üzerinde seyretmektedir.
İkinci olarak, Gülen hareketi üzerine tartışmalar, direkt olarak Türkiye’deki siyasi tartışmaları yansıtmaktadır. Buna göre hareket siyasi bir birlik olarak değerlendirilmekte ve seküler kesimler, aşırı solcular ve Alevilerin büyük kısmı tarafından düşmanca karşılanmaktadır. Aynı zamanda Gülen’in erken dönem eserlerinden parçalar seçilerek, bunların Gülen’in Avrupa’daki takipçilerinin “gerçek niyetleri” olduğu belirtilmektedir.
Üçüncü olarak, Gülen hareketine mensup isimler, organizasyonun nasıl bir arada durduğuna dair soruları geçiştirmektedirler. Tıpkı Türkiye ve ABD’de olduğu gibi, Avrupa’da da söz Gülen’in kurumlarının faaliyetlerine ve bu kurumların oluşturduğu ağa geldiğinde, Gülen’e yakın isimlerin hepsi bu bağlantıları inkar etmekte ve ısrarlı sorulara Gülen’i ilham kaynakları olarak gördüklerini belirtmektedirler. Tek tek kurumlar arasında bir bağlantı olduğu ise reddedilmektedir. Harekete sempati duyan bilim adamlarının da esas itibariyle hareketi unsurları arasında gevşek bir bağ olan bir yapı olarak sunmaları, bunlara olan güveni artırmamakta, mükemmel işleyen hiyerarşik bir yönetim ve kontrol mekanizmasının varlığını ima etmektedir.
Gülen Ve Takipçileri: Bir Tanımlama Denemesi
STK ağı mı, dini cemaat mi yoksa gizli bir siyasi cemiyet mi? Gülen hareketi, şeffaflık olmadığına dair eleştirilere bir tepki olarak yaklaşık iki yıldır kendilerinin birbirleriyle ilişkileri olan bir dizi kurumdan daha fazlası olduklarını itiraf etmektedirler. Uluslararası yayınlarda kendilerinden “toplum” olarak söz ediyorlar ve aynı zamanda “cemaat” kavramını da reddetmiyorlar. Toplum kavramı iki amaca hizmet ediyor: Böylece harekete kesin anlamda üyelik diye bir şeyin olmadığını (bu arada kesin bir iç yapının da olmadığını) ve dışarıya karşı herhangi bir sınır koymadıklarını telkin etmiş oluyor. İkinci olarak, kendi (manevi ve politik) yönelimlerinin Türk toplumunun ana eğilimleri ile örtüştüğü, onu temsil edip onun içinde hareket ettiği izlenimini vermektedir. Gülen ağına dahil bir kurum kendine dair yaptığı tanımlamada, bu suçlamalar reddedilmekte ve kendi politik hedeflerini izleyen, “demokratik, sivil toplum hareketi” olduklarını söylemektedir. Anahtar metinlerin hiçbirinde dinden ise söz edilmemektedir. Gerçekte kurumlarda misyonerlik faaliyetleri ya da hatta din öğretimi dahi söz konusu değildir.
Hareket bununla beraber, sivil toplum faaliyetlerinin dinden güç bulduğunu saklamamaktadır. Onlara kılavuzluk eden ruhu daha iyi anlamak gerekirse, okullarda ve kurumlarda çalışanların çoğu ve aynı zamanda harekete mensup öğretmenler, peda;jik adanmışlıklarını Tanrı’nın işi olarak açıklamaktadırlar. Aynı zamanda hareket içinde faaliyet yürütenler, harekete kesin bir aidiyet duygusu ve sadakatle bağlıdırlar.
Gülen’in takipçilerinin ortak bir hayat ortamı geliştirdikleri de gözden kaçmamalıdır. Fakat bütün bunların kaynağı nedir? Buna cevap olarak genellikle hareketin ev cemaatleri gösterilmektedir. Bunlar Gülen’in etkili olmaya başladığı ilk zamanlarda açılmaya başlanmıştır ve “ışık evleri” olarak bilinmektedir. Bu evlerdeki günlük hayat, ibadetlerin yerine getirilmesi, sık sık Allah’ı düşünme, Kuran ve Gülen’in yazılarını okuma olarak sıkı bir şekilde düzenlenmiştir. Bununla beraber, kişilerin davranışlarını şekillendirmek üzere grup tartışmaları, cemaate mensup kişilerin gerçekleştirdiği eylemlerin sorumluluklarının karşılıklı olarak kabul edilmesi gibi sosyal kontrol mekanizmaları da söz konusudur. Bütün bunlar entelektüel, duygusal ve eylemleri yönlendiren bir düzen sağlar ki bu da söz konusu ortak hayat ortamını oluşturur. Gülen bu ev gruplarını kendi dini cemaatinin çekirdeği olarak görmektedir. Bütün enerjilerini daha da büyümek için harcamaları gerekmekte ve uzun dönemli hedef olarak da, Müslüman Ülkerlerde sivil toplum düzeyinde bir yeniden İslamlaşma ile aynı anlama sahip olan toplumun maneviyatının artırılması için çalışmalıdırlar. Tek tek bireyleri bütün bu hedefleri yerine getirmek için çabalayan “ışığın askerleri” haline getirmek için, “boş şablonlara göre yaşayan bir kuşağın boş kafalarını” iman gerçekleri ile doldurmak gerekmektedir.
Hareketin takipçileri kendilerinin ilahi bir düzeni yerine getirdiklerine inanmış durumdadırlar ve Peygamberin en sadık sahabelerinin bir sorusuna verdiği şu cevaptan oluşan hadise atıfta bulunmaktadırlar: “Benim en sadık takipçilerim şu an burada bulunmuyor. İslam’ın içeriden ve dışarıdan saldırıya uğradığı bir zamanda onlar ortaya çıkacaklar. Onların erdemleri ve kusursuz davranışları Allah’ın mesajını güçlendirecektir.” Gülen bu sebeple kendi takipçilerinin gözünde imanın yenileyicisi durumundadır; ilmini ve vaazlarını ise ilahi ilhamın ifadesi olarak görmektedirler.
Cemaatin iç yapısını ise bir dizi sıkı halka olarak düşünebiliriz. Hareketin en iç halkası ya da çekirdeği direkt Fethullah Gülen ile irtibat halindedir. En yaşlı üyeleri (abi) güçlü muhafazakar-milliyetçi bir düşünceye sahiptir, kamusal siyasi tartışmalardan uzak dururlar. Daha genç üyeler ise daha araştırmacı ve kendinden emin hareket etmektedirler, bu da muhtemelen bu üyelerin hareketin en fazla gelir getiren kurumlarında çalışmalarından kaynaklanmaktadır. Bunların arasında Zaman gazetesi yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı başkanı Mustafa Yeşil ve TUSKON’un başkanı Rıza Nur Meral sayılabilir. Yaşlı üyeler bütün gün cemaatin merkezinde çalışmaktadırlar ve belirli bir gelirleri vardır. Yönetici halkasının genç üyeleriyle strateji tartışmaları yürütürler. İkinci halka, çekirdek tarafından atanmış olan bölgesel yöneticilerden oluşur. Bunlar yeni projelerin ve kurumların kavramsallaştırılması ve inşasından sorumludurlar. Tıpkı Türk bürokrasisinde olduğu gibi, hareketin en önemli örgüt ilkesinden biri de bölgesel yöneticilerin düzenli olarak rotasyona tabi olması ve eylemlerinin izlenmesidir. Üçüncü ve en büyük halka ise Gülen ağının kurumlarında çalışanlardan ve sempatizanlardan oluşmaktadır. Hakan Yavuz’a göre hareketin marjinlerinde takipçilikten sıkı entegre olmuş üyeliğe akışkanlık ve bireysel özgürlük söz konusu olsa da, iç iki halkada “askeri bir disiplin” vardır. Fakat son yıllardaki hızlı büyüme ve coğrafi yayılma sebebiyle karar verme iktidarı bölgesel düzeye inmiştir. Yavuz bununla ilgili şu yorumu yapmaktadır: “Okullar da dahil olmak üzere çok büyük bir finansal kaynak ve mülkü kontrol etmeleri sebebiyle,” bölgesel yöneticiler şimdi “daha az abi, ama daha çok kendi başlarına buyruk yönetici haline geldiler.”
Gülen hareketi bu sebeple hiyerarşik bir şekilde yapılanmış sivil toplumsal hedefleri olan ve aynı zamanda çok güçlü bir siyasi irade de yaratabilecek dini bir cemaattir. Bu şekilde büyümesi ve sosyal dinamikleri, dini kimliğini koruma arzusu ile modern toplumda sosyal ilerleme arasında doğan gerilimin bir sonucudur. Sosyo-politik konumları ise, Türkiye’deki zoraki sekülerleştirme ve buna eşlik eden dindarların bir yandan sosyal olarak marjinalleştirilmesi, diğer yandan ise kendi tasavvur dünyalarını sekülerleştirmeleri üzerinde yükselmektedir.
Hareketin en baştaki sıkı hiyerarşisi, kuşak değişikliği yanında şu sebeplerle de gittikçe yumuşamaktadır: Hareket çok hızlı büyümüş ve çok sayıda ülkeye yayılmıştır. Takipçilerin çok farklı mesleki ve iktisadi ilişkilere entegre olması da buna eşlik etmektedir. Nesnel olarak farklılaşan çıkarlar, daha güçlü bir şekilde ifade edilmektedir. Hareketin, karizmatik kılavuz figür olmadan bir arada durabileceği ise düşünülmemektedir. Ama hareketin üyelerine sunduğu kaynaklar da bir yandan hareketin içindeki dayanışmaya hizmet etmektedir. Bununla birlikte, Türkiye’de harekete yönelik siyasi ve iktisadi saldırıların artması, ABD ve Avrupa’da yöneltile sosyo-politik eleştiriler hareketin mensuplarını birbirine yeniden bağlamaktadır. Bu şartlar, Türkiye’de eğitim kurumlarında ya da Gülen’e yakın şirketlerde çalışan ve hükümet ile bir çatışmadan herhangi bir çıkarı söz konusu olmayan kişilerin, hareketin direkt bir siyasi etki peşinde koşan bürokrasi içindeki kliklerini niçin desteklediğini açıklamaktadır. Peki hareketin yapısına dair bu analiz Avrupa diasporası için nasıl bir anlam taşımaktadır? Ve Almanya’daki karar alma iktidarına sahip olanlara ne gibi tavsiyelerde bulunulabilir?
Gülen hareketi ile ilişkiler: Temel koşullar
Hareketle ilişki yürütmeden önce bazı siyasi ve sosyal şartları kabul etmek gerekmektedir. Öncelikle, Almanya’da hareket karşısında alınacak her tavır, hareketin burada daha hızlı yayılmasını ve şekillenmesini sağlayacaktır. Ne kadar güçlü bir savunma yapılırsa ve işbirliğinden uzak durulursa, hareketin merkezi idare mekanizmaları da o kadar güçlenecektir. İkinci olarak Almanya’daki bütün İslami organizasyonların, cemaatlerin ve akımların meşru bir çerçevede insanları kendilerine çekmeye çalıştıkları unutulmamalıdır. Alman toplumu, genç Müslümanların radikal ve şiddet yanlısı olmaktan ziyade siyasi olarak dengeli yollara girmeleri noktasında duyarlı olmalıdır. Üçüncü olarak, diasporadaki hareketin Türkiye’de olduğunun aksine önemli bir siyasi faktör olmadığı ve olamayacağı görülmektedir. Avrupa’da Gülen hareketi kendi üyeleri üzerinde, o da ancak bu kişiler kendilerini otoriter yapılara teslim ettikleri sürece bir tehdit oluşturabilir. Kendi arzuları hilafına bu yapılar içinde kalmaya zorlandıklarına dair bir bilgi ise şu an söz konusu değildir. Dördüncü olarak, şunun altını yeniden çizmekte fayda var, Almanya’da hareket eğitim ve dinler ve kültürler arası diyalog alanlarında faaliyet göstermekte, göçmenlerin Alman toplumuna entegrasyonuna hizmet etmektedir. Bunu ister dini motivasyonla yapıyorlar olsun, Almanya’da entegrasyon ve sosyal hareketlilik için emek sarf eden Müslüman bir grup ile işbirliği yapmayı reddetmek yanlış olacaktır.
Gülen hareketinin diasporada karşılaşacağı zorluklar
Gülen’in kendini bilmek, modern hayata ve tarzlara adapte olmak, sosyal olarak yükselmek ve etkili biçimde toplumun maneviyatı için çalışmak gibi kavramları diasporada yeni bir boyut kazanmaktadır. Öncelikli olarak, sosyal düzeyde yükselme Türkiye’deki gibi devleti ele geçirme şeklinde gerçekleştirilemez. İkinci olarak yine Türkiye’dekinin aksine, diasporada kendi dini ve milli kimliğini koruma üzerine bir hayat tarzı nüfusun çoğunluğu ile uyum üzerine inşa edilemez, en azından kısmen uyuşmazlık yaşanacaktır. Müslüman-Türk diasporası bu sebeple Avrupa toplumları ile uyumlu bir dini ve milli kimlik geliştirme baskısı altındadır. Hareketin takipçileri için bu kendi sosyal yükselişleri ve dini ve doğa bilimleri temelli dünya görüşleri arasında uzlaşma sağlamak için bir gerekliliktir. Gülen’in topluma hizmeti, Allah’ın huzurunda meşru bir hayat sürmenin önemli bir formu olarak gören görüşü, Avrupa ve ABD’de İslam ve Batı arasındaki temel çıkar ayrılıklarını ortadan kaldırmak için anahtar rol oynayabilir. Aslına bakılırsa hareketin Avrupa’daki temsilcileri de bu yönde faaliyette bulunmaktadır. Zira hareketin Türk “sivil toplum temsilcisi” olarak okullar, üniversiteler ve diyalog merkezleri için hazır kavramlarla hareket ettiği, ve bu planları çok kısa zaman zarfında neredeyse yerli nüfusun hiçbir katkısı olmadan gerçekleştirdiği Orta Asya, Balkanlar ve ABD’nin aksine, Avrupa diasporasında neredeyse tamamen buradaki göçmenlerden destek görmek zorundadır.
Gerçekte, Avrupa ve ABD’de Gülen’in öğretilerinin toplumda işlevsiz olarak görülen siyasi ve dini kısımları hareketin mensupları tarafından arkaplanda bırakılmakta ve çoğunlukla sessizlikle geçiştirilmektedir, ki bunun içinde Türk kültürünün milliyetçi-otoriter övgüsü, Gülen’in ahlak öğretilerinin devlet merkezci ve otoriteryan yönleri ile İslam’a dair daha gelenekçi bakış açısı yer almaktadır.
Hollanda’da gözlendiği üzere, hareket burada İslam’a dönük şüphelerin artması sebebiyle kendisine yüksek ölçüde güvensizlikle yaklaşılmasına rağmen radikalleşmeye gitmemiş, tam aksine seküler eğitim sistemine tam adapte olmaya çalışmıştır.
Kamuoyunun içinde İslami eğitim verildiğini düşündüğü iki öğrenci yurdu kapatılmış ve yerlerine Hollanda eğitim sistemine göre iki okul kurulmuştur. Belçika’da hareketin en görünür eğitim kurumu Lucerna Okulu’nun herhangi bir dini ya da mezhepsel yönü bulunduğu düşünülmemektedir. Almanya’da hareket, mevzuat buna izin verse de kurduğu okullarda özel bir peda;jik, dini ya da dünya görüşü sunan bir ders programı uygulamayı tercih etmemekte ve Alman ders programını kullanmaktadır.
Bütün bu değişimler dikkate alındığında, orta vadede herhangi bir çıkar çatışması durumunda cemaatin bugünkü merkezi yönetim mekanizmalarının göçmenlerin çıkarları karşısında sözlerini dinletebilmeleri mümkün gözükmemektedir. Bu özellikle de Fethullah Gülen sonrası dönem için geçerlidir, ki bugün gayrıresmi kaynaklardan gelen iç halkada çıkar çatışmalarının yaşandığı ve bunların bir dengeye kavuşturulmakta da zorlanıldığı haberlerini de dikkate almak gerekmektedir.
Bu sebeple Almanya’daki karar alma mercileri ilke olarak Gülen hareketi ile işbirliğine açık olmalılar. Fakat her muhtemel işbirliğinde, organizasyon içi yapıların ve finansmanın şeffaflığında, kararların demokratik bir biçimde alınmasında ısrarcı olunmalıdır. İçerik üzerine tartışmalarda kendi pozisyonları açıkça temsil edilmelidir.
Aynı zamanda, dindarlığın derinliğinin sıkı bir biçimde sekülerleşmiş Alman toplumu için yabancılaştırıcı olarak görülebileceği durumlarda bile dine karşı temel saygı korunmalıdır.
ALMAN GÖZÜYLE GÜLEN HAREKETİ
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI: DÜBAM DOSYASI
2014 OCAK
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
ALMAN GÖZÜYLE GÜLEN HAREKETİ
DÜBAM Yayınları
Küresel İletişim Merkezi
Barbaros Bulvarı, Balmumcu / Beşiktaş
Tel: (0212) 274 80 21 – 274 80 22
www.dunyabulteni.net
Dünyadan
Diğer Haberler