1994 yılında Afrika'nın küçük bir ülkesi olan Ruanda'da yaklaşık 1 milyon kişi öldürülmüş, 2 milyon kişi göç etmek zorunda bırakılmıştı. Dünyanın gözü önünde işlenen bu cinayetlere kimse zamanında müdahale etmemiş ve sorumluluğunu almamıştı.
19. yüzyılın başlarında Ruanda, sömürge olarak Almanya'ya verilmişti, ancak Almanya bu fakir ülkeyle ilgilenmedi. I. Dünya Savaşından sonra Ruanda bu kez Belçika'ya verildi.
Belçika ülkede yönetimini sağlamlaştırmak için her zaman uyguladığı gibi ırk ayrımcılığı siyasetine girişti. Önce aralarında hiçbir fark olmadığı halde halkı Hutu ve Tutsi diye ikiye böldü.
Tutsiler, Ruanda nüfusunun % 9'unu oluşturuyordu, kalanı Hutu idi. Belçika, azınlık olan Tutsilerin ari ırktan, Nuh'un soyundan geldiklerini, daha yakışıklı ve güzel olduklarını iddia edip Ruanda halkı arasında ayrımcılık yaptı, Tutsileri devletin üst kademelerine yerleştirdi, sağlık ve eğitim hizmetlerinde öncelik tanınmasını sağladı. Halka Hutu veya Tutsi olduklarını gösteren kimlikler dağıtarak Ruanda halkını böldü.
II. dünya savaşından sonra Belçika Ruanda'dan çekildi, ama arkasında yoksul, birbirinden nefret eden iki gruba bölünmüş bir ülke bıraktı.
Hutular, Avrupalı beyaz sahiplerinin siyah akrabaları olarak gördükleri Tutsilere zulmetmeye başladılar ve 1960 yılında binlercesini öldürdüler. Tutsiler, Etiyopya ve çevre ülkelere göç ettiler, bu ülkelerde örgütlendiler ve tekrar Ruanda'ya dönebilmek için mücadeleye başladılar.
1990'lara gelindiğinde bölgede Fransa ve Belçika aktif konumda idi. Hutu hükümetinin iktidarda olduğu bu dönemde Hutular, "hamamböceği" dedikleri Tutsileri katletmek için hazırlık yapmaya başladılar. Hatta katliam yapmak için Çin'den 500 bin adet pala sipariş etmelerini bile bütün dünya seyretti.
7 Nisan 1994'te, Ruanda devlet başkanının bulunduğu uçağın düşürülmesi ve Radyolardan yapılan kışkırtıcı çağrılar üzerine Hutu çeteleri önceden fişledikleri Tutsileri ve ılımlı Hutuları öldürmeye başladılar. Bir hafta sonra, 15-16 Nisan'da, katliamlar bütün Ruanda'ya yayıldı, ülke kan gölüne döndü. Üç ayda 1 milyona yakın Tutsi ve ılımlı Hutu katledildi. Sokaklar cesetlerle doldu.
BM sadece bölgede yaşayan Avrupalıları tahliye etti, ABD salağa yattı, ( Hutu milislerini eğiten ) Fransa ve Belçika katliamları seyretti.
Ruanda'da 100 gün içerisinde on binlerce milis ellerinde pala ve sopalarla inanılmaz katliamlar yaptılar, kadınlara tecavüz ettiler. Öyle ki parası olan Tutsiler, acısız ölmek için kurşun satın alıyor ve katillerine kendilerini bu kurşunlarla öldürmeleri için yalvarıyorlardı.
Hutu milisleri öldürmekten yorulduklarında, insanların aşil tendonlarını keserek hareket etmelerini engelliyor, dinlendikten sonra onları öldürüyorlardı.
BM'in ve Fransa'nın yapılan tüm müdahale çağrılarına karşın sessiz kalmaları üzerine, Tutsilerden oluşan milis kuvvetleri, RGB, diğer ülke sınırlarında örgütlenerek, katliamları durdurmak için Ruanda'nın doğusundan ülkeye girdiler.
Fransa, ancak bundan sonra ve desteklediği Hutu hükümetini korumak için harekete geçti, Ruanda'ya asker gönderdi.
Ama RGB, Hutu hükümetini devirmeyi başardı ve iç savaş sona erdi, katliamlar durdu. Ardından RGB'nin intikam alabileceği korkusuyla iki milyon Hutu komşu ülkelere göç etti.
Savaşın ardından göstermelik yargılamalar yapıldı, katillere hak ettikleri cezalar verilmedi. Yerel mahkemeler kuruldu ve bu mahkemelerde sadece 3 insandan fazlasını öldürenler yargılandı. Ama yargılananların da çoğu ceza almadı.
Ruanda soykırımı ile ilgili pek çok film çevrildi. Bunlardan en ünlüsü Oscar Ödülü alan Hotel Ruanda'dır.
Kaynak: tarihkomplo.com