I
Bu gün 1935 yılının şubat ayının son günü.
Ömrümün 78. yılı. Yaşamımın bitmek üzere olduğunu çok derinden hissediyorum.
Dolu yaşadım. Pek çok şey gördüm. Ailem, eşim, dostlarım benim hakkımda çok şey biliyor. Herkes nasıl yaşadıysa ben de öyle yaşadım.
İnsanlara, ardımdan gelenlere, benimle aynı zamanda yaşayanlara anlatacağım çok özel bir hatıralar dizisi biriktirmedim.
Sizlere şu son günlerimde aktarmaya karar verdiğim olaylar ise kimsenin hatırlamadığı Melmıhu ile geçirdiğim 1874 -1875 yıllarında, bir başka dünyadaki ‘sadece bir yıl süren ömrüme bedel’ zamanda geçiyor.
Pek çok kişi beni İstanbullu Çerkes Ahmet olarak tanır.
Ben İstanbullu değilim. Çerkesyalıyım. Çerkesyada şimdi adı sanı kalmamış Anthır vadisinde, bölgesinde doğmuşum. Evimizi, bahçemizi hatırlamıyorum.
Ailem, daha doğrusu yıllarca süren savaşlar sonunda onlardan geriye kalan dedem, annem, halamın kızı ile birlikte üç yaşındayken İstanbula sürülmüşüz.
Dedem, Allah Allah, şimdi düşünüyorum da ne kadar kudretli bir insanmış. Ben bu gün 78 yaşımdayken ölümün yakınımda olduğunu düşünürken, O altmışında yeni bir ülkede bizlere yeni bir yaşam kurmaya başlamış.
Elinde kalan son parasıyla aldığı at arabası ile İstanbulun sokaklarında çalışıp bize bakıyordu.
Ailemiz Anadolu yakasında, Üsküdarda yaşıyordu.
Dedem beni 17-18 yaşımdayken Avrupa yakasında, Fatihte medreseye gönderdi.
Haftada bir anadolu yakasına geçer onları görürdüm.
Dedemin Melmıhu isminde bir arkadaşı vardı.
Birlikte otururlardı. Melmıhu hiç konuşmazdı.
Hatta çocukluğumda Melmıhun konuşmayı bilmediğini bile düşündüğüm zamanlar olmuştu.
Ufakken ondan çok korkardım.
Omuzundan itibaren sağ kolu yoktu. Yemek yerken sol eline, her zaman belinde takılı olan kamasının altından çıkardığı bıçağı alır, onunla yerdi.
Mamursayı herkes elleri ile yerken, o sol elinde tuttuğu bıçağı ile koparttığı parçaları ağzına götürürdü.
Hiç konuşmayan, güldüğü zaman kaşları asılan, beyazlamaya başlamış ama buna rağmen sert görünen sakalları ile bende hep korku uyandırırdı.
Lafı uzatmayayım.
1874 Ağustosu, çok sıcaktı. Medreseden, dedemin benim için kiraladığı eve kendimi zor atıyordum.
Ev dediğime bakmayın, bir evin bodrum katı desem daha doğru olur.
Sıcaktan bunalıp evin toprak zeminindeki hasırın üzerinde baygın bir şekilde yatıyordum.
Toprağın serinliği tüm günün yorgunluğunu birden içimden söküyordu.
Kapıya birisinin yüzüğü ile vurduğunu duyunca ‘çok şaşırtıcı ama bu gün bile net olarak hatırlıyorum, aklıma hiç başka birisi gelmeden kapıyı açmadan;’ - Melmıhu, hoş geldin dedim.
Gerçekten de kapıyı açtığımda kapıyı çalacağı için yere bıraktığı karpuzu almaya eğilen Melmıhu karşımdaydı.
- Buyur, buyur, hoş geldin.
- ...... ‘Evet, her zaman olduğu gibi Melmıhu hiç bir şey söylemedi’
- Gel, gel...
Yine cevap vermeden içeri girdi.
Selamlaşmak için kimseye sağ eli olmadığından elini uzatmazdı, bana da uzatmadı.
Başı ile selamladı.
Bana bakmadan, odanın bir köşesinde yere serili yatağıma gitti oturdu.
Hasırın üzerinde karpuzu kesmeye başladı.
İşi bittiğinde, karpuz dilimlerini bıçağıyla göstererek;
‘-Ye!’ dedi.
Çok hayret ettiğimi, bu gün gibiymişcesine hatırlıyorum. Melmıhu gibi yaşlı birisi, hem de hiç konuşmayan, eski dönemlerden kalmış bir Çerkes bana kendisiyle birlikte bir şeyler yememi söylemişti.
O’da şaşkınlığımı, cevap veremez bir duruma düşüşümü komik bulmuş olmalı ki;
‘- Seninle yola çıkacağız, artık yol arkadaşıyız, ye’ dedi.
Yine bir şey söyleyemedim. Bir büyük bir şey dediğinde yapmalı, sadece yapmalı.
‘Ye dediyse yemeliyim’ diye düşündüğümü çok iyi hatırlıyorum.
En ince karpuz dilimini alıp yemeye başladım, ama aklımdan geçenler sıkıntımı daha da arttırdı.
‘Dilimi sonuna kadar yersem, ne kadar da açmış der, yemezsem geri çevirmiş gibi olurum’ diye düşündüğümü de çok iyi hatırlıyorum.
O gün, sonrasında olanlardan aklımda hiç bir şey kalmamış.
Karpuz, yemişmiydi, yememişmiydi. Ne yapmıştı, ben ne yapmıştım hiç hatırlamıyorum.
Melmıhu ile insanların bilmediği dünyasındaki yaşantım işte böyle başlamıştı.
***
Bize Anthır yolu görünmüştü.
Fatihte köhne bodrum katında Melmuhla bir kaç ay geçirdik.
Yola çıkacağımızı, dedeme söylediğini anlatmıştı. Bir sefer, dedemlerin yanına gitmeme izin verdi.
-‘Git dedeni bir, gör. Belki geri dönmeyiz. Kadınlara bir şey söylemene gerek yok’ dedi.
Dedemi gördüğümde, O’na neler söylediğimi hatırlamıyorum.
Dedemin bana söylediklerini ise çok net hatırlıyorum
- Melmıhu ne derse, yap. Hiç bir zaman ‘neden’ diye sorma. Hiç bir zaman yorulma, yorulduğunu gösterme. O durduğunda sen de dur, yürüdüğünde yürü. Yolda ne görürsen gör, gördüğünü hiçkimseye hiç bir zaman anlatma. Git, ama attığın her adımda adımızı taşındığını unutma.
Dedem de, Melmıhu da bu gün göremeyeceğiniz insanlardandı.
Ben, dedemin yaşamını vermeye bir an çekinmedeği, elinde kılıç yıllarca savunduğu memlekitimize, asırlar boyu ailemin kök saldığı, varlıklarını sürdürdüğü topraklarımıza gidiyordum.
Dedem ise ne memleket, ne geride bıraktığımız evimiz barkımız, babamında dahil olduğu çocuklarının, köyümüz mezarlığındaki mezarlarına bakmamı, veya ne bileyim bambaşka şeyler için hiç bir şey söylemiyordu.
Anlaması zordu.
Halamın kızı ve annemi ise hiç bir şey olmamışcasına, hiç bir şey de olmayacakmış gibi, her hafta olduğu gibi kucaklayarak Melmıhun yanına geri dönmüştüm.
***
Fatihe geri döndüğümde, eve ilk adımımı attığımda, Melmıhu;
- Çocuk bir-iki kova kum bul getir dedi.
Soluk almaya bile fırsat bulmadan hemen geri döndüm.
Bizim oturduğumuz bodrumun üst katında ev sahibimiz ve ailesi yaşıyordu.
O tarihlerde İstanbuldaki evlerin çoğu, bodrumları kerpiçten inşaa edilmiş iki üç katlı ahşap evlerden oluşuyordu.
Bizim evimiz de böyleydi.
Üç katlı ahşap bir evdi.
Evsahibimiz, dört kız çocuğu olan birisiydi. Kızlarının hepsi küçüktü.
Anneleri ise uyumadığı tüm zaman boyunca çocuklarına bağıran-kızan koskocaman, bu kadar kiloyu nasıl taşıyor diye düşüneceğiniz birisiydi.
Evde bir de büyük anneleri yaşıyordu.
Bana kapıyı ortanca kızları Münevver açtı.
Bende, bizim evde, doğal olarak kum taşımak için kullanabileceğim bir kova olmadığı için onların kapısını çalmıştım.
-Münevver, annene söylesende, bana kum taşıyabileceğim bir kova verse
- Anne, Anne kız, Ahmet kum kovası istiyor.
Merdivenlerin yukarısından:
- Deli kız, kum kovası değildir, süt kovasıdır o.
- Ayşe abla, bana kum lazım. Kum taşıyabileceğim bir kova istiyorum. Bende de süt kovası var.
- Ha, o zaman arka bahçedeki odunluktan kömür kovasını al.
- Sağ ol Ayşe abla.
Odunluktan, yıllarca kullanıldığı çok belli olan, her tarafı yamulmuş, yüzeyinde kalaydan iz kalmamış bakır kömür kovasını aldım.
Sokak sokak dolaştım.
Hiç bir yerde kum yığını yoktu.
En az bir saat dolaştıktan sonra, ara sokakta bulduğum bir kum yığınından ellerimle kumu kovayı dolduruşumu hatırlıyorum.
İçimden; ‘-Melmıhu, bu kumu ne yapacak ki?» diye kızgın kızgın düşündüğümü de hiç unutmuyorum.
Ne kadar saf birisiymişim. O bir kova kumun tüm yolcuğumuz için ne kadar önemli olduğunu ise şimdi çok iyi biliyorum.
Eve kumla geri geldiğimde, kapının önğnde çizmelerini ayağına geçirmiş Melmıhu beni bekliyordu.
Daha sonra O’nun, o tek eliyle çizmelerini nasıl giydiğini de anlatırım.
Melmıhu düşünüyorumda çok enteresan birisiydi. Bu gün O’nu hiç kimsenin bilmiyor olması bana çok acı geliyor.
Bu yüzden, altmış yıl önce dedemin ‘Gördüklerini anlatma’ deyişini şimdi ayaklar altına alıyorum. İnsanların Melmıhu tanıması, hatırlaması, anması gerekiyor.
Kumu eve bıraktık.
Melmıhu; ‘- Bir kova kuru ceviz satın almalıyız’ dedi.
Bir şey söyleyemedim. İstanbulda cevizler Ağustos sonunda eylül ayında olmaya başlar. İstanbulda kuru cevizin köhne bakkallarda bulunmayacağı, cevizin mevsimi olmayan tek bir ay varsa o da ağustos ayıdır.
Kaç bakkala kuru ceviz sorduğumuzu bir Allah bilir, bir de ben bilirim.
Ceviz bulup eve geri döndüğümüzde artık çoktan yatsı ezanı okunmuştu.
Melmıhu abdest aldı, ‘- Akşam namazını zamanında kılamadık’ diye homurdandı.
Yatsı namazını kıldı.
Namazın ardından, o tek elini kaldırıp yarım saat Allaha dua etti.
‘-Çocuk, yatalım. Cevizi gece işlemek bereketini kaçırır’ dedi.
Ne yapalım, yattık.
Bizim bodrum, tek bir odadan oluşuyordu.
Mecburen ben de Melmıhun göreceği bir yerde yatıyordum.
Bana bu çok ağır geliyordu. Yattığıma, uyuduğuma, uyandığıma utanıyordum. Sonraları alıştım.
Hem de ne alışma. Bu gün bile uykudan uyandığımda yakınlarımda bir yerde, mesela odanın bir köşesinde Melmıhun uyuyor olmaması bana çok zor geliyor.
Melmıhu unutulmaması gereken birisi.
Bunları anlatıyor olmamdan şu an hiç utanmıyorum.
(Üşenmeden yazarsam devam edecek...)
АЦУМЫЖЪ Хьилым
AÇUMIJ Hilmi
Çerkesya Hareketi Haber Merkezi