BİR DEĞİL, BİRKAÇ CAN: SAFİYE CAN...
Dün akşamı kendime ayırmıştım. Yeni yıla dingin bir ortamda, biraz “yalnız”, daha doğrusu "bir başıma" ve başka bir şey düşünmeden girmek için. Dinlenmek istedim yani. Vermek değil, almak...
Ve Wiesbaden'e; Safiye Can'ın müzikli şiir akşamına gittim. Giderken biraz tereddütlüydüm. Çünkü, zar zor kendime ayırabildiğim bir akşamın heba olmasından korktum. Hatta yolda geri dönmeyi bile düşündüm. “Bırak oğlum” dedim kendi kendime. “Hem şiirden pek anlamazsın. Hem yıllardır uzaksın bu ortamlardan”. Ama dönmedim. Çünkü söz vermiştim geleceğim diye.
İyi ki dönmemişim! Safiye Offenbach'ta oturuyor. Bana yakın yani. Mekan olarak tabii. Ben, birbirine yakın, ama farklı dünyalarda yaşadığımızı düşündüğüm için, şimdiye kadar özel bir çaba göstermedim kendisiyle tanışmak için. Çok şey kaçırmışım! Ve affetsin böyle düşündüğüm için. Ama eleştirmesin, ben yeterince acımasızım zaten kendime. Wiesbaden Literaturhaus'da idi müzikli şiir akşamı. Saat 19:30'da başlayacaktı. Ben erken gittim. Randevuya geç kalmaktan nefret ettiğim için. Gerçi alıştım sayılır artık, herkesin kendine uyan saatte geldiği “Çerkes randevuları”na. Ama “Safiye ve şiir akşamı”, öteki dünyama aitti hala. Randevularına geç gidilmeyen dünyama. Önce dışarıda bir kahve içtim, bir de sigara tabii. Sonra salona girdim. Kendimi tanıtmak için kırmızı bir şapka takarım demiştim, “gelirim” dediğim gün. Kırmızı şapkam olmadığı için, kırmızı bir kurdela taktım göğsüme. Ama gerek kalmadı “kırmızı birşeye”. Ben salona girince Safiye gülümseyerek ayağa kalktı ve beni selamladı. Sanki 40 yıldır tanışıyormuşuz gibi. Bir Çerkes gibi. Ve mütevazi. Sonra başladı akşam. Biraz şiir ve biraz da Hamdi Tanses'ten halk türküleri ile. İki saat! İki saat ruhumu besledim, Safiye'nin güzel sesi ile okuduğu kendi şiirleri ile. Sonra biraz da Nazım Hikmet'ten, Orhan Veli'den, Cemal Süreyya'dan ve Hasan Hüseyin'den... Ara verilince Safiye'nin annesi ile de tanıştım. Adıge. Çarşamba'lı. Yüzünde “misafir işçi”lerin bütün hatları ile, hala Çerkes. Eve dönerken düşündüm: Safiye, bu güzel Çerkes, bu güzel şiirler... Bir kayıp mı acaba sadece “Çerkeslik” yapmadığı için? Yoksa biz mi bir şeyler kaybediyoruz onda "sadece Çerkeslik” aradığımız... Ve Orhan Veli'yi, Aşık Veysel'i... kaçırdığımız için. Safiye Can, Türk mü, Çerkes mi, Alman mı? Hepsi mi? Hepsine ait bir can mı? Yoksa hepsinden mi birşeyler almış? Birşeyler mi eksik, yoksa birşeyler mi fazla? Belki de bir şeyler eksik, ama birşeyler de fazla. Bir değil, birkaç canı var. Bizim olanı büyütmek, ve bizim olmayanı bize katmak, bizim olmayandan bize katabilmek sanırım bizi daha çok güzelleştirir. Diye düşündüm eve gelince ve hediye ettiği ilk şiir kitabını, “Rose ve Nachtigall”ı okudum hızla. Biraz da merak ettiğim için Safiye'yi. Kendisinin de söylediği gibi, bir şiiri tercüme etmek kolay değildir. Hatta şiir yazmak, çoğu zaman bir şiiri tercüme etmekten daha kolaydır. Çünkü, tercüme ederken, o şair gibi düşünmek, hatta şairin o, tercüme ettiğin şiiri yazdığı anki ruh haline girmeye çalışmak lazımdır. Bunun farkında olarak iki kısa şiirini veya birkaç mısrasını çevireyim dedim Safiye'nin, sizler de Safiye'yi biraz tanıyasınız diye. "Begegnungen Manche Tage sind solche da laufe ich dir standig über den Weg doch du bist alle nicht" (Karşılaşma bazı günler böyle işte, her köşe başında karşıma çıkarsın ama hiçbiri de değilsin ) “Manchen fällt es schwer, sich selbst zu betrügen, anderen schwer, sich treu zu bleiben. Es ist nicht leicht mit Menschen zusammen zu leben auch nicht leicht, einsam zu sterben.“ ( Kendini kandırmak, kolay değil bazıları için. Bazıları da zorlanır, kendine dürüst olmakta. Evet, kolay değil insanlarla birlikte yaşamak ama kolay da değil hani, yalnız ölmek. )
Yolun açık olsun Safiye Can; bir değil, birkaç can...
Hatko Schamis, 22 Mart 2014