#34 Ekleme Tarihi 02/10/2015 12:43:24
22 Nisan 2010 Perşembe Saat 09:28
Bir işe başlamak, eskinin yerine yeniyi koymak veya yılların yerleşik alışkanlıklarını, kurumlarını ve bu kurumlardan maddi manevi çıkarları olanları değiştirmek-dönüştürmek zordur. Bir günde olacak iş değildir. Eskiyi temsil edenler “sağol ağabey, beni aydınlattığın için” deyip her söylediğinizi kabul etmezler, kendi düşüncelerinde ve statükolarında direnirler.
İşi zorlaştıran, aslında aynı saflarda olmaları gerekenlerin bir yerden sonra kendi yollarında yürümek zorunda kalmaları ve hatta zaman zaman “kimi dostlar”la karşı karşıya gelmeleridir. “Kardeş kavgası” gibi algılanan bu durum “iyi niyetli” insanları üzer, savunma pozisyonuna sürükler. Çünkü insanın emek harcayarak inşa ettiği, büyüttüğü veya umut bağladığı bir şeyin yıkıldığını veya yıprandığını görmesi kolay değildir. İlk tepkisi savunmak olur.
Zaman zaman Kaf Fed’e ve diğer kurumlarımıza yönelik eleştirilerimiz oluyor ve bu eleştirilerimiz bazı iyi niyetli insanlarımızı, hatta dostlarımızı üzüyor. Kimisi bu kurumların hala içinde; kimisi belki eskisi kadar aktif değil, ama duvar örülürken harcını karmış, tuğla taşımış. Korumak istiyor.
Bu arkadaşlarımız şunu bilmeliler:
Kaf Fed dahil bütün kurumlarımız bizimdir; Çerkes (Adıge) halkının maddi-manevi birikimidir. Ve toplumumuzun en duyarlı, çalışkan ve samimi unsurlarının önemli bir kısmı hala bu kurumlarımızda faaliyet yürütmekteler veya bu kurumlardan beklentileri var. Ama sahiplenmek “yanlışıyla-doğrusuyla” diyerek ve bir taraftar gibi yapılıyorsa bu işte bir sakatlık var demektir. Çünkü kurumlarımızda yalnızca böyle iyi niyetli, çalışkan ve yüreği halkı için atan insanlar yok!
Aslında teorik olarak da bunu hepimiz biliriz, ama bir türlü içimize sindiremez; yıllarca aynı mekanı paylaştığımız, birlikte koşturduğumuz insanların samimi olmayabileceklerini kabullenemeyiz. Hani “bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” derler ya, bu temiz duygu bizi teslim alır. Gerçekleri görmemizi engeller.
“İşi bilenler” bu durumu iyi kullanırlar. Duygu sömürüsü yapar, böyle iyi niyetli insanları kendilerini rahatsız eden düşünceleri dile getirenlere karşı provoke eder; kendi etraflarındakileri kemikleştirmeye çalışırlar. Veya birilerine “iltimas geçer”, överken; başkalarını “sekter, odun kafalı, bölücü vs” ilan ederler.
Kılıktan kılığa girer, yalan-dolan dahil her yönteme başvururlar. İltimas geçtiklerini bilinçli olarak öne çıkarırken; iflah olmaz “odun kafalılar”ı da yine bilinçli olarak muhatap almazlar. Amaçları “kazanamayacaklarını” izole ederken, “iltimas geçtikleri”ni öne çıkarmak; böylece “karşı taraf”ta çatlak yaratmak, delik açmaktır...
Bazıları bu oyuna gelir, övüldükleri veya “oturulup konuşulabilir” diye sınıflandırıldıkları için kendilerini “nur-nimet” sanırlar. Hâlbuki “zayıf halka” veya “yumuşak karın”dırlar ve en insani duygulardan birine: sevmeye ve sevilmeye yatırım yapılmış, üzerlerinde oynanmıştır. Ama bunu göremezler, çünkü gururları okşanmıştır...
Hilmi arkadaşımızın yazısına gelen yorumları okuyunca bunları düşündüm.
Birileri Kaf Fed’in yanlışlarını savunmaya çalışmış, ama gerçekleri de ters yüz etmişler. Yazılarından bu işleri bildikleri anlaşılıyor, demek ki bile bile yapıyorlar.
Üniversitelerde Çerkes Dili Kürsülerinin açılması “Kaf Fed’in ısrarlı çabaları ile mümkün oldu” demişler mesela. Hay yalanın batsın!
Halbuki, Mardin’de yaşayan yaşamayan neredeyse bütün dillere kürsü verildiğinde bile bir talebi olmamıştı Kaf Fed’in; çünkü o zamanlar “ulusalcılar”dan yana saf tutmuş, açılım karşıtları ve hatta katliam savunucularını dernek dernek, köy köy gezdirmişti. Bu nedenledir ki açılım tartışmaları başladığında Kaf Fed’in sessiz kalması ve taleplerimize sahip çıkmaması hemen herkes tarafından eleştirilmiş; Çerkesleri “Açılım” sürecine çekmek isteyen hükümet-siyasi parti temsilcileri son kongrede “bunları istemelisiniz” der duruma gelmiş (Bkz. “Dağ Fare Doğurdu, Cherkessia.net, 7 Şubat 2010), Yaşar Kemal “ben size küsüm. Siz çok güzel gelenekleri olan bir halksınız, ama sesiniz çıkmıyor” demişti.
Unutanlara tekrar hatırlatalım: Bu kongrede Kaf Fed şunları söylemişti:
“Türkiye bir değişim sürecindedir ve Türkiye'yi zayıflatmak isteyen düşmanları ellerini ovuşturarak çalışmaktadır. Aklı ve toplumsal barışı korumaya azimli kişi ve kurumlara her zamandan fazla ihtiyaç vardır... Üzülerek ifade ediyorum ki, Türkiye'nin bu hayati projesi maalesef doğru başlatılamamıştır. Halkımıza doğru anlatılamamıştır...
...Parlamentodaki tüm siyasi partilerin ortak akıl ile projeyi sahiplenmesi sağlanamamıştır. Adı baştan yanlış konularak, toplumun etnik bir kesimi diğerlerinden ayrılmıştır. ‘Kürt Açılımı’ diye başlatılan çalışma daha sonra halktan gelen tepkiler üzerine ‘Demokratik açılm’ veya ‘toplumsal barış projesi’ gibi adlarla anılır olmuştur, fakat bu düzeltme kimseyi tatmin etmemiştir... Tüm Türkiye'nin, tüm vatandaşların etnik, dinsel ve cinsel farklılıklarıyla, ihtiyacı olan bu açılım sadece bir etnik kesim için yapılıyormuş gibi yola çıkılmıştır. Böylece toplumsal uzlaşı şartları başlangıçta yok edilmiştir.
Bu güne kadar yürütülen çalışmalardan, hükümetin açılımı samimiyetle isteyip istemediğinden, konuyu çözmek yerine siyasi rant elde etmek gibi amacı olup olmadığından emin bile olamadık...”
Daha üç ay önce yukarıda aktardığımız şeyleri söyleyen bir kurumun açılım ile verilen kimi haklar veya iyileştirmeler için, hem de “ısrarlı çabalar” içerisine girmesi mümkün olabilir mi? Israrlı olup da yaptığı tek iş var mı?
Doğrusu, Kaf Fed “tesadüf olmayan nedenler”le yine yanlış bir tavır aldı; ama “sözü geçen çevrelerden gelen baskılara dayanamadığı için açılımın bir köşesinden tutmaya başladı”dır. Bu durumda böyle pervasız yalan söylememeli, başkalarını aptal yerine koymaya çalışmamalı; hiç olmazsa “siyasi olarak yanlış bir yerde duruyorlardı, ama düzeltmeye çalışıyorlar” diyebilmelidir!
Yine kimi arkadaşlarımız 21 Mayıs ile ilgili yaptığımız eleştirilerden rahatsız olmuşlar. Belli ki savundukları kurumun yazılarını bile okumamışlar veya okumuyorlar. “Kör bir taraftar” durumuna getirilmişler. Halbuki sitesinde hala görüntülenebilen 21 Mayıs yazısında şunları söylüyor Kaf Fed:
“İnsanlık tarihinin en eski, en köklü, en bilinen coğrafyası, hemen tüm dünya dillerinde, tüm dünya masallarında, destanlarında yer alan ulaşılmaz, efsunlu, gizemli, atlas ve safir renkli düşler, mutluluklar ülkesi; Çerkes halklarının kutsal anayurdu.
Tarihte eşi benzeri görülmemiş barbar bir jenosit ve sürgünle bu kutsal ata topraklarından koparılan, ikinci vatan saydıkları kırktan fazla ülkede dağınık bir şekilde yaşayan, evrensel barışın, dostluğun, kardeşliğin, insanlığa ne denli gerekli olduğunu, 21 yüzyıla da taşıyan Çerkes halkları; şimdilerde uğradıkları soykırımın, sürgünün 142. yılını, tüm ulusları, toplumları ve dinleri barışa ve kardeşliğe çağırarak, dünyada süregelen savaşların, yıkımların durmasını, gözyaşının ve akan kanın dinmesini umut ederek anmaktadır...
Sürgün...
İlk çağlardan beri uygarlık tarihinin ağırlık merkezlerinden biri olan Akdeniz havzasının siyasi ve ekonomik hayatında, Kırım ve Kafkasya'nın çok ayrı bir yeri bulunmaktaydı. Çar I.Petro'nun, "Mümkün olduğu kadar Hindistan ve İstanbul’a yakın olmak gerekir. Zira buralara hükmeden dünyaya hükmeder" düşüncesini ortaya attığı 1722'den beri yönetime gelen tüm Çarlar, bu amacı gerçekleştirmek için en büyük engel olarak da Kuzey Kafkasya'yı ve halklarını göre gelmişlerdir.
Doğuya giden İpekyolu, stratejik geçitler ve kavşaklar batı için ne kadar önemli ise, sıcak denizlere inmek isteyen Rus Çarlığı için de aynı derecede önemliydi. Dolayısıyla, yüzyıllarca savaş ve saldırılara maruz kalmış Kafkas halkları için savaşların en kötüsü; en yıkıcısı 16. yy.da başlayıp 19. yy. boyunca süren ve sonuçları bakımından birsoykırım (jenosit) niteliğinde olan Kafkas-Rus Savaşları'dır. Modern silahlarla donanmış, sayıca üstün çarın ordusu ile; tüm dünya tarafından yalnız bırakılmış, silah ve cephanesi olmayan, sayıca az Kafkas halkları arasında süren bu savaş, neredeyse eli silah tutan herkesin şehit olması sonucu büyük bir facia ile sonuçlanmıştır.
Bu savaş sonrası Çerkesler, çar tarafından % 80’leri aşan bir oranda sürgüne tabi tutulmuş ve anayurtlarını terk etmek zorunda bırakılmıştır. Sonuçları itibariyle günümüz Çerkes toplumunun konumunu belirleyen bu sürgün olayına kimileri “Göç”, kimileri “Büyük Göç”, kimileri “Zorunlu Göç”, kimileri “Tehcir” demişlerdir. Feodal yapıda gerçekleşen değişiklikler yanında Ruslar tarafından geliştirilen ve Ortodoks kilisesinin de içinde bulunduğu idare tarzına bağlı olarak, eski yaşam koşullarının kalmayışı sonucu kendi iradeleriyle anavatanlarını terk edenlerin sayısı da bir hayli olmakla beraber, büyük bir çoğunluğu resmen topraklarından sürülmüştür. Çerkesler’in tümüyle anayurtlarını terk etmelerinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun yeni asker ihtiyacı ve Müslüman nüfusu artırmak gibi nedenlerle geliştirdiği politikalar da önemli oranda etkili olmuştur. Ancak, Çerkesler’in anayurtlarından koparılmasının ana nedeni, çarlık Rusya'sının 21 Mayıs 1864’den sonra uyguladığı insanlık dışı sömürgeleştirme ve sürgün politikasıdır.
Bu sürgün, 1859’dan sonraki savaşlarda uygulanan şekliyle ve Batı Kafkas Cephesi'nin düşmesi ile Çerkes halkına çarlık tarafından uygulanmış tam bir soykırım ve toplu bir katliamdır...
Bu sürgün insanlık tarihinin gördüğü en büyük trajedilerden biridir. Yüz binlerce Kafkaslı vatanlarını savunurken; savaşlarda, sürgünde, sürgün yollarında, sürgün sonrası yeni yabanıl topraklarda yaşamlarını yitirmişlerdir. Bu sürgünde Çerkes halkı vatanından sökülüp atılmış, bölünmüş, parçalanmış ve yok oluşun eşiğine itilmiştir.
21 Mayıs 1864...
Çarlık Rusyası, 300 bine yakın asker ve modern silahlarla saldırmasına karşın 1856 yılına kadar Kafkasya'ya tam hakim olamadı. Özellikle Batı Kafkasya'da direnişler son dönemde çok çetin geçiyordu. 1856'da Paris Konferansı'nda Osmanlı ve Avrupalı müttefikler tarafından Kafkaslılar yalnız bırakıldı. Paris Konferansı sonuçlarına göre Rusya, Kafkasya'da ne isterse yapabilecekti. 1859'da Şamil'in de teslim olmasıyla Doğu Kafkasya'da savaş hemen hemen bitmiş, Rusya bütün gücüyle Batı Kafkasya'ya saldırmaya başlamıştı. 1860-1864 yılları arasında (ki bu savaşlarda bütün Kafkas boyları yer almışlardı) Batı Kafkas Cephesi yeniden kurulmuş ve çok çetin çarpışmalar olmuştu. Çarlık acımasız bir vahşet uyguluyordu. Köyler yakılıyor, ekinler yok ediliyor, mallar yağmalanıyordu. Halkın direncini kırmak için çar orduları halkı sürgüne tabi tutuyor, geri dönüş umutlarını kırmak için, gözleri önünde köylerini yakıyordu. Boşaltılan topraklara Kazak ve Rus köylüleri yerleştiriliyordu.
Bir yandan süregelen savaş, bir yandan sürgünler ve soykırım, 1864 baharına kadar devam etti. 1864 Mayıs ayında her boydan Kafkas savaşçıları, Soçi yakınlarında Ayb; Suyu yakınlarında yeni bir cephe açtılar. 7-11 Mayıs tarihleri arasında Ruslar’a büyük kayıplar verdirdiler. Bunun üzerine Kafkasya'daki Rus birlikleri dört koldan bu son cepheye saldırdılar. Çerkes güçleri ağır top ateşi altında günlerce dayandılar... Hepsi şehit olana kadar...
Ve 1864 yılının Mayıs ayının 21. günü Rus orduları Soçi yakınlarında Kbaada çayırlarında (şimdiki adıyla Krasnaya Polyana) büyük bir zafer şöleni ve resmigeçit yaparak, Kafkasya'nın düşüşünü kutladılar. General Yevdokimov, Kafkasya sorununun bittiğini Çar'a müjdeliyor, dağların yüksek noktalarında direnişi sürdüren küçük grupların da takip edilerek yok edileceğini bildiriyordu.
Yevdokimov'a göre kesin çözüm, Çerkesler'in topraklarından sürülerek denizin öteki yakasına kovulmalarıydı. Kuban ötesinde kalan ve boyun eğen halk bile onun gözünde zararlı ve tehlikeliydi. Onların da sürülmeleri gerekiyordu.
Ve böylece... 1864 yılı, sürgünün en yoğun olduğu yıl olarak tarihe geçti. Lapinski'ye göre, 10 Temmuz 1864'e kadar 200 binden fazla Çerkes, gemilerle Osmanlı limanlarına taşındı. Tarihçilere göre, Çar ve komutanlarının emriyle 19. yy.da Osmanlı topraklarına 1.600.000 civarında Çerkes sürgün edildi.
İşte 21 Mayıs 1864, Çerkes halkının belleğine böyle kazındı. Çar ve orduları için zafer, Çerkesler için acının, hüznün, sürülüşün, bölünmüşlüğün ve ölümün günü...
21 Mayıs’lar, her şeye rağmen Çerkes halkının yaşama direncinin ifadesidir. Direniştir, başkaldırıdır, diriliştir. Tüm zalimlere inat, Çerkesya'nın yeniden var olma mücadelesidir.
21 Mayıs’lar, halkımızın belleğine kazınan tüm bu acıları, savaşları insanlık dışı uygulamaları dünyaya haykırmak istediğimiz gündür.
21 Mayıs’lar dün, bugün, yarın perspektifinde ulusal-kültürel kimliğimizi yaşama ve yaşatma isteği ile geleceğe ışık tuttuğumuz günlerdir.” (Yazının tamamı için Federasyonun sitesine bakabilirsiniz)
3 Mart 2010 tarihli bildirisinde ise şunları:
“…Aldığımız bilgilere göre, konferans sonunda Gürcistan parlamentosuna bir önerge verilerek parlamentodan aşağıdaki kararların alınması istenmiştir:
- Çerkesya’nın bağımsızlığının kaybedilmesi ile sonuçlanan 19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başında gerçekleşen Rus İmparatorluğu’nun eylemlerinin kınanması ve bu eylemlerin Çerkes halkının soykırımı olarak tanınması.
- 1864’de Rusya’nın Kuzeybatı Kafkasya’yı fethetmesinin zafer günü olarak kutlanan 21 Mayıs’ın, Çerkes soykırımının kurbanlarını anma günü olarak ve Soçi’nin Çerkes soykırımı ve etnik temizliğinin mahali ve sembolü olarak ilan edilmesi.”