#201 Ekleme Tarihi 13/10/2015 10:30:00
13 Mayıs 2011 Cuma Saat 01:15
21 Mayıs’ta “tek ses ve tek yürek” olamayacağımız artık kesinleşti gibi. Biz Yurtseverler saat 15 00’da Taksim’de olacak, oradan da Beşiktaş’a yürüyeceğiz... Programımızı da bu hafta sonu İstanbul’da yapacağımız toplantıda netleştireceğiz.
Yurtseverler dedim de, İbrahim Yağan’ın Yurtseverlere destek verdiğini açıklaması bazılarımızı ya şaşırttı ya da biraz rahatsız etti. Niye bilmiyorum? Halbuki “milliyetçi” ve “yurtsever” olduğunu birkaç kez dile getirmişti Sayın Yağan. Böyle bir kişilik ile birlikte, aynı saflarda olmak isteniyorsa eğer, bunun yolu onunla aynı siyasi düşünceleri paylaşmaktan geçer. Ve eminim İbrahim Yağan da kendisi ile aynı düşünceleri paylaşan, yurtsever olduğunu söyleyen ve Çerkesya için mücadele eden herkese elinden gelen desteği verir.
Anavatandan haber-bilgi akışı yakın zamana kadar kurumlarımızı da ele geçirmiş olan teslimiyetçi kliğin tekelindeydi. Bu nedenle diasporada Anavatanda sanki herkes “işbirlikçi veya teslimiyetçi” imiş gibi bir izlenim oluştu. Bu durum, politikalarını RF düşmanlığı eksenine oturtan savaş baronlarının işine yaradı. Böylece “anavatandan iş çıkmaz. Ne varsa diasporada var” diye propaganda yapma ve “RF düşmanı hareketleri tek muhalif güçlermiş gibi” yansıtma fırsatı geçti ellerine. Ama bu, büyük bir yalandır!
Evet, anavatanda mücadele etmek ve yurtsever olmak kolay değil, bedeller ödemeyi göze almak gerekir. Ama imkansız da değil. İşte İbrahim Yağan anavatanda bedeller ödemeyi göze alabilen yüzlerce Yurtseverden biridir. Yağan, “Çerkes milliyetçisiyim“, „yurtseverim“ der, “Çerkesya inşa edilmeli“ der… bu durumda aynı düşünceleri dile getiren Yurtseverlere destek vermesinden daha doğal ne olabilir? Yurtseverlere değil de, iki yıl önce ABD’ye davet edip, ilk günkü konferansta „hoşlarına gitmeyecek şeyler söylediği için“ programı iptal eden, kendisini de apar topar geri gönderenlere destek vermiş olması mümkün mü?
Elbette bu, Sayın Yağan ile Çerkesya Yurtseverleri arasında organik bir ilişki olduğu anlamına da gelmiyor. Hatta Yurtsever Hareket’in kendisi henüz bir örgüt değil. Örgütlenmek istiyor; ama ne zaman, nerede ve kimlerle olacağını bugünden söyleyebilmek mümkün değil. Bulunduğumuz aşamada, kendimizi bir „Hareket“ olarak tanımlıyoruz ve bizim bakış açımızı veya yukarıda özetlenen düşünceleri benimseyen herkes kendisine ben „Çerkesya Yurtseveriyim“ diyebilir. Yurtseverdir de!
Ve biz, „diasporik“ bir hareket değiliz; hem anavatanda ve hem de diasporada birlikte örgütlenmeye çalışıyoruz. Hatta gıdamızı atalarımızdan ve anavatanımızdan aldık, köklerimiz anavatanda ve yüzümüz anavatana dönüktür. Geleceğimizi de anavatanda örgütleyeceğiz. Çerkesya Yurtseverliğinin özü budur. Kuzey Kafkasya’daki siyasi haritayı kabul etmeyip, anavatanla bütünleşmeyenler artık kendilerine başka bir anavatan bulmalılar. Çünkü diasporadaki gibi bir Çerkes tanımı anavatanda yok.
Yurtseverlerin Çerkes tanımının başka halkları dışladığı, ötelediği, küçümsediği veya böldüğü vs gibi söylemlerin gerçekle bir alakası yoktur. Biz, her halk kendi sorunlarına yoğunlaşmalı, bunlara çözüm aramalı ve kendi yolunda yürümelidir diyoruz. Yani kardeşliği, yardımlaşmayı ve dayanışmayı değil; bütün veya bir kısım Kuzey Kafkasya Halklarını Çerkes veya herhangi bir üst kimlik altında toplamayı reddediyoruz. Başkalarına benzemek kötü birşey olduğu için değil; tek bir çatı altında toplandığımızda sorunlarımızın çözümü zorlaşacağı için.
Kimsenin kanına, genine, derisine veya rengine bakarak Çerkes olup olmadığına karar vermiyoruz. Adıge dilini, kültürünü, tarihini ve Çerkesya’da uluslaşma perspektifini benimseyen herkes Çerkestir. Anavatanda böyledir, diasporada da böyle olmalıdır, olacaktır da! Ama kimse Çerkes olmak zorunda da değil ve bütün kimlikler aynı derecede değerlidir, Bu nedenle biz Çerkesya’da herkes Çerkes olmayacak; Çerkesler, Abazalar, Karaçaylar, Ruslar… birbirlerinin kimliklerine, hak ve özgürlüklerine saygı duyarak birlikte yaşayacaklar diyoruz.
Ama birileri bizim bu söylemlerimizi çarpıtıyor, başkalarını Çerkesliğe kabul etmediğimizi iddaa ediyorlar. Yok böyle bir şey! Asıl onlar Çerkes kavramını etnik kökeninden ve siyasi içeriğinden koparmak, kültürel bir çerçeveye oturtmak istiyorlar ( son buluş da Çerkes’in „sosyolojik“ bir tanımlama olduğu!!! ), bizim karşı çıktığımız ve doğru olmayan da budur.
Israrla „birlik olmak için aynı olmak veya tek bir kimlik altında toplanmak gerekir“ yalanını pompalıyorlar. Halbuki bayraklaştırdıkları „1918 Ruhu“ bile „Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti“dir, „Çerkes Cumhuriyeti“ değil. Aynı şekilde 1991’de örgütlenen de „Dağlı Halkları Konfederasyonu“dur, „Çerkes Halkları“ değil.
Ama arkadaşlarımız neden böyle diye sormak yerine, yakın zamana kadar ağızlarına almadıkları „Çerkes kimliği“ne sahip çıkmaya çalışıyor ve yavuz hırsız misali bu kimliğin asıl sahiplerini “Çerkes kimliği prestijli olduğu için böyle yaygara yapıyorlar“ diye suçluyorlar. Peki bu prestij gökten zembille mi indi? Hangi Kuzey Kafkasya Halkının kanı ve canı bu kimliğe böyle prestij kazandırdı?
Yok bizim söylemimiz bilimsel değilmiş de, yok Adıge olmak neyimize yetmiyormuş da… Halbuki birkaç „seyyah“ın hatıraları dışında Adıgelerden başka halkları da Çerkes diye tanımlayan ciddi tek bir kaynak yoktur. Tarih gibi, siyaset bilimciler de bunu teyit ediyorlar. Ki bugün anavatanda ortaya çıkan siyasi harita; yani Adıgeler’den başka kimsenin Çerkes kimliğini benimsemiyor olmasının altında bu tarihsel gerçek ve yüzyılların birikimi yatar.
Mesela soykırım ve sürgün konusunda araştırmalar yapan şu siteyi inceleyin.
Çerkes soykırımı ile ilgili hazırladıkları raporun ilk cümlesi şöyedir: „The destruction of the Circassians – who call themselves „Adyghe“ – and other indigenous groups of the Caucasus…“ ( Kafkasya’nın diğer etnik grupları ile birlikte kendilerine „Adıge“ diyen Çerkeslerin…)
Tabii bu tesadüfen böyle yazılmamış, raporun devamında da aynı ifadeler var. Mesela üçüncü paragrafta „The Circassian people, self-identified as “Adyghe,” are indigenous to the North Caucasus Mountains near the Black Sea…“ ( Çerkesler, kendilerine „Adıge“ derler, Kuzey Kafkasya Dağlarının Karadeniz tarafındaki yerliler…)denmektedir.
Rapor, „…Circassians, many of whom either live in the Russian Federation or the Middle East and Turkey. A significant minority also lives in the United States and Europe. Across the diaspora, May 21 is honored as a ‚National Day of Mourning,’ commemorating the memory of the genocide.“ ( Bugün Çerkesler RF’nda, Orta Doğu’da ve Türkiye’de yaşıyorlar. Bir kısmı da ABD’de ve Avrupa’da. Diaspora 21 Mayıs’ı soykırımı anmak için ‚ulusal Yas Günü’ olarak görmekte…) diye bitiyor. Yani 21 Mayıs’ın Çerkeslerin Soykırımını sembolize eden bir gün olduğunu söylüyor.
Ben İngilizce ve Almanca kaynakları tarıyorum, inanın böyle onlarca kaynak var, hepsi de ciddi kurumlar ve siyaset bilimciler.
Şimdi konumuza geleyim yavaş yavaş.
Biz Yurtseverler, kimsenin „ben Çerkesim (Adıgeyim)“ demesine karşı olmadığımız gibi, eğer kendisine soykırım ve sürgün suçu işlendiğine inanıyorsa bunu dile getirmesine de karşı değiliz. Yani eğer Çeçenler, Osetler, Dağıstanlılar veya Abhazlar Rusya devletinin kendilerine tarihin herhanbgi bir döneminde soykırım uyguladığına inanıyorlarsa bunu dile getirmek; telafi edilmesini talep etmek en doğal haklarıdır. Ve biz onları bu çabalarında elimizden geldiğince de destekleriz.
Ama toptancı bir mantıkla „Rus-Kafkas savaşları Kuzey Kafkasya halklarının soykırımı ve sürgünü ile sonuçlanmıştır. 21 Mayıs da bu günü simgeler“ söylemini kabul etmiyoruz. Çünkü doğru değil.
Bir kısmımız „kimin daha çok öldüğü veya sürüldüğü önemli değil“ gibi bir mantıktan yola çıkıyoruz. Bir kısmımız da Rus-Kafkas savaşlarının acımasızlığına veya kaybedilen insan sayısına bakarak yapıyoruz değerlendirmemizi. İkisi de doğru değil.
Öncelikle, hukuk her eylemi ve suçu ayrı ayrı tanımlar. Sonuçta bir insanın ölmüş olmasına bakarak, bütün adam öldürme eylemlerini aynı kefeye koymaz ve her adam öldürene de aynı cezayı vermez. Kazara der, taammüden veya linç der…
Soykırım konusunu da böyledir. Dünyada kabul edilen tanıma göre:
„Ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir öbeğin tümünü ya da bir bölümünü yok etme niyetiyle
(a) Öbek üyelerinin öldürülmesi;
(b) Öbek üyelerine fiziki ya da ruhsal açıdan zarar verilmesi;
(c) Öbeğin, fiziki varlığını tümüyle ya da kısmen sona erdirecek yaşam koşullarıyla yüz yüze bırakılması;
(d) Öbek içi çoğalmanın engellenmesi;
(e) Öbek bünyesindeki çocukların başka bir öbeğe aktarılması
eylemlerinden herhangi birinin işlenmesi soykırımdır ( Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi, Madde2 ).“
Cezalandırılacak eylemler de şunlar:
„(a) Soykırım;
(b) Soykırım yapmak için gizli anlaşmalar yapmak;
(c) Soykırımda bulunulmasını doğrudan ya da dolaylı olarak kışkırtmak;
(d) Soykırıma teşebbüs;
(e) Soykırım eylemine ortak olmak.
( Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi, Madde 3 )“
Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Soykırım tartışması yapabilmek veya böyle bir iddaada bulunabilmek için „ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir öbek“in bu ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel farkları nedeniyle yokedilmiş veya buna teşebbüs edilmiş olması gerekir.
Savaşlarda binlerce, hatta milyonlarca insan dahi ölse; bütün savaşlar böyle belli bir „öbeği“ yoketmek amacıyla çıkmıyor. Bu nedenle ortada bir savaşın olması ve bu savaşta büyük zalimliklerin yapılması veya binlerce-milyonlarca insanın ölmesi otomatik olarak bu savaşta bir soykırım yapıldığı anlamına gelmiyor. Ki bir yerde soykırımdan sözedebilmek için orada ne kadar insanın öldürüldüğüne bakılmaz. Öldürülen insan sayısı veya zulmün büyüklüğü değildir kriterler.
Mesela İkinci Paylaşım savaşında 5 milyon yahudinin öldürülmesi bir soykırım olarak kabul edilmişken, 26 milyon Sovyet vatandaşının öldürülmesi bu kata;ride tartışılmamıştır bile. Veya ABD’nin Vietnam’daki barbarlığı; 6 milyon Vietnamlıyı kadın, çocuk, yaşlı demeden öldürmesi.
Buna karşın, Ruanda'nın küçük bir kasabasının eski belediye başkanı olan Jean-Paul Akayesu 2 Eylül 1988'de Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne çıkarılmış ve soykırımla suçlanmıştır. Veya Uluslararası Adalet Divanı 26 Şubat 2007tarihli kararında ( Bosna Hersek - Sırbistan ve Karadağ davasında) Sırbistan'ın Bosna savaşı sırasında soykırım eyleminde bulunmadığına hükmetmiş ancak Belgrad'ı 1995 „Srebrenitza soykırımı'na ( 20 000 Boşnak’ın hayatını kaybettiği katliam) engel olamamakla suçlamıştır. Burada „soykırım var“ denmiştir, çünkü insanlar savaş nedeniyle değil; böyle bir savaş esnasında veya bu savaş bahane edilerek, ama savaşın sonucuna bir etkisi olmayacağı halde ve sadece etnik ya da dini kimlikleri nedeniyle yokedilmek istenmişlerdir.
Bazı iddaalarda bulunmadan önce ciddi olmalı ve daha bilinçli araştırmalar yapmalıyız. Bir taraf saldırgan, diğeri savunmada ve sonuçta çok insan ölmüş olsa dahi eğer bir etnik veya dini grubu yoketmek niyeti kesin olarak tespit edilemiyorsa soykırım tartışması gündeme bile gelmiyor. Aynı şekilde bir savaş nedeniyle ve „zorla“ bir insan topluluğunu bir yerden başka bir yere göçmeye zorlamak da mutlaka sürgün başlığı altında tartışılmıyor. Tüm bu suçların altında bilinçli olarak belli bir etnik veya dini grubu yoketme hedefi aranıyor.
Bir sorunu uluslararası platformlara taşımadan önce bu konular ve yaşananlar ciddi bir şekilde ele alınmalı, duygusal çıkışlar yapılmamalı ve yaşananlar gelecek vizyonuna uydurulmaya çalışılmamalıdır. Yani „Kuzey Kafkasya halkları kardeştir“ veya „Çerkestir“ den yola çıkarak ve gelecekte aynı çatı altında yaşamalarını istiyoruz diye geçmişte yaşananları da aynılaştıramayız.
Hatta Çarlık Rusyası Çerkesleri ve Çerkesya’yı yok etmek için savaş çıkarmıştır demek bile doğru değildir. Rusya imparatorluğu sıcak denizlere inmek, yayılmak-genişlemek istiyordu. Ele geçirdiği topraklar üzerinde yaşayan halkları köleleştiriyordu. Ama stratejik öneme sahip Çerkesya topraklarını ele geçirmek için başlayan Rus-Çerkes savaşı, son dönemlerinde, boyun eğmeyen ve teslim olmayan Çerkeslerin ve Çerkesya’nın yokedilmesi karakterini aldı. Soykırım ve sürgüne dönüştü. Çünkü Rus otoritelerde „bu inatçı“ Çerkesleri yoketmeden, Çerkesya’ya değil; ilelebet sürecek bir „Rus-Çerkes“ sorununa sahip olacakları düşüncesi oluşmaya başlamıştı.
Yani atalarımız savaşın kazanılması için askeri bir „gereklilik“ ( ki bu „gereklilik“ konusu da artık askeri suçlar veya savaş suçları başlığı altında değerlendiriliyor ) olmadığı halde, Çerkesya’nın ilelebet Rus hegemonyası altında kalabilmesi için ve yalnızca Çerkes oldukları için „züllüyetleriyle“ yokedilmek istenmişlerdir.
Evet bütün Kuzey Kafkas halkları zulme uğramıştır, bütün Kuzey Kafkas Halkları direnmiştir, bütün Kuzey Kafkas halkları kahramandır…ama başlarına gelen aynı değildir. Ve kimilerimizin gelecek vizyonlarına uymadığı için görmek istemedikleri bu farklar biz Çerkesleri Uluslararası platformlarda zor durumlara düşürebilir.
Ve yine en az bunun kadar önemli olan da insanlar, örgütler ve devletler başkalarıyla olan siyasi ilişkilerine karar verirken, yalnızca geçmişte ne olduğuna bakmazlar; gelecekte ne olacağını da hesaba katarlar. Hatta kimi zaman gelecek vizyonu belirleyici olabilir. Yani Kuzey Kafkasya Halklarının; tek tek Osetlerin, Çeçenlerin, Dağıstanlıların veya Abhazların gelecek ile ilgili planları ve çıkarları farklı olabilir. Bu durumda nasıl bir rota izleyeceklerine de kendileri karar vermelidirler.
Biz Çerkesler bize yapılan soykırım ve sürgünü dile getirmek için yeterince belgeye ve bilgiye sahibiz. Ve bu sorunun çözülmesi bizim geleceğimizi inşa etme sürecimizde belirleyici bir öneme sahiptir. Ama eğer diğer Kuzey Kafkasya Halklarının da böyle belgeleri ve bilgileri varsa, onlar da gerekli girişimleri yapmak da özgürler. Kendilerini gerekirse destekleriz de. Ama „biz de öldük, biz de Çerkesiz“ diyerek toptancılık yapılmasını doğru bulmuyoruz. Tıpkı 100 yıl önce Anadoluda yaşayan Ermenilerin, Süryanilerin ve „Helenler“in 1915 ile 1923 yılları arasında kendilerine soykırım yapıldığını iddaa etmeleri, bunun mücadelesini ayrı ayrı ve kendi kurumları aracılığıyla vermeleri gibi.
21 Mayıs’ta bu düşüncelerimizi özgürce ifade edebileceğimiz, kendi kimliğimiz; pankartlarımız ve sloganlarımız ile katılabileceğimiz bir „ortak eylem“ tercihimizdi. Böyle bir ortak eylem kimsenin herhangi bir düşünceye veya „yoruma“ angaje olmadan eyleme katılabilmesinin de garantisi olur; insanların, grupların ve kurumların inanmadıkları veya doğru bulmadıkları bir düşünceye destek veriyor duruma düşme kaygılarını ortadan kaldırırdı. Ve ortaya çıkacak birlik görüntüsü bizleri dünyada daha güçlü kılardı.
Ama „küçük hesaplar“ peşinde koşan, grup çıkarlarını önde tutan ve „erken kalkan önderlik yapar“ zanneden birileri böyle bir birlik oluşturmaya yanaşmadılar. Çağrılarımıza yanıt vermediler, bir sürü bahane uydurdular ve önce kalkan kendileri oldukları için „düzenledikleri etkinliklere kayıtsız şartsız katılmayan veya destek vermeyenleri“ bölücü diye suçlayınca kamuoyunu arkalarına alacaklarını zannettiler.
Sayın Murat Özden son yazısında bu duruma üstü kapalı değinmiş, ama ne yazık ki o da „ …yaptığımız görüşmeler sonunda gördük ki bu yıl birlik sağlanamayacaktır. Kendini mareşal zanneden onbaşılar şimdilik birliğin önünde engel olarak duruyorlar. Yılda birkez 21 Mayıslarda bağırmakla hiçbir şey elde edilemez.“ diyerek neden birlik olunamadığını, kimin buna yanaşmadığını açıkça söylememiş. Halbuki biz kendileriyle görüşmüş, herşeye birlikte karar verebilecek bir „21 Mayıs Birlik Komitesi“ oluşturma önerisi yapmıştık. Hatta Enver Sağlam arkadaşımız da „bu toplantıdan umutlu ayrılıyorum“ demişti. Keşke Murat Ağabeyimiz bunları da anlatabilse ve kamuoyunu yanıltanlara gerekli cevabı verebilseydi…
Ama “Birleşikgiller Familyasının bu taptaze takiyyecileri” sonsuza kadar da kamuoyunu yanıltamayacaklar.
Uzun bir süre “konjonktüre uyum sağlayarak” veya “kamufle olarak” bir kamuoyu yaratmaya ve taraftar toplamaya çalıştılar kendilerine. İçeriğini bozmadan değiştirdiler söylemlerini. Eskisi gibi bir “kafkas milleti”nden bahsetmenin yararı yoktu, çünkü duvarlar yıkıldıktan sonra böyle bir milletin olmadığı ortaya çıkmıştı. Kuzey Kafkasya’da her halkın kendi kimliği vardı ve bu kimlikleri etrafında örgütlenmiş, siyasallaşmışlardı. Bu durumda ulusal kimlikleri reddedip ortak bir üst kimlik altında birleşmeye çağırmak duvara konuşmak anlamına gelirdi. Öyleyse bu kimlikleri “tanır gibi yapan” bir politika izlemek gerekiyordu. Yani “herkes Kafkasyalı, öyleyse Kafkasya için mücadele edelim” yerine; “ Çerkes, Abhaz, Oset, Karaçay, Çeçen...hep birlikte Kafkasya için mücadele edelim” demeye başladılar. Ama böyle ulusal kimlikleri tanır gibi yaparken bile asıl hedef hiç değişmedi: 1918 ruhu! Evet politika değil, çizgi değil; “Ruh”, yani 1918 ruhu!
Çünkü politika yapmak ve bir yol çizmek demek, “ne yapmalı” sorusunu yanıtlamak demektir. Arkadaşların ise bunu yapmaya niyetleri yok, çünkü “uygun bir zamana veya iklim oluşuncaya kadar” beklemek ve o büyük gün gelinceye kadar “havaları sıcak tutmaya çalışmak” gerektiğine inanıyorlar. Yani politikalarının ekseni “havaları sıcak tutmak”tır. Bunun için hiçbir fırsatı kaçırmıyor; RF’deki her türlü olumsuzluğu düşmanlığı körüklemenin veya “havayı sıcak tutmanın aracı” olarak kullanmaya çalışıyorlar.
Son zamanlarda Çerkesya’yı ağızlarına sakız ettiler. Pardon, onlar örgütlediklerini iddaa ediyorlar. Diasporada! Sonra anavatana taşıyacaklar. “Uygun bir iklim oluşunca”! Diasporada örgütlenmek gerekir diyorlar; çünkü Moskova, Maykop’ta oturan kimsenin “Büyük Çerkesya”yı örgütlemesine izin vermez, ama New York’takine karışamaz diye düşünüyorlar, Moskova’nın kolları kısa ya?
Belki de Moskova’nın o “geleceğin yıldızları sizlersiniz” diyen Fransız medyum kadar bile olamadığına; asıl tehlikenin “dışarıda” olduğunu göremediğine veya eğer tehlike içerideyse ezeceğine, yok “dışarıda” ise sesini çıkaramayacağına inanıyorlar! Bu mantıkla bütün ulusal mücadelelelerin de “dışarıda” örgütlenmiş, sonra “içeriye” taşınmış olmaları gerekirken dünyada böyle ayakları ülke topraklarına basmayan tek bir “siyasi hareket”in dahi olmaması onları ilgilendirmiyor.
Bu arada bazen “Çerkesya”, bazen de “büyük Çerkesya” demeleri kimseyi yanıltmasın. Aslında Çerkesya’nın büyüğünün küçüğünün olmadığını onlar da biliyorlar da, eğer eleştirdikleri insanların savundukları bir Çerkesya söz konusuysa, başına böyle bir “büyük” sıfatı getirip “Moskova’nın hem de büyük olanına izin vermesi sözkonusu olabilir mi?” demek ve kafalarda soru işaretleri yaratmak istiyorlar.
Tabii bunun arkasından gelecek olanı da geçen haftanın yıldızı, o 20 yaşındaki “taptaze beyin” ifşa etmişti: İşbirlikçiler! Evet, anavatanda yaşayıp da “Çerkesya” diyen, milliyetçi veya yurtsever herkes işbirlikçidir onlara göre. Çünkü Moskova böyle bir şeye asla müsaade etmez!
“Siyasi mücadeleden anladıkları budur işte” deyip işin içinden çıkmak da mümkün elbette. Ama anlamadıkları için değil; “1918 Ruhu”na hizmet etsin diye bilinçli olarak söylüyorlar bunları.
( Demokratik kazanımları reddediyor duruma düşmemek için başına bir “göstermelik” sıfatı eklenen ) “çifte vatandaşlık veya dönüş hakkı gibi iyileştirmeler bizi hedefimize değil, Rusya’nın uygun gördüğü perspektife yakınlaştırırlar, bu nedenle reddedilmelidir” veya “Kremlin’i muhattap alıp geleceğini de iradesini de peşkeş çekenler” gibi söylemlerin altında yatan mantık da aynı amaca: 1918 Ruhu’na hizmet etmektedir.
Başka bir yerde de yine “Ülkeleri ve devletleri, parlamentoları ve meclisleri MUHATAP ALMIYORUZ bu konuda. Bizim meclislere Çerkes soykırımını tanıtmak gibi bir hedefimiz yok...” diyorlar. Yani muhattap almayacaksın, görüşmeyeceksin; demokratik kazanımlar da zaten göstermeliktir, yoksa RF bunları vermez... Eee geriye ne kalıyor? RF’yi yıkmak veya RF’den mutlaka ayrılmak; yani savaş! Bunu kabul etmeyen herkes de “işbirlikçi”...
İşte Çerkesya hareketi veya Çerkes-Çerkesya sorunu ve 21 Mayıs’lar veya Soçi Olimpiyatları onlar için böyle “havaları sıcak tutma”nın; Rusya Federasyonu’na düşmanlığı körüklemenin bir aracıdır. 21 Mayıs üzerinden kurulmaya çalışılan “Kutsal İttifak”ın zemini de “bu düşmanlık”tır.
Bizleri milliyetçi, ırkçı, bölücü vs diye suçlayan “Bütün Kuzey Kafkas Halkları Çerkestir Cephesi” ile “Çerkes Soykırımı... Çerkesler ve diğer Kuzey Kafkas Halkları... veya Adıge, Wıbıh halkları ile Abaza kabileleri Çerkestir...” diyen; yani Çerkes tanımı üzerinde dahi anlaşamayan bu grupların birbirlerini eleştirmemelerinin, ortak bir platform örgütleyebilmelerinin nedeni bu “RF düşmanlığı” ve “savaş kışkırtıcılığı”dır.
Kendilerini “ne yapmalı?” sorusuna yanıt arayarak değil, “ne yapmamalı?” diye ifade etmeye çalışmalarının ve somut öneriler getiremeyen bir protesto hareketi olmalarının sırrı burada; yani “o kutsal gün” gelinceye kadar havayı sıcak tutma niyetinde yatmaktadır. 21 Mayıs gibi, artık dünyanın gündemine oturmaya başlayan Çerkes ve Çerkesya sorununun önemli kilometre taşlarından birini mutlaka kendi denetimlerinde örgütlemek, böylece Çerkes ve Çerkesya sorunu ile ilgili olarak kitlelere ve dünyaya sadece kendi mesajlarını vermek istemelerinin de...
Yurtseverler bu oyunu bozmakta, Çerkes sorununun Rusya’ya düşmanlık eksenine oturtulmasına karşı çıkmakta ve demokratik-meşru bir zeminde kalmakta kararlıdır. Çerkesya Hareketi asla bir savaş cephesi olmayacaktır!
Bu son “itiraflar” dan sonra herkesin 21 Mayıs’ta nerede olacağı ve nasıl tavır alacağı konusunda bir kez daha düşünmesini isterim. Sorun 21 Mayıs’ın ne anlama geldiği ve kimin Çerkes olup olmadığı değil; Çerkes-Çerkesya mücadelesinin hangi mecrada gelişeceğidir. Zaten platformlar da bu soruya verilen cevaplar ekseninde ortaya çıkmaktadır.
Çerkesler bu “1918 Ruhu”na da “havaları sıcak tutma” politikalarına da tavır almalı; Çerkesya’da uluslaşma hedefine demokratik ve meşru yollardan ulaşmak isteyen Yurtseverlerle birlikte Taksim’e çıkmalılar.