BAHAR MEVSİMİ VE „APOLİTİK DEVRİMLER“…

#213 Ekleme Tarihi 14/10/2015 08:32:17
30 Aralık 2011 Cuma Saat 01:00   Aslında her şey 23 Ocak 1980 yılında „Carter Doktrini“ ile başladı dersek herhalde yanılmış olmayız. Hatırlayın, o yıllarda kapitalizm büyük bir krize girmiş, sosyalist ülkelerin kapitalist pazarın dışında kalmasına daha fazla tahammül edemeyecek noktaya gelmişti ve „Sosyalist Blok“u, „soğuk savaş“ı „sıcak savaş“a dönüştürmekle tehdit ediyordu. Silahlanma yarışında geriye düşen ve soğuk savaşı kaybeden Sosyalist Blok “sıcak savaş“ı ve yıkımı göze alamadı, teslim bayrağını çekti ve sosyalist ( veya revizyonist ) sistem, yukarıdan aşağıya tasfiye edildi. Carter Doktrini, Zbigniew Brzezinski’nin fikirlerine dayanır. Yani „Avrasya’ya hakim olan, dünyaya egemen olur“ düşüncesine. Sonrasında baba Bush’un „Yeni Dünya Düzeni“ kavramı ile dünyaya duyurduğu ve „ABD’nin dünyaya hakimiyeti veya liderliği“ demek olan bir „İpek Yolu Stratejisi“ de…  Buna göre, sosyalist ülkelerin tasfiye edilmeleri bir ilk adımdı; ama bu, yetmezdi. „Küreselleşilmeli“ ve dünya tek pazar olmalı; ama ABD’nin hakimiyetini sarsacak, ona rakip olacak güçlerin de önü alınmalıydı.  Etnik ve bölgesel güçlerin desteklenmeleri, kimi devletlerin, kontrolün daha kolay olduğu küçük devletçiklere bölünmeleri veya merkezi otoritenin zayıflatılarak „adem-i merkeziyetçi“ modellerin dayatılmaları, direnen „şer ekseni“nin yıkılması ve enerji kaynaklarının ele geçirilmesi bu planın parçalarıdır. Irak neden hedef tahtası oldu? Çünkü tahminlere göre, ABD 2020 yılında petrol ihtiyacının üçte ikisini ithalatla karşılamak zorunda kalacakken, gelişmekte olan Çin ve Hindistan gibi ülkeler şiddetle enerji kaynaklarına ihtiyaç duyuyorlardı. Irak’ın ise tek başına bu ihtiyacı karşılayabilecek kadar çok petrolü vardı. Bilinen petrol rezervleri 110 milyar varil düzeyindeydi; yani Rusya’nın sahip olduğunun iki ve üzerinde kıyametlerin koptuğu „Hazar Havzası“ndakinin on katı petrol, Irak topraklarında yatmaktaydı. ABD Kongresi, 19 Mart 1999’te, daha sonra 2003 ve 2006 yıllarında da tadil edilen, „İpek Yolu Stratejisi Yasası“nı çıkardı. „İMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü’nün daha etkili hale getirilmeleri“ ve „dünyaya ABD’nin hakimiyeti“ demek olan bu yasanın ne anlama geldiğini en iyi anlatan herhalde ABD eski Dışişleri Bakanı Madelaine Albright’ın asistanı Thomas Friedman oldu: “Küreselleşmenin işlemesi için ABD, yenilmez süper bir güç olarak hareket etmekten kaçınmamalıdır. Piyasaların görünmez eli, görünür yumruk olmadan işlemez.“  Bu yumruk, yasa çıktıktan bir hafta sonra, 24 Mart 1999’da, „NATO bombası“ olup Yu;slavya’nın başına yağdı. Yu;slavya’nın bombalanması, İpek Yolu Stratejisinde önemli kilometre taşlarından biri olarak, „yeni bir dönemin başladığı“nın da tüm dünyaya ilan edilmesi demekti. Avrupa’nın göbeğinde böyle bir saldırı düzenlemekten çekinmeyen „Atlantik Paktı“, böylece, liderliğini her ne pahasına olursa olsun dayatacağını, bunun için savaştan çekinmediğini ve aslında „yeni savaşlar çağı“na girdiğimizi gösteriyordu. Bir ara Süleyman Demirel’in de diline dolanan “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne“ söyleminin veya bugünlerde gündemden düşmeyen “Büyük Orta Doğu Projesi“nin anası ve son 10 yıla damgasını vuran Afganistan, Irak, Somali, Sudan…savaşlarının, „renkli devrimler“in veya „apolitik bahar“ın tetikleyicisi işte bu „İpek Yolu Stratejisi“dir!  Hedef „İpek Yolu“ hattında bulunan ülkeleri emperyalizme kopmaz bağlarla bağlamak, bunun için gerekirse rejimleri değiştirmektir. Yani, sosyalizmin yıkılması yeterli değildir; kapitalizmin restore edildiği bu ülkelerin bir de „yeni dünya düzenine eklemlenmeleri“ gerekmektedir. „Renkli devrimler“in işlevi işte budur! Bu „apolitik devrimler“in „bahar“ diye nitelenmelerinin nedeni ise, hem bu hareketlerin dünyada pozitif olarak algılanmalarını sağlamak hem de somut olarak ne istendiği gizlemek istemeleridir. Bildiğimiz gibi İpek Yolu Çin’den başlar, Asya’yı geçer ve Akdeniz’den Avrupa’ya ulaşır. Orta Çağda ticaret kervanları, şimdiki Çin'in Şian kentinden kalkar, Kaşgar kentine gelir; burada ikiye ayrılarak ya Afganistan ovalarından Hazar Denizi'ne, ya da Karakurum Dağları'nı aşarak İran üzerinden Anadolu'ya ulaşırlardı. Anadolu’dan da Balkanlara. İpek Yolu üzerinde bugün Türkiye, Mısır, Irak, Suriye, Doğu Akdeniz, Arap Yarımadası, Somali, İran, Rusya’nın güneyi, Afganistan, Orta Asya, Pakistan, Hindistan, Çin, Kore, Vietnam…gibi ülkeler var. Ve yakın tarihte bu ülkelerden Sırbistan’da Otpor ( Direnç ) veya „5 Ekim“, Gürcistan’da „Gül“, Ukrayna’da „Turuncu“, Moldova’da „Üzüm“, Kırgızistan’da „Lale“, Lübnan’da „Sedir“, Tunus’ta „Yasemin“ ve Mısır’da „Lotus“ devrimlerinin; İran’da „Yeşil“, Burma’da „Safran“, Beyaz Rusya ve Moğolistan’da „Beyaz Devrim“ denemelerinin olması… bu „devrimci bahar“ın İpek değil, sanki „Devrim Yolu“ üzerinde hala devam etmesi tesadüf değil, „İpek Yolu Stratejisi“nin bir sonucudur. İlk „devrim“, ilk olması nedeniyle henüz bir çiçek ismi vermenin akıl edilemediği Sırbistan’daki „5 Ekim Devrimi“dir. Kırılma noktası 24 Eylül 2000 seçimleri oldu. Miloşeviç aslında seçimleri kaybetmişti, ama hile yoluyla koltuğunu korumaya kalkışınca ülkede sivil itaatsizlik başladı. Birkaç gün içerisinde ekonomik yaşam adeta durdu. Sağcısı solcusu, liberali milliyetçisi herkes Miloseviç’e karşı birleşmişti. 5 Ekim günü Sırbistan’ın değişik kentlerinden gelen binlerce insan Belgrad’da sokaklara döküldü. Kimin kimi desteklediği belli değildi, bu nedenle güvenlik güçleri de artık birbirlerine ve hükümete güvenmez olmuşlardı. Önce polis teşkilatı Miloşeviç’ten desteğini çekti. Polisin desteğini yitiren Miloşeviç orduyu işin içine çekmeye çalıştı, ancak ordu pasif kalmayı tercih etti. Daha sonra Miloşeviç rejiminin asıl koruyucusu olan Özel Eylemler Birliği (JSO) ve istihbarat teşkilatı da yönetime desteğini çekince Miloşeviç 5 Ekim 2000 tarihinde görevinden ayrılmak zorunda kaldı. Başta ABD olmak üzere bütün Batılı ülkeler Miloseviç’in gitmesini istiyorlardı. Hatta Miloşeviç rejimine son vermek, ABD’nin temel dış politika hedeflerinden biri haline gelmişti ve Sırbistan muhalefetine maddi-lojistik destek sağlamak amacıyla Budapeşte’de özel bir ofis bile açtırmıştı. Çünkü RF’nun müttefiki olan Sırbistan, İpek Yolu’na doğru yürüyüşe geçen ve arkasında güvenmediği bir ülke bırakmak istemeyen Batı’nın Avrupa’da henüz fethemediği son kaleydi.  Sırbistan’a değişim getiren 5 Ekim 2000 gösterilerinin motor gücü üniversiteli gençlerden oluşan Otpor (Direnç) hareketi oldu.  „Bağımsız“ ve „lidersiz“ bir hareket gibi görünen Otpor, ekonomik-siyasal sorunları ve yolsuzlukları dilinden düşürmüyor; halkı Miloşeviç rejimine karşı harekete geçmeye ve muhalefete oy vermeye çağırıyordu. Çağdaş teknik olanakları ve yöntemleri, radyo ve televizyonu, interneti çok iyi kullandılar. Bildiriler, afişler; elden ve internet üzerinden dağıttıkları propaganda malzemeleri ile yoğun bir propaganda savaşı yürüttüler.  Otpor’un bu başarısı, demokratik değişim isteyen diğer ülkelerdeki gençlere de ilham kaynağı oldu. 2002 yılında hazırlanan “Diktatörü Yıkmak” isimli belgesel ve Otpor’un eylem klavuzu denilebilecek “Şiddet İçermeyen Eylemin 50 Kuralı” isimli kitap birçok dile çevrilerek tüm dünyaya dağıtıldı. Hatta Otpor’un Srca Popoviç gibi eski liderleri veya mensupları ( eski diyorum, çünkü üniversiteyle ilişkisi kalmayan „emekliye ayrılıyor“du ) Gürcistan, Venezüella, Kenya, Ukrayna, İran, Tunus gibi ülkelerdeki gençlik hareketlerine bizzat eğitim verdiler, onlarla işbirliği içinde oldular. Keza “6 Nisan” ismi altında örgütlenen Mısırlı gençlerin Otpor’un yumruk sembolünü kullanmaları da bir tesadüf değildi. Srca Popoviç, 6 Nisan örgütüne de eğitim vermiş, hatta Al Jazeera televizyonu “6 Nisan” üyesi gençleri, Otpor’dan eğitim alırken görüntülemişti. Srca Popoviç’e göre, ülkelerinde demokratik değişimi amaçlayan hareketler birliğe önem vermeli, iyi planlama yapmalı, disiplinli çalışmalı ve şiddetten uzak durmalıydılar. İşte bu ilkeler daha sonraki “renkli devrimlere” bir model ve ilham kaynağı olurken, Otpor da gençlerin küçük bir hareketinin, „gizli bir el“in de yardımıyla büyük bir halk hareketine dönüşebileceğini, güçlü bir rejimin yıkılmasına varan sonuçlar doğurabileceğini gösterdi dünyaya. Sırbıstan’dan sonra, 2003’te, Gürcistan „Gül Devrimi“ ile sarsıldı. RF’nun arka bahçesindeki bu devrim birçoklarını şaşırttı. Halbuki, Hazar Havzası ve Sibirya bütün emperyalist güçler için ve her zaman önemli olmuş, ABD eski Dışişleri Bakanı Madelaine Albright da, „bu bölgeler tek başına Rusya Federasyonu’na bırakılamazlar“ sözleriyle açık açık ilan etmişti niyetini. Hatta bir zamanlar Nazi Almanyası bile bu bölgeleri kendi „lebensraum“u, yani „yaşam alanı“ olarak görüyordu. Yani Gürcüstan, Kafkasya’da stratejik öneme sahip bir ülkeydi. Hem Asya ile Avrupa’nın ticari olarak birbirine bağlanması; yani „İpek Yolu“ hem de Rusya’nın kuşatılması ve Hazar Havzası ile Orta Asya’daki enerji kaynaklarının batıya sorunsuz bir şekilde aktarılması için kilit ülkelerden biriydi. „Utangaç Amerikancı“ Şevardnadze’ye kimse güvenmiyordu ve SSCB’nin çözülmesi ile aslında misyonunu da tamamlamıştı. Ama tekrar Rusya’ya yakınlaşmaya başlayıp Rus enerji tekeli Gazprom’la 25 yıllık bir anlaşma imzalamaya kalkışınca devrilmesine karar verildi. Çünkü ABD, Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattını ve diğer enerji nakil projelerini tehlikeye atmak istemiyordu. Önce Sırbistan’daki renkli devrimin öncü isimleri CIA’nın kontrolünde Gürcüstan’a taşındı ve yine STÖ’lerin desteğiyle ülkedeki rejim muhalifleri eğitildi. Sonra, seçimlere hile karıştırıldığı iddaa edilerek muhalefet sokaklara döküldü ve 23 Kasım 2003’te Şevardnadze devrilip yerine Sakaşvili getirildi. Batı, bu iktidar değişikliği ile Gürcüstan’ı bütünüyle kontrolü altına aldığı gibi sonrasında gündeme gelen Gürcistan’ın NATO üyeliği Batı’nın Avrasya’ya açılma yolunda attığı başka bir adımdır. Batı’nın ve özellikle de ABD’nin Estonya, Litvanya ve Letonya gibi hem AB hem de NATO üyesi olarak görmek istediği ülkelerden biri de Rusya’nın başka bir komşusu olan Ukrayna’ydı. Aynı plan burada da sahneye konuldu. Zaten NED, NDI, Uluslararası Rönesans Vakfı gibi STÖ’ler çok uzun süredir bu ülkede faaliyette bulunuyorlardı. Sırbıstan’ın Otpor’u örnek alınarak Ukrayna’da „Pora“ örgütlendi. Bunun için Otpor’un neredeyse bütün kadroları Ukrayna’ya taşınmıştı. Bürolar açıldı, internette onlarca site kuruldu. Radyo ve televizyon programları, toplantılar, konferanslar ve gösteriler eliyle bir yandan „aydınlar“la bağlar kurulup muhalefet birleştirildi; diğer yandan da yoğun bir propaganda savaşı verildi. Gençlik örgütü Pora ve onun örgütlediği sivil kitle eylemleri „gizli el“ sayesinde medyadan da yoğun destek alıyordu. Sonunda 22 Kasım 2004 günü „Cumhurbaşkanlığı seçimleri bahane edilerek“ Kiev sokaklarında başlayan „Turuncu Devrim“ birkaç ay içerisinde, Ocak 2005’te batı yanlısı Yuşçenko’nun devlet başkanlığına gelmesiyle zafere ulaştı. Böylelikle İpek Yolu üzerindeki ve Avrasya’daki bir kale daha düşmüş oluyordu. Konunun özünün anlaşıldığını, başka örneklere gerek kalmadığını umarak toparlayayım… * Lübnan’da „Sedir Devrimi“nin nedeni eski başbakan Hariri’ye yapılan suikasttı. Diğerlerinde ise “seçimlere hile karıştırıldığı” iddiası. Ama bu „devrimler“, öyle bir günde örgütlenmemiş, öncesinde uzun bir hazırlık dönemi yaşanmıştı. * Bütün renkli devrimlerin lider kadroları batıda eğitim görmüş genç insanlardı. Planlama yeteneklerinin yanında, geniş teknik olanaklara sahiptiler ve “pazarlama-iletişim stratejilerini” başarılı bir biçimde uyguladılar. * Aralarında „gizli el“in yardımıyla kurulmuş belli ilişkiler vardı. Gürcistan’daki Rustawi TV’nin, Gül Devrimi sürecinde Miloseviç’in devrilmesi ile ilgili bir belgeseli iki defa yayınlaması tesadüf değildi. Ve Gürcü devrim liderlerinin CANVAS gibi Sırp enstitüleri ile işbirliği yaptıklarını herkes biliyordu.  * Ama yalnız Gürcüstan’a değil; Sırbistan’da Miloseviç’in devrildiği süreç, başka bir dizi ülkeye daha model oldu. Bunun sonucunda Sırbistan’daki gençlik hareketi “Otpor” gibi Azerbaycan’da “Yox”, Beyaz Rusya’da “Zubr”, Özbekistan’da “Bolga”, Arnavutluk’ta “Mjaft”, Ukrayna’da “Pora” ve Mısır’da da “Kifaya” kuruldu. Bunların hepsi kendi ülkelerinde rejim değişikliği için mücadele ederken; Mısır’da Kifaya ve Ukrayna’da da Pora “devrimlerde” gerçekten belirleyici roller oynadılar.  * “Renkli devrimler” arasında başka ortak noktalar da var. Mesela „devrimler“ hem CNN hem de BBC’de geniş biçimde duyuruldu, adeta naklen yayın yapıldı. Ve ABD merkezli Özgürlük Evi, USAID, IRI, NED, NDI ve Açık Toplum Enstitüsü gibi kuruluşlar bu “devrimler”e maddi destek sağladılar.  * Aynı şekilde, bu grupların hepsi eylemlerinde ve protestolarda şiddetten kaçındılar. Yolsuzluklar, seçim hileleri, despot yönetim, baskılar, terör ve umutsuzluk ile “demokratik hak ve özgürlük” talepleri eylemcilerin harekete geçmesine en çok katkı sağlayan öğelerdi.  * „Devrim“ veya iktidar değişikliği sonrasındaki uygulamalarda da büyük benzerlikler var. Kendi özgünlükleri, kimilerinde yaşanan “gel git” ler veya “zik zak”lar olsa da... Sırbistan, “5 Ekim Devrimi”nden sonra demokratikleşme sürecine girdi. Basından üniversitelere, insan haklarından azınlık haklarına kadar temel hak ve özgürlükleri tanıyan yeni bir Anayasa yaptı. Sonra, devlet kurumlarını değişime direnen eski rejim yanlılarından ve yolsuzluklardan arındırdı. Avrupa ile ilişkileri normalleştirdi ve ekonomisini canlandırdı. Gürcüstan’da da hemen hemen aynı süreç yaşandı. Türkiye’deki “ergenekon” benzeri yapılar çıktı ortaya. Yüzlerce rütbeli asker, bürokrat, gazeteci tutuklandı. Bunlar televizyonlarda topluma teşhir edildiler. Sonra, yeni anayasa hazırlandı, ekonomide liberalleşme yönünde adımlar atıldı. Bugün Gürcüstan yeniden inşa ediliyor ve “İnsani Gelişme İndeksi” ( İGİ ) + 36 puan ile Küba’nın hemen ardından dünyada ikinci sırada.   (http://haber.sol.org.tr /yazarlar/ilker-belek/ekonomik-kriz-kubada-insani-gelismeyi-nasil-etkiledi-49767 ) Türkiye de bu dalganın dışında kalmadı. Türkiye’nin “renkli devrimi” ve yeni rejimi inşa süreci 3 Kasım 2002’de, gelmiş geçmiş en Amerikancı parti olan AKP’nin iktidara gelmesi ile başladı. Türkiye’de, diğer ülkelerde olduğu gibi kitlelerin sokaklara dökülmesi gerekmedi; çünkü, “devrim”in sistem içinde ve kilit noktalarda “güvenilir” insanları vardı. Bunlar eliyle ve “Ergenekon Operasyonu” aracılığıyla eski rejimin devlet içerisindeki uzantılarını tasfiye etmek o kadar zor olmadı. Süreç, yeni anayasanın yapılması ve “PKK sorunu“nun çözülmesi veya PKK’nın bir biçimde tasfiye edilmesi ile tamamlanacak.  Süreci, ABD ve AB gibi “Atlantikçi” güçlerin desteklediği AKP çevresi ile Çin, Rusya ve İran gibi “Avrasyacı” güçlere yakınlaşmaya çalışan “ulusalcı-faşist ittifak” arasındaki bir mücadele olarak okumak da mümkün. “Atlantik Paktı”, İpek Yolu üzerindeki ülkeleri “yeni dünya düzeni”ne eklemleyebilmek ve direnen ülkeleri etkisiz hale getirebilmek için Sünni İslami hareketlerle ittifaka girmiş durumda. Veya bu hareketleri kullanıyor. Ama Sünni İslami hareketlerin de bulundukları ülkelerde iktidarı alabilmek için “Atlantikçiler”in desteğine ihtiyaçları var. Türkiye, “Atlantikçiler”le Sunni İslamcı hareketlerin yakınlaşmasını sağlıyor ve son zamanlarda “bir emperyal güç” vizyonu ile bölgeye müdahale etmeye başlaması üstlendiği bu yeni rol nedeniyle. Yani, Türk dış politikasında batı dünyasından bir kopma veya bağımsız hareket etme anlamında “eksen kayması” yok, tam tersine, artık askeri anlamda da bir “öncü kuvvet” ve “model ülke” rolü üstlenmiş durumda. Bu bağlamda, “Arap Baharı”nın başlamasıyla birlikte Tunus’ta, Mısır’da ve daha başka yerlerde AKP’nin programını birebir kopya eden partilerin ortaya çıkması gayet normal.  Libya’da işler biraz ters gitti. Çünkü, hem kendi gücünü abartan hem de Libya’daki çıkarlarını “ölümüne” koruyacaklarını sandığı “Avrasyacı” ülkelere güvenen Kaddafi iktidarı direndi. Öyle ya, Libya Çin’in petrol ihtiyacının % 3’nü karşılıyordu ve Çin’in Libya’da 80’e yakın şirketi ve 40 bin kadar da çalışanı vardı. Aynı şekilde Rusya’nın Gazprom ve Dafnet gibi şirketleri de Libya’da çok büyük yatırımlar yapmışlardı. Ama çıkarlarını savunamadılar ve Kaddafi, sonunda iğrenç bir şekilde öldürülerek kaybetti savaşı. Libya’dan sonra sıra Suriye’ye geldi. Komşu olması nedeniyle Türkiye, Suriye’de daha aktif. Libya’dakine benzer bir senaryo, bu defa Türkiye eliyle sahnelenmek isteniyor. Esad RF’na güvenmişti. Ama Rusya, Suriye’yi koruyabilecek durumda değil. Ki bu nedenle geçen hafta Esad’a “devlet başkanlığını bırak, gel Rusya’da sonsuza kadar mutlu yaşa!” çağrısı yaptı. Savaş gemilerini Akdenize göndermesi, Suriye’yi korumak için değil; NATO’ya artık RF’nun kırmızı çizgilerine, şimdilik, ulaşıldığını göstermek için. Yine uzattım, ama konu öyle bir iki cümle ile özetlenemeyecek kadar karmaşık. Yaşananlarda birçok ortak yan olduğu gibi, her ülkenin de kendi özgünlükleri var. Ve bir genelleme yaparken, yanlış anlamaya neden olmamak için, bu özgünlüklerden en azından bir ikisine değinmek gerekiyor. Peki bu yaşananlardan çıkarılması gereken sonuçlar ve dersler neler olabilir? Öncelikle görülmesi gereken kapitalizmin uzun zamandır o ünlü “1929 buhranı”ndan da ciddi bir krize girdiği ve krizin her geçen gün daha da derinleştiği. Bu, “iyiler”le “kötüler” arasında değil; “kötüler”le “daha kötüler” arasındaki yeni bir “savaşlar çağı”na girdiğimiz anlamına gelir. Kimse kapitalizmin iç çelişkilerini küçümsememeli ve bundan önceki dünya savaşlarının da kapitalistlerin kendi aralarındaki çelişkilerden; pazar-hammadde ihtiyacından ve rekabetinden çıktığını unutmamalı. Bu durumda, herkes, tıpkı 2. Paylaşım savaşı öncesinde olduğu gibi, bakış açılarını ve söylemlerini değiştirmek zorunda. Artık dünyada bir tarafta “kapitalist-emperyalist”, diğer tarafta da “sosyal” devletler yok. ABD, Fransa veya Almanya ne kadar kapitalist-emperyalist ise Çin veya Rusya Federasyonu da o kadar emperyalistler.  Bu nedenle birilerini “Amerikancı” veya “Avrupacı” diye suçlarken; Rusya ve Çin’i bunlardan farklı zannetmek doğru değildir. Kimileri “soğuk savaş” yıllarından kalma alışkanlıkla “anti amerikancılık”ı bir marifet sanıyor ve Rusya’ya sahip çıktığında “sosyalleştiğini”! Ama doğru değil bu.  Bugün, “Atlantik” ülkeleri saldırgan taraf iseler de, emperyalist-kapitalist ülkeler arasında gerici toplumsal ilişkileri temsil eden devletler Çin ve Rusya Federasyonu’dur. Yani nasıl ki bir zamanlar Prusya gericiliğin merkezi olmuş ve Marks-Engels “İngiltere mi, Prusya mı” sorusuna, “İngiltere! Çünkü İngiltere daha ileri toplumsal ilişkileri temsil ediyor. Prusya ise gericiliği...” demişse, bugün gericiliğin merkezi bir kez daha doğuya kaymıştır.  Bu, elbetteki saldırganlığa destek verelim anlamına gelmiyor; ama saldırganları mahkum ederken, geri toplumsal ilişkileri savunur duruma da düşmemek lazım! Çin ve Rusya’nın sosyalizmin kimi kazanımlarını henüz bütünüyle tasfiye edememiş olmaları bizleri yanıltmamalıdır. Bu ülkeleri, toplumsal ilişkilerini, sistemlerini, hukuklarını ve işleyişlerini dünyanın diğer devletleri ile karşılaştırdığında, dürüst bir insanın başka bir sonuca ulaşması mümkün değildir. Ki, Medvedev’in daha ilk ciddi muhalif gösteriler sonrası “reform” yapma sözü vermesi, aslında bu ülkelerin yöneticilerinin de durumlarının farkında olduklarının bir göstergesi. Yani rekabet asıl olarak Batılı emperyalist ülkeler arasında olsa da, savaş, kendi aralarında da çetin bir “pazar ve hammadde” mücadelesine girişmiş olan “Atlantik ülkeleri” ile; yeraltı ve yerüstü zenginliklerini, pazarlarını, sınırlarını ve devlet olarak bütünlüklerini korumaya çalışan “Avrasyacılar” arasında. Atlantikçiler, sosyalizmin tasfiyesini yeterli görmeyip, küreselleşmeyi ve sisteme kayıtsız şartsız entegrasyonu dayatırken; bunun karşısında Avrasyacılar da “yeni ittifaklar ve kutuplar” inşa ederek çıkarlarını korumaya çalışıyorlar.  Atlantikçilerin en önemli silahı “demokratik hak ve özgürlükler” ile “temel insan ve azınlık hakları”. Kendileri bu sorunları büyük ölçüde çözmüş ve uluslararası kurumlara da bu sorunların çözümü ile ilgili bir hukuki altyapı hazırlatmış durumdalar. Şimdi bunları ajite ediyor, etnik ve bölgesel güçleri destekliyor, adem-i merkeziyetçi ve federal devlet modellerini özendirerek Avrasyacı “ulus devletleri” içten çözmeye ve merkezi otoriteyi zayıflatmaya çalışıyorlar. Böylece hem pazarları ve yeraltı-yerüstü zenginlikleri ele geçirecekler hem de merkezi örgütlülükleri zayıflayan devletleri kendilerine rakip olmaktan çıkaracaklar.  Bir düşünün, bağımsız olan küçük bir ülkenin bu zenginliklerini çıkarma, işleme ve dünyaya pazarlama imkanı; bunun için teknik donanımı ve sermaye birikimi olabilir mi? Olamaz! Olmadığı için de bu olanağı olan ülkelerle işbirliği yapmak zorunda. Aynı şey, sınırları değişmeyen federal devletlerin birimleri ve özerk örgütlenmeler için de geçerli.  İşte Güney Sudan bağımsız oldu, ama şimdi ben petrolü nasıl çakaracağım diye kara kara düşünüyor. Irak Kürdistanı, petrollerini Excon gibi tekellere teslim etmiş; Libya’da Kaddafi’nin yerine iktidara gelenler neredeyse iç çamaşırlarını bile pazarlamış durumdalar.  Türkiye’de “ulusalcılar”ın; yani küresel sermaye ile bütünleşememiş sermaye ile faşist-türkçü güçlerin birden bire “anti-emperyalist”, daha doğrusu “anti-amerikancı” olmalarının ve “Avrasyacı” güçlere yakınlaşmalarının altında yatan neden, dayatılan bu modelin Türkiye’nin bölünmesine yolaçabileceği korkusu. Bu korku onları şövenizmi ve “Türk Ulusçuluğu”nu savunmak ve aynı dertten muzdarip devletlerle, yani “Avrasyacı”larla ittifak yapmak zorunda bırakıyor. “Soğuk savaş” döneminden kalma reflekslerinden hala kurtulamamış olan kimi “solcular” da “Amerikancı” AKP’ye karşı çıkmak adına, şövenist güçlerle yanyana geliyor; diğer ulusal-etnik-dini toplulukları asimile eden “Türk Ulusçuluğu”nu ve “Türk Ulus Devleti”ni korumak isteyenlerin ekmeğine yağ sürüyorlar. Halbuki “Ulus” dedikleri, “Türk ulusu”; “devlet” dedikleri de “şövenist devlet”tir.  Yani ortada “emperyalistler”le “anti-emperyalistler” arasında bir mücadele ve devrimciler hariç, “anti emperyalist” bir güç falan yok. Hem “Atlantikçiler” hem de “Avrasyacılar” toplumsal siyasal örgütlenme anlamında kapitalist-emperyalistler. Ama Avrasyacılar, halihazırdaki hakim uluslarla ve onların “ulus devletler”iyle ittifak kurmaya ve statükoyu korumaya çalışırken, Atlantikçiler yerel etnik ve ulusal güçleri, “şövenist ulus devletleri”nin ezdiği toplumsal kesimleri tetikliyorlar. Bunlar, dış güçlerin nasıl pozisyon aldıklarını gösteriyor; ama herşey böyle dışarıda pişirilip içeriye servis edilmiyor. Hatta son tahlilde belirleyici olan yine sözkonusu ilkelerdeki iç dinamikler. Yani “renkli devrimler”in veya “bahar”ın, bu “devrimler”in yaşandığı ülkelerde maddi altyapıları var. Bu ülkelerde, demokrasi, temel insan-azınlık hakları ve hak hukuk yok. Yolsuzluk ve yoksuluk diz boyu. Eğitim ve sağlık hizmetleri kötü. İnsanlar işsiz, mutsuz ve umutsuz. Bu sorunlar ve daha iyi-daha kaliteli bir yaşam özlemi insanları harekete geçiriyor, sokaklara döküyor.  Yani, “emperyalist” güçlerin ne istediklerinden bağımsız olarak bu ülkelerde bir “devrimci durum” ve bunun dinamikleri var. Batılı güçler bu durumu ve potansiyeli kullanıp yönlendiriyorlar. Yönlendirebildikleri kadar! Gerici, yoz iktidarların ve diktatörlerin reform yapmak ve kitlelerin taleplerine yanıt vermek yerine statükoyu ve iktidarlarını korumaya çalışmaları, dış güçlerin işlerini kolaylaştırıyor ve müdahale etmeleri için uygun şartların ortaya çıkmasına yarıyor. Ama eğer içeride herşey güllük gülistanlık olsa, dışarıdan ne yapılırsa yapılsın “devrim” de olmaz, “bahar” da gelmez! Ancak “kötü”yü yıkarken, daha “iyi”yi inşa edip edemediklerini de sorgulamak gerekiyor elbette.  Bu “devrimler”in en önemli kazanımları, halkların korku duvarlarını yıkıp yeniden kendilerine güven duymalarını sağlamaları. Yani, nihai çözüme ulaşamasalar da, artık daha demokratik, daha özgür bir dünyanın mümkün ve bunu başarabilecek güçlerinin olduğunu biliyorlar.    Ancak, bu “renkli devrim”lerin veya “apolitik bahar”ın en önemli özelliği; “devrim”i yapan kitlelerin ne inşa etmek istediklerini değil; ne yıkmak istediklerini bilmeleri. “Devrim”in önderlerinin, en geniş ittifakı sağlayabilmek için, bu konuda konuşmaktan kaçınıp sürekli olarak genel geçer doğruları ve iktidarın olumsuzluklarını anlatmaları. Bu nedenle kitleler sokaklara çıktıklarında “kahrolsun”, “artık yeter”, “defol git” gibi sloganlar atıyor, herkesin arkasında yürüyebileceği pankartlar taşıyorlar. Son iki haftadır RF’da sokaklara dökülenler de bu kuralı bozmadılar. “...katılımcı sayısı 60 bin ila 100 bin arasında değişen dev mitinge katılanlar arasında yapılan ankette, ‘Hangi sloganları destekliyorsunuz?’ sorusuna verilen yanıtlar şöyle: Özgür, adil, şeffaf seçimler: %37 Kahrolsun Putin: %25 Seçimlerin iptali, sonuçların gözden geçirilmesi: %19 Kahrolsun Çurov: %9 Kahrolsun dolandırıcı, hırsız, yalancı ve yolsuzluk batağındakiler: %7 Hırsız Putin hapse atılsın: %6 İktidar ve sistem değişmeli: %5 Biz köle değiliz: %4 İktidardan defolun: %3 Rusya özgür olacak: %3 Siyasi mahkumlara özgürlük: %3 Halkın iktidarı: %2” http://www.turkrus.com/haber-hatti/25231-qhalki-sokaga-doken-nedenler-secim-sonuclarina-tepki-putin-karsitligiq.html Yani yıkmak için bir programları var, ama yeniden inşa etmek için yok! Birşeyler değişsin istiyorlar; ama yerine neyin geleceği belli değil. Zaten bu nedenle “apolitik devrimler” olarak niteleniyorlar. En geniş ittifakı kurmaya yarayan bu yöntem, “devrim” sonrasında birçok sorunun çıkmasına neden oluyor. Kitlelerin özlemleri ve beklentileri karşılanmıyor ve küçük ama örgütlü “gizli” bir gücü iktidara taşıyabiliyor.    Bu süreçten nasıl bir ders çıkarmak gerekir diye soran varsa: “Yurtseverler” ne istediklerini topluma iyi anlatmalı; ama aynı şeyi inşa etmek istediklerinden emin olmadıkları gruplarla ve güçlerle birlik veya ittifak kurmadan önce iyi düşünmeliler. Haklı da olsa yalnızca “kahrolsun” sloganı altında birlik olmak doğru değildir.  Böylesi eylem ve güç birlikleri kurmak zorunda kaldığımızda, kendi kimliğimizi, bağımsız örgütlülüğümüzü korumalı; taleplerimizi özgürce dile getirebilmeliyiz. Yani, ne istemediğimizi bilmek yetmez, ne istediğimizi de bilmeliyiz. Zaten “devrimler”de ittifaklar nasıl iktidara gelineceği ekseninde değil; iktidara geldikten sonra ne inşa edileceği üzerine kurulur. Ve eğer biz ne istediğimizi bilir ve bunun programını çıkarabilirsek, doğru ittifaklar kurulacak ve başkalarının ne istediklerinin hiç bir önemi olmayacaktır.  Bir yılı daha geride bırakıyoruz. 2011’in Çerkes ( Adıge ) halkını daha güzel bir dünyaya ve Çerkesya’ya bir adım daha yakınlaştırdığına inanıyorum.  2012’de daha hızlı örgütleneceğimiz ve daha koşacağımız umuduyla Çerkes halkının ve tüm insanlığın yeni yılını kutluyorum. Herşey gönlümüzce olsun!
  • facebook sharing buttonFacebook
  • twitter sharing buttonTwitter
  • pinterest sharing buttonPinterest
  • linkedin sharing buttonLinkedin
  • tumblr sharing buttonTumblr
  • vk sharing buttonvk
  • odnoklassniki sharing buttonOdnoklassniki
  • reddit sharing buttonReddit
  • whatsapp sharing buttonWhatsapp
  • googlebookmarks sharing buttonGoogle Bookmarks