BEN DE VARDIM DİYEBİLMEK…

#189 Ekleme Tarihi 13/10/2015 07:15:56
05 Mart 2011 Cumartesi Saat 19:36   İnsanların ve toplumların yaşamlarında öylesine günler ve olaylar vardır ki, aradan yıllar da geçse unutulmazlar. Hatırlayınca yüzünüzde bir tebessüm belirir, belki biraz gurur duyarsınız. Yaşamınıza bir renk katmış veya akışını değiştirmiştir. Özeldir, anlamlıdır... O günü veya o anı unutamayacağınızı daha yaşarken hissedersiniz, çünkü kan dolaşımınız hızlanmış, adrenaliniz yükselmiş ve kalp atışlarınızı duymuşsunuzdur. Toplumsal olaylar da böyledir. Bir toplumda dalgalanmaya, heyecana neden olan; değişime işaret eden günler veya olaylar unutulmazlar. Toplumsal hafızaya kodlanır, uzunca bir süre orada kalırlar. Ve siz bu olaylarda yer almış, tarihin akışını değiştirenlerden biri olmuşsanız sizin de unutamayacağınız günler veya olaylardan biridir artık onlar. 13-17 Nisan 1987, Türkiye için böyle bir süreçtir. 12 Eylül Türkiye’yi silindir gibi ezmiş ve topluma bir deli gömleği giydirmişti. Biz o yıllarda bunu kırmaya ve öğrenci derneklerini örgütlemeye çalışıyorduk. Başarılı da olmuştuk. Üç yıl gibi kısa bir sürede neredeyse bütün üniversitelerde dernek başvuruları yapılmış, ufak tefek etkinlikler örgütleyebilmiştik. Ama hükümet buna bile tahammül edemeyip derneklerin kurulmasını özel izne tabi kılan bir yasa çıkarmak isteyince tepki gösterdik. Bu tepkiler 13-17 Nisan tarihlerinde sokaklara taştı. Bugünlerle karşılaştırıp, “ne var canım yürüyüş yapmakta” derseniz yanılırsınız. O günlerde örgütlenmek ve demokratik bir hak veya özgürlük için eylem yapmak kolay değildi. Bedeller ödemek zorunda kalıyordunuz. Yasal Öğrenci Derneğinin takvimini dağıtmak veya piyasada yasal olarak satılan bir dergiyi üniversiteye sokmak (!) bile yasaktı. Okuldan uzaklaştırma cezası alıyordunuz. İdare, kraldan çok kralcı, Evren’den çok Evren’ciydi. Hatta herkes biraz “Murtaza” olmuştu. Bir kitapçıda birkaç sayfadan fazla fotokopi çektirdiğinizde veya bir mağazadan bir kaç metre bez aldığınızda “başlarına birşey gelmesin”den korkan dükkan sahipleri polise telefon açıyorlardı. Bu şartlar altında örgütlenmeye ve mücadeleyi yükseltmeye çalışmıştık. Binlerce insan okuldan atıldı. İşkence gördü, cezaevine düştü... Çıkarılmak istenen yasaya karşı tepkileri sokağa taşırma, demokratik bir hak olarak miting veya yürüyüş örgütleme önerisini getirdiğimizde en çok “kendi içimizdekiler” muhalefet etmişlerdi. Yani, dernekleri örgütleyen ve yönetenlerden bazıları. O günlerde merkezi bir örgütlenme olarak “Türkiye Öğrenci Dernekleri Platformu” vardı. Önderlik değil, ama çoğunluk, komsomol örgütlenme alışkanlığını üzerinden atamamış bir gruptaydı. Demokratik işleyişi hayata geçiremiyorduk, çünkü bu arkadaşlar ne pahasına olursa olsun çoğunluğu ellerinde tutmaya ve kendi istedikleri kararları almaya çalışıyorlardı.Merkeziyetçilikten anladıkları güçleri birleştirmek değil, kurumu denetim altında tutmaktı. Bir dernekte çoğunluğu biz mi ele geçirdik, yönetimi tanımadıklarını söyleyip, kendi temsilcilerini de gönderiyorlardı platforma. Veya platformda çoğunluğu mu sağlamak üzereyiz, o zaman yeni dernekler kuruyorlardı. Tıkanmıştık resmen... Ya onların dediği olacaktı, ya da hiçbir şey yapılmayacak! Günlerce tartıştık, ama bir sonuç alamadık. Yeni yasaya onlar da karşıydı, ama tepkileri farklı örgütlemek gerekir diyor; bakanlarla veya milletvekilleriyle görüşme, imza toplama, dilekçe verme, basın açıklaması yapma gibi yöntemler öneriyor, 12 Eylül yasalarıyla çizilen sınırları zorlamayı akıllarına getiremiyor ve icazet almadan iş yapmak istemiyorlardı. Bir milletvekili veya bakan kendileriyle görüştüğünde sanki bütün sorunlar çözülecekmiş gibi ballandıra ballandıra anlatıyor, insanların bu görüşmeye ve görüşülen milletvekiline gereksiz umut beslemelerine neden oluyorlardı. Ama daha da önemlisi biz, daha geniş bakılması gerektiğini düşünüyor, bu sürecin Türkiye’nin demokratikleşmesine katkı sunmasını istiyorduk. Örgütlenme talebimiz ve bunu sokaklarda dile getirmemiz diğer toplumsal kesimlere de örnek olabilir, demokratikleşmenin ve demokratik örgütlenmelerin önünü açabilir; 12 Eylül’ün sindirdiği insanlara cesaret ve umut verebilirdi. Bunları dile getirdiğimizde bize hayal kurduğumuzu, gücümüzü abarttığımızı, baskıları göğüsleyemeyeceğimizi ve öğrenci gençliğin de böyle bir misyonunun olmadığını söylediler, güldüler. Ama biz zamanının geldiğine, kitlenin bunu istediğine, asıl bizim onların önünde engel olarak durduğumuza; dilekçe, imza toplama, görüşme gibi faaliyetlerle korkuları büyüttüğümüze, umudun ve demokrasinin saksıda büyümeyeceğine inanıyorduk ve bedel ödemeye hazırdık. Hatta bu süreçte gözaltına alınma tehlikesi nedeniyle evlerimizi bile “temizlemiştik”. Elbette biz de merkezi bir örgütlenmenin gerekli ve önemli olduğuna inanıyorduk, bu nedenle uzunca bir süre yapıyı korumaya ve diğerlerini ikna etmeye çalıştık. Ama olmadı ve sonuçta kendi yolumuzda yürümeye karar verdik. Günlerce koşturduk, uyumadık. İstanbul, Ankara, İzmir arasında aç susuz mekik dokuduk. Ankara’daysam üniversiteye sabah ilk servisle geliyor, hazırlık sınıfından başlayıp en yukarıdaki maden mühendisliğine kadar bütün bölümleri ziyaret ediyor, kantinlerinde bir çay içiyor, insanlarla sohpet ediyordum. Akşamları da ya yurtlardaydım, ya da bir öğrenci evinde. Bazılarımız böyle eylemlere katılmıştık, ama hiçbirimizin yönetme deneyimi yoktu. Bizim için de yeniydi herşey. En ince ayrıntılara varıncaya kadar planlamaya çalıştık. Bizi en çok zorlayan ve üzerinde en çok çaba harcadığımız konu, karşı propagandayı etkisiz hale getirebilmekti. Yani kuşkuları, korkuları yenmek için çaba gösterdiğimiz yetmiyormuş gibi, bir de yalanları ve kafa karıştırma çabalarını boşa çıkarmamız gerekiyordu. Eyleme karşı olanlar genel toplantılara çoğunlukla kitlelerini getirmiyor, sadece kemikleşmiş bir kaç kişiyle geliyor, böylece bizim ne söylediğimizi ilişki içinde oldukları insanların duymamasını sağlıyor; onlara kendi istediklerini anlatıyorlardı. Çoğu zaman da ya yalan söylüyor, ya da bizleri karalamaya çalışıyorlardı. Sanki ismimiz yokmuş gibi, hepimize negatif anlamı olan veya önyargılara hitap eden bir sıfat takmışlardı.  Kuşkuları ve korkuları büyütmek için bizlerin aslında öğrenci değil, “militan” olduğumuzu, öğrenci derneklerini örgütlemek değil; 12 Eylül öncesindeki gibi bir çatışma ortamı yaratmak istediğimizi söylüyor, korku yaymaya çalışıyorlardı. Onlara göre bir öğrenci böyle eylem yapmazdı. Sonra, öğrenci dernekleri bizim yüzümüzden bölünmüş, platform bizim yüzümüzden işlemez hale gelmiş diye anlatıyorlardı herkese. Eylemin örgütlenmesini istemiyorlardı. Çünkü bu, onların temsil edemeyeceği, sahiplenemeyeceği bir eylemdi ve bu çizginin kitleler tarafından benimsenmesi durumunda onlara gerek kalmayacaktı. Bu nedenle öncelikle engellemeye çalıştılar. Bunu başaramayınca eyleme katılımın az olması için uğraştılar. Çünkü katılımın az olması durumunda bu defa “gördünüz mü, tabanınız yok; kitle size ve yöntemlerinize destek vermiyor” diyebileceklerdi. Her türlü yönteme başvurdular. Neler söylemediler ki! Bir arkadaşımızın babası Valiydi. Gözaltına alındığında ertesi gün serbest bırakılıyordu. Kendisinden bir gün bile şüphe duymadık, çünkü kendisinin de bu durumdan rahatsız olduğunu, babasına “baba lütfen araya girme. Bırak arkadaşlarımla birlikte gözaltında kalayım, ben de işkence göreyim. Bu durumdan utanıyorum” dediğini biliyorduk. Ama bunu bile kullanmış, arkadaşımızın polise çalıştığı gibi bir dedikodu yaymışlardı. Veya başka bir arkadaşımızın bir partiyle olan ilişkileri onun meclis hayali kurduğuna delil olarak sunuluyordu. Halbuki asıl onlarda vardı böyle özlemler (  bugün benzeri dedikoduları yayanların “seçimlerde aday olmasını istediklerinin listelerini bir partiye sunmaya hazırlanmaları” gibi? ). Etkili de oluyordu bu yalanlar. Hatta kendi saflarımızdan bile bu söylemlerden etkilenenler vardı. Bunu genel toplantılardan sonra kendi aramızda yaptığımız değerlendirmelerde görüyorduk. “Aslında şu noktada haklı değiller mi?” sorusunu çok duyduk. Bu duruma şaşırmadık! Çünkü biz de korkuyorduk, biz de bilmiyorduk sonucun ne olacağını ve karşılaşacağımız zorlukları. Bu nedenle ne kadar teorik olarak yapmak istediklerimizin doğru olduğuna inansak da daha risksiz ve daha güvenli yollar önerilince iç güdüsel olarak insanlarda yalanlara inanma yönünde bir eğilim ortaya çıkıyordu. “Ben katılmıyorum” demenin “haklı” bir gerekçesinin olması insanları vicdani olarak rahatlatıyordu. Bir de “birlik” olmak gerçekten insani ve güzel bir duygu. En geniş birliği yaratabilmek bu anlamda çok önemli. İnsan böyle bir yapı içerisinde kendini daha güçlü, daha güvenli ve daha mutlu hissediyor. Bu nedenle bizi “bölücü” gibi göstermeleri saflarımızda da huzursuzluk yaratıyor, bize karşı başka birşey söylemeye gerek bıraktırmayacak bir tepkinin doğmasına neden oluyordu. Ama böyle “bölücü” damgası yememenin bedeli onların iradesini tanımak, kendi siyasetimizi yapmamak ve programımızı hayata geçirmemek olacaktı. Bunu kabul edemezdik. Yine de bu propagandayı etkisiz hale getirmek, gerçekleri gösterebilmek çok enerjimizi almıştı. Doğrusu, eylem önerilerini getirdiğimizde “mümkün değil” demiş, şu veya bu nedenle karşı çıkmışlardı. Yani, bölünmek istemeyen ve süreci birlikte örgütlemek isteyen bizdik. Eğer katılsalardı, istedikleri herşeyi tartışır, ortak bir noktada buluşurduk. Ama bizim kararlılığımızı ve eylem önerimizin insanlarda yarattığı heyecanı görünce taktik değiştirmiş, eksikleri ve yanlışları dile getirmeye başlamışlardı. Bunda da başarılı olamayınca bizi yine “bölücü” veya “sekter” diye damgalayabilmek için son anda bir “eylemi erteleyin, önce milletvekilleriyle ve bakanlarla son bir kez görüşelim; eğer hala bu yasayı çıkarmak isterlerse biz de varız” önerisi yaptılar. Ama “bölücü”, “öğrenci bile değiller”, “militanlar”, “karışıklık yaratmak istiyorlar” dedikleri insanlarla sittin sene geçse birlikte olurlar mıydı? Mümkün değil! Ama bu son manevra ile bir kez daha psikolojik olarak etkilemeye çalıştılar insanları. Aslında şunu da çok iyi biliyorlardı: Bizim amacımız sadece yasayı engellemek değil, demokratik hak arama yöntemlerini zenginleştirmek, demokratikleşmenin önünü açmaktı. Onlar da asıl olarak buna karşı çıkıyor, ama yalanlarla dolanlarla ve bizim yaptığımız hataları kullanarak kafa karıştırmayı başarıyorlardı. Bir avuçtuk; ama yılmadık, yorulmadık ve eylemleri örgütledik. 12 Eylül’ün korku duvarını yıktık. Sonrasındaki yıllarda işçi, memur kesimlerinde ve mahallelerde dernekler kurulmaya başlandı. Örgütlenildi. Hak arama mücadelesi yine alanlara taşındı, yürümek “zor” olmaktan çıktı. Daha iyi olabilirdi elbette, ama Türkiye’nin bu günlere gelmesinde önemli bir kilometre taşı olan süreci, eksikleriyle fazlalarıyla başarıyla geçtik. Bu sürecin içerisinde “ben de vardım” demekten mutluluk duyuyorum. İnanılmaz bir duygu bu. Varlığımı hissettiğim ve hissettirdiğim bir süreç. Evet ben de vardım, hatta biraz da ön saflarda. Bir yandan okuduğum ve eylem ile ilgili sorumluluk aldığım üniversitedeki teknik sorunları çözmeye, diğer yandan da önce kendi kuşkularımı ve korkularımı yenmeye, sonra başkalarına bu konuda yardımcı olmaya çalıştım. Güven duydum, güven verdim. “Meşhur”larla fazla zaman kaybetmedim, çayımı “sıradan insanlar”la içtim ve sohpetimi onlarla yaptım. İhtiyaç hissettiklerinde yanlarında oldum. Kızılay’da polis saldırdığında çıkan panik nedeniyle ağlayan iki bayan arkadaşı güvenli bir bölgeye çıkarıp tekrar eylem alanına dönecek kadar... Fazla “meşhur” olmasam da, aynı yıl yapılan ilk kongrede en çok oy alanlardan biri olarak dernek başkanlığına getirilmemin sırrı da buydu. Hatta başka bir gruba sempati duyan o iki bayan arkadaş seçimlerden sonra yanıma gelip, “biz aslında Y...cıyız. Ama sana oy verdik. Çünkü sen bize gereklisin” dediklerinde, insanların kendilerine verilen emeği asla karşılıksız bırakmayacaklarını anladım. Evet ben de vardım o, 10 Nisan’da Yurtlarda bir protesto eylemi ile başlayan süreçte. 13 Nisan günü örgütlenen yemek boykotu nedeniyle bir kaç arkadaş gözaltına alınınca o saatlerde Mümtaz Soysal’ın da katıldığı “Türkiye’de Demokrasi” konulu bir paneli protesto etmek için Mimarlık anfisinin önünde oturma eylemi örgütlemiştik. Jandarma eyleme saldırıp bir arkadaşımızı yaralayınca anfiye girip konuşma yapmaya karar verdik. Üç temsilci olarak girdik içeri. Konuşmayı A.. yapacaktı. Ama rektörün kulağına bizlerin “eylemci” oldumuz fısıldanmıştı, bu nedenle rektör A... her elini kaldırdığında “tamam aradaşlar, sırası geldiğinde size de söz hakkı vereceğim” diyerek bizleri oyalıyordu. Ben sırayı beklemeyip konuşması için arkadaşa ısrar edince, “ben yapamayacağım herhalde, sen yap” dedi. Bunun üzerine elimi kaldırıp konuşmacının sözlerini kestim ve “siz burada demokrasi üzerine nutuklar atarken, dışarıda arkadaşlarımız gözaltına alındı, oturma eylemimize jandarma saldırıp bir arkadaşımızı yaraladı. Bu durumu protesto ediyor, buradaki herkesi bize katılmaya çağırıyoruz. Ve siz belki böyle panellerle kendinizi kandırmaya devam edebilirsiniz, ama bizleri artık kandıramayacağınızı, bugün yeni bir sayfa açıldığını da bilin” diye bir konuşma yaptım. Bugün 12 Mart Mitingi ile ilgili yaptığımız tartışmalar biraz da o günlerdeki yaşadıklarımıza benzetiyorum ben. Bir statü var. Örgütlenme ve çalışma anlayışı ile yerleşik bir statü. Ve bu statünün sağında solunda mevzilenmiş gruplar. Bu nedenle statüyü yıkıp yeni bir sayfa açmak kolay olmuyor. Ama şimdiye kadarki tartışmalar da, istisnalar hariç düzeyli, eğitici ve öğretici oldu. Bu nedenle ben gelecekten çok umutluyum. Kısa zamanda büyük mesafe kaydettik. Bir çok tabuyu yıktık. Statüko da bu süreçten sonra eminim bir özeleştiri sürecine girecek ve birikimimize, ihtiyaçlarımıza göre kendisini yeniden örgütleyecektir. Hepimiz görüyoruz işte. Toplumumuz heyecanlandı, düne kadar birbirleriyle tartışan insanlar “ben de varım” diyebildi. Aynı platformda yanyana olmak, birlikte yürümek, hak ve özgürlüklerimizi birlikte haykırmak bizleri birbirimize daha da yakınlaştıracak; daha demokratik bir merkezi örgütlenmenin, anavatanımızla işbirliğinin önünü açacaktır. Bugün yaptığımız tartışmalar kimseyi üzmemeli ve korkutmamalı, hatta benzerleriyle karşılaştırırlarsa bizim bu süreci ne kadar olgun bir şekilde karşıladığımızı görüp Çerkesliğimizle gurur bile duyabilirler. Birkaç “Akıl Hocası”nın veya “Bilinçli Demokrat”ın ve onların “Gladyatörleri”nin suyu bulandırma çabaları, toplantılar yapıp “katılmama kararı aldırmaya çalışmaları”, herkesi tek tek arayıp “baskı yapmaları” bir sonuç vermeyecektir. Hatta onlar bile ileride aslında süreci ne kadar yanlış yorumladıklarını, hiçbirimizin “en büyük kurumumuz”a zarar vermek veya alternatif olmak gibi bir niyetimizin olmadığını anlayacak ve biraz da utanacaklar. Kurumlarımızda veya derneklerimizde örgütlü olan insanlarımız yeni bir sayfa açmaya çalıştığımız bu günlerde daha soğukkanlı düşünebilmeli, kendilerinin 40 yıldır yapmadıkları bir işi yapmaktan: taleplerimizi yüksek sesle dile getirmekten ve halkımızı “görünür” kılmaktan başka bir amacı olmayan bu eyleme mutlaka katılmalılar. Yöneticilerimiz de konuyu birkez daha görüşmeli, katılmama kararlarını gözden geçirmeliler. Ama eğer onlar bunu yapmazlarsa insanlarımız kendileri karar alarak 12 Mart’ta Ankara’da Abdi İpekçi parkında yerlerini almalılar. Fazla vaktimiz kalmadı. Otobüsler tutuldu, bayraklarımızı ve pankartlarımızı hazırladık, milli kıyafetlerimizi elden geçirdik; şimdi tanıdığımız her insanı Ankara’ya getirmeye, herkese son bir kez ulaşmaya çalışmalıyız. Ben 12 Mart’tan sonra, bugün bu eyleme karşı çıkanların dahi çok şeyi değiştirmek zorunda kalacaklarından eminim. Çünkü dört duvar arasında yapılan görüşmelerle, dilekçeler veya ricalarla; yani şimdiye kadar pek bir getirisi olmayan yöntemlerle hak ve özgürlüklerimizi talep etmek bu saatten sonra kimseyi tatmin etmez. Ve kimse de artık bizleri salonlara hapsedemez! Çünkü sesimizi duyurmak ve mutlaka sonuç almak istiyoruz. Kimse boşuna provakasyon edebiyatı yapmasın. Çerkesler 12 Mart’ta olgun ama coşkulu bir şekilde seslerini duyurabileceklerini, hak ve özgürlüklerini talep edebileceklerini tüm dünyaya gösterecekler. 12 Mart bir milat olacaktır. Her Çerkes, her Kuzey Kafkasyalı ve bütün dostlarımız bu dönüm noktasında yerini almalı, “o gün ben de Ankara’daydım”, “ben de vardım” demenin mutluluğunu yaşamalıdır. Tarih yazıyoruz, seyreden değil; yapan olma fırsatı çıktı önümüze. Kaçırmayalım...
  • facebook sharing buttonFacebook
  • twitter sharing buttonTwitter
  • pinterest sharing buttonPinterest
  • linkedin sharing buttonLinkedin
  • tumblr sharing buttonTumblr
  • vk sharing buttonvk
  • odnoklassniki sharing buttonOdnoklassniki
  • reddit sharing buttonReddit
  • whatsapp sharing buttonWhatsapp
  • googlebookmarks sharing buttonGoogle Bookmarks