#158 Ekleme Tarihi 06/10/2015 11:59:21
18 Ağustos 2010 Çarşamba Saat 09:55
12 Eylül’e bir ay kaldı. Kavga kızışıyor ve herkesi yavaş yavaş içine çekiyor. Kendi daha yakıcı bir gündemimiz oluncaya veya kurumlarımız sorunlarımızı gündeme getirebilecek iradeyi gösterinceye kadar Türkiye’de yaşayan Çerkesler olarak bizim de böyle çerçevesini başkalarının çizdiği gündemleri tartışmamız, “istenilen olmasa bile”, herhalde normaldir.
“Evet mi, hayır mı; yoksa boykot mu?” Hangisi en doğru tavır?
Çerkeslerin alabileceği en doğru tavır, bence, “Türkiye Çerkesleri Halk Kongresi“ni toplayıp sorunu enine boyuna tartışmak ve “biz Çerkesler olarak Anayasada şu maddelerin değişmesini istiyoruz” demekti. Kürtlerin DTK ile yapmaya çalıştıkları gibi. Ama bizim böyle bir örgütlülüğümüz ve geleneğimiz yok.
Eskiden Xase’lerimiz varmış. Yerel ve genel konularda bu Xaselerde ortak tavırlar alınırmış. Şimdilerde derneklerimiz var ve “bunlar modern Xaselerimiz“dir gibi şeyler söyleniyor; ama doğru değil bu. Xaselerin en önemli özelliği halkımızın karar alma süreçlerine aktif katılımını sağlamaları, kararların bağlayıcı olması ve yaptırım gücüydü.
Derneklerimizde bunların hiçbiri yok. Yok, ama bu, bir tesadüf değil?
İmdat arkadaşımız DÇB sürecini anlatırken bence en önemli hatayı, bu kurumların işlevini tanımlarken veya tanımlamadığı için yapıyor. Sadece o değil; birşeylerin yolunda gitmediğini hissedenlerin çoğu bu hatayı yapıyor. Bu nedenle asıl sorunu göremiyor ve yanlışın belli bir dönem sonrası başladığını; bir iki insanı değiştirip sağını solunu düzeltince sorunun çözüleceğini sanıyorlar.
Çözülmez!
Çünkü bizim 12 Eylül sonrası örgütlenen hiçbir kurumumuz Çerkes Ulusal Sorunu’na çözüm bulmak için kurulmadı. Asıl işlevleri Çerkesleri denetim altında tutmak veya yönlendirmektir.
Kaf Kur’un kuruluş sürecini, bu dönemde yaşananları ve tartışılanları bir kez daha inceleyin, keza DÇB’nin. Birilerinin ısrarla “merkezileşme” çabalarının altında aslında “kontrol altına alma” niyetlerinin yattığını göreceksiniz. Taa 125. Yıl anmalarına kadar gidin, kimlerin parmağı var bu işlerde araştırın. Veya DÇB’nin merkezinin anavatana taşınması gündeme geldiğinde Aslan Carım’ın “gelmeyin, sizi yutarlar” sözleri üzerinde neden düşünülmediğini.
Kimi zaman “ileri” veya “doğru” söylemlerinin olması yaşanılan sürecin özgünlüğü ve misyonları gereğidir. Herkes Mersin’e giderken, onlar tersine gidemezler. Giderlerse teşhir olur, kitleyle bağları kopar ve insanlar yeni arayışlar içerisine girerler. Bu durumda kitleyi kontrol altında tutabilmeleri ise mümkün değildir. Bu nedenle, asıl olarak statükoyu korumaya çalışırken; eğer kitle biraz ileri giderse onlar da “ilerlemiş gibi yapıp” geriye çekmeye, bir biçimde statükoya uydurmaya çalışıyorlar.
İşte son durum: Yavaş yavaş taşlar yerine oturmaya başladı ya, şimdi hepsi “biz zaten ezelden beridir Çerkes=Adıge, Adıgeler ve Abazalar ayrı örgütlenmelidir” diyorduk, “en büyük Çerkesya, başka büyük yok” yarışına girmişler. Yamçılardan, Kamçılardan alıntılarla bunu ispatlamaya çalışıyorlar. Biz sanki geçen seneye kadar kiminle neyi tartıştık unuttuk ve millet aptal ya!
Doğrusu, önce engel olmak istediler; ama başaramadılar. Şimdi içerisinde olup istedikleri yöne çekmek, altını istedikleri gibi, çarpıtarak doldurmak istiyorlar.
İmdat arkadaşımızın şu sözlerine katılıyorum:
“Esasen dönüşe karşı çıkan pek kimse de yoktur. Bu anlamda ulusal kaygısı olan her Çerkes de bence dönüşçüdür( ki, Dönüş’ün başarısı da budur, HS). Dönüşün bir propoganda ve ikna işi olduğu kanaatinde de değilim.
Dönüş iknadan çok, bir proje işidir. Bunun sosyal, ekonomik, hukuki ve politik zeminlerinin hazırlanması gerekmektedir.
Bunun detayları tamamen farklı ve geniş yazıların konusu olmakla beraber, temel sorun, dönecek insanların hukuki statüsünün güvence altında olduğu, adam yerine konduğu, geçiminin garanti altına alınabildiği ortamın hazırlanmasıdır.
Bu nedenle, artık dönüş anlayışının, sadakacı zihniyetten, muhatabından hak talep eden, kişilikli bir forma dönüşmesi zorunludur. Bu anlayışla diasporanın yeniden bağımsız örgütlenmesini sağlaması, bunu da muhatabın sultasından koruma refleksini geliştirmesi gereklidir.“
Ama “bağımsız” ve “muhatabın sultasından korunma refleksi“nin geçmişte de olmadığını düşünüyorum. Çünkü “kıdemli dönüşçüler“in hiçbiri o zamanlar böyle düşünmüyordu. “Çerkes Ulusal Sorunu“nu ve “Dönüş“ü böyle formüle etmemişlerdi. İşler nispeten yolunda giderken farkedilmedi, ama işte “Takke düştü, kel göründü“!
Kurumlarımızın bu kuruluş amaçlarını ve kuranların politik yanlışlarını göremez, sorunu da belli bir tarihten sonra veya “birileriyle” başlatırsak çözüm bulmamız da zorlaşır, hatta imkansızlaşır diye düşünüyorum.
Onlar da bunu bildikleri için eleştiriler karşısında “gel içine gir, görev al, insanları ikna et ve değiştir” diyorlar. Yani önce bir derneğe gir içinde çalış, insanları ikna et, yönetim ol, delege seçil; sonra bilmem kaç küsür dernekte bunu başar, çoğunluk ol; DÇB delegesi olarak söz hakkın olsun, çoğunluğunu bir önceki yönetimden insanların oluşturduğu bir kurula karar aldır ( DÇB’nin tüzüğüne bakın) ve bunları yaparken tasfiye edilme, korkutulma, tiksindirilme, satın alınma…Ölme eşşeğim yaz gelsin!
Kimi devletlerin muhalif partileri bile kendi adamlarına veya ajanlarına kurdurmaları, 12 Eylül’ün kendi “sendika“larını, “dernek“lerini veya “Birlik“lerini örgütlemesi hep aynı mantığın ürünüdür. Kurdurmuş, kendi adamlarını yerleştirmişlerdir. Varlıkları ile alternatif örgütlenmeleri daha baştan boğmakta, güdük bırakmaktadır. Ve bu, bilinçli kurulmuş bir mekanizmadır.
Değiştirmek mümkün değil mi? Mümkün! Yurtseverlerin önerdiği gibi, dışarıda örgütlenen, kurumlarımızın iradesi altına girmeyen, kendi iç örgütlenmesi ve karar mekanizması olan bir grubun planlı-programlı bir şekilde müdahale etmesi ile değiştirilebilirler.
Tekrar referandum konusuna dönecek olursak…
Kimi sol gruplar boykot çağrısında bulundular, ama bunların önemli bir etkilerinin olacağını sanmıyorum. Onlar da zaten seçimleri veya referandum süreçlerini daha çok böyle “politik duyarlılığın arttığı dönemlerde halka gerçekleri anlatabilme“nin fırsatı olarak görüyor, sonuçları ile fazlaca ilgilenmiyorlar.
Boykot çağrısı yapanlardan PKK ateşkes ilan etti ve “evet“e önce gizli (!), 12 Eylül’de de açık destek verirse şaşırmam. Çünkü Anayasada neyin değişip değişmediğinden bağımsız “ulusalcı” maskesinin ardına gizlenmiş faşistlerin, şövenistlerin, bilimum Türkçü’nün kazanmasında hiçbir çıkarları yok.
Bizde de madde madde, paragraf paragraf neler değişecek ve bu değişiklikler ne getirip ne götürecek diye günlerdir tartışanlar var.
Sitemiz Anayasa’nın hangi maddelerinde değişiklik yapılacağını gösteren kanunu yayınladı. İsteyen değişiklikleri okur, ne getirip ne götüreceğini hesaplar ve kararını ona göre verir. Eminim “Evet” demek için de, “Hayır” demek için de yeterince neden bulacaklardır.
Ben “evet” demek için daha fazla neden var diye düşünüyor ve “yargı yürütmenin kontrolüne girer” gerekçesiyle “Anayasa değişikliğine hayır” diyenleri anlamıyorum. Şimdiki yargı bağımsız mı? Demokratik mi? Özgürlükçü mü? 12 Eylül açık faşizminin hangi hükümet gelirse gelsin değişmeyecek tarzda örgütlediği bir kurum değil mi?
Önemli olan Türkiye’de 90 yıldır izlenen politikaların “koruyucu ayakları“nın asker-bürokrat kesim olduğunu, MHP ve CHP gibi partilerin bu kesimlere dayandıkları için Anayasa değişikliklerine de karşı çıktıklarını ve ne kadar dinci veya Amerikancı olsa da AKP’nin şimdi bunu kırabilmek için adımlar atmaya çalıştığını ( buna şimdiye kadar hiçbir yasal partinin cesaret edemediğini, ya şapkalarını alıp gittiklerini ya da “evet efendim” dediklerini de eklemeliyim ) görebilmektir. Yani Türkiye belki güllük gülistanlık olmayacak, ama sivilleşecek. Önemli olan da bu!
Ama bunları bilmeseydim ve sadece “taraflara” baksaydım bile elim “hayır” demeye varmazdı şahsen. Şu “hayır” diyen “bilinçli“ler cephesine bir bakın: Başta MHP, sonra CHP, ardında Ordu, Mit, it…Yani bilimum faşist, ırkçı, Türkçü…İşkenceci, katil, tecavüzcü…İnsanları diri diri yakanlar, oluk oluk kan dökenler, meclis kürsüsünden bunları savunanlar…Hala Hantepe’de, Dörtyol’da, şurada burada provakasyonlar örgütleyenler, darbe üstüne darbe planlayanlar… Afganistan’dan Avrupaya yayılan uyuşturucu ticaretinden nemalananlar…
Ve “halk iktidarı olmadan halk anayasası olmaz” dediği için aslında değişikliklerle pek ilgilenmeyen bir kısım “Sol“…
MHP genel başkanı Devlet Bahçeli’nin kamuoyuna açıklamasını okudunuz mu bilmiyorum. Şöyle diyor bu en “bilinçli demokrat“:
“Adalet ve Kalkınma Partisi’nin geride kalan yıllardan bugüne gelen… milli kimliğimizi tahribat arayışlarına… bölücü terörle girdiği sıcak ilişkilere, etnik ayrımcı fikirleri temsil eden yıkıcı projelere… baktığımız zaman hükümetin Anayasa değişiklikleri teklifine güven duymamız da söz konusu değildir ve öyle de olmuştur.
Etnik ve mezhep temelli ayrışmayı kaşıyan… Adalet ve Kalkınma Partisi’nin…ikinci maksadı, zihinlerindeki bölünmüş Türkiye’yi gerçekleştirmek için yıkım projesinin uygulanmasında kendilerini önleyecek hukuki engellerin “birinci Anayasa paketiyle” ortadan kaldırılması ve toplumun alıştırılmasıdır.
…Senelerdir bekleyip özellikle geçtiğimiz yaz başından itibaren adına açılım dedikleri “yıkım projesini” piyasaya sürmelerinden sonra anayasa konusunu gündeme getirmiş olmaları geri plandaki niyetlerini ortaya çıkarmaktadır.
Başbakan, açılım adını verdiği, milletimize kan ve gözyaşından başka bir sonuç getirmeyen yıkım projesinden vazgeçtiğini açıklamamıştır. Yıllardır dile getirdiği çok kimlikli, çok milletli parçalı devlet yapısı hedefinden döndüğünü beyan etmemiştir. Aksine bunların bir “hazmetme ve hazmettirme” süreci olduğunu belirterek tahribatı aşamalara ayırmış ve lokmalara bölmüştür.
Oysa ki, Anayasa’nın temelini oluşturan Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü ve üniter siyasi yapısı ile dilinin Türkçe olduğu ilkesi, farklı yorumlara açık olmayan ve herkesi bağlayan kuruluş esaslarıdır.
Türkiye Cumhuriyeti tek millet, tek devlet ve tek dil esasına dayalı üniter yapıda kurulmuş milli bir devlettir.
Bu esasların değiştirilmesi, esnetilmesi, arkasından dolaşarak sulandırılması ve fiilen anlamsız hale getirilmesi, bunlara aykırı düzenlemeler yapılması anayasal düzeni yıkmadan mümkün değildir.
Anayasa’nın temelleri ortadan kaldırılmadığı sürece, etnik köken ve dil farklılığı temelinde milli azınlık yaratılması, farklı etnik kökenlere dayalı parçalı millet yapısı oluşturulması, etnik temelli kollektif azınlık hakları tanınması, Türkçe dışındaki dillere statü kazandırılarak iki dilli eğitim sistemine ve iki dilli kamu hizmeti uygulamasına geçilmesi, bölgesel otonomi modellerinin altyapısının hazırlanması imkânı bulunmamaktadır.
Türkiye’de etnik ayrımcılığa zemin oluşturacak ve Türk milletini bölerek ayrı bir millet şuuru yaratılması amacına hizmet edecek dayatmalara yasal kılıf arama ve Başbakan’ın tabiriyle hazmettirme süreci başlatılmıştır.
İlk aşamada bu Anayasa değişikliklerine de sıkıştırıldığı gibi masum taleplere cevap verecek değişikliklerle işe başlanacak ve ardından gerçek niyetler ve şayet referandumdan istenilen sonuç alınabilirse önümüzdeki dönemde asıl amaçlar ortaya çıkarılacaktır.
Bizden hiç kimse adına ne denilirse denilsin, bir sinsi sürece sokularak, aşamalı olarak milli kimliğin parçalanmasına, yeni azınlıklar yaratılmasına izin vermemizi, bin yıllık kardeşliğin sözde referandum zinciriyle bozulmasını, ayrışma ve parçalanmaya götürecek bir çıkmaz yola göz yummamızı ve cesaret vermemizi beklememelidir…”
Başbakanın ve AKP’nin gerçekten böyle planları var mı bilmiyorum. Ama bu çığırtkanlar ırkçıdır, faşisttir, şövenisttir, darbecidir, katildir; Türk olmayan halkları asimile ve yoketme politikalarını devam ettirmek isteyenlerdir. Bahçeli de bunu itiraf ediyor işte!
Bundan sonra diğerlerinin ne dediklerinin benim için aslında pek de önemi yok. Çünkü bunlarla birlikte aynı renk oy kullanacağıma elimi kırarım daha iyi…