#309 Ekleme Tarihi 17/10/2015 10:13:16
25 Haziran 2015 Perşembe
“Gitmeyin” diyenlerin gerekçeleri anlaşılabilirdi. Ya geleceklerini Türkiye'de örgütlemek istiyor, bu nedenle vatanla içli dışlı olmak istemiyor; ya da “önce özgür vatan” diyor, diasporada “önce vatanın özgürleşmesi gerektiği inancı”nı besleyecek bir psikolojik iklim yaratmaya çalışıyorlardı.
Rus'tan veya RF'ndan nefret etmek-ettirmek, şu veya bu nedenle, “orada yaşanmaz... demek, hep bu ruhsal şekillen/dir/menin araçlarıdır.
Özgür veya bağımsız olmak elbetteki her halkın, herkesin hakkıdır. Eğer sizin direnme-devletleşme gücünüz ve savaşacak insanınız varsa, o zaman “özgürlük” şiarı altında örgütlenir, bedel ödersiniz... Ve belki “özgür” olursunuz!
Çünkü dünya, “al bu da senin hakkın” diyerek insanlara özgürlük dağıtmıyor. Özgürlüğün bir bedeli var. Bu bedeli ödeme gücü olmayan halklar, önce ayakları üzerinde durmaya, özgürlüğü garanti edecek güce ve olgunluğa erişmeye, kendi kendini yönetme mekanizmalarını örgütlemeye çalışıyorlar.
Yani yanlış olan, özgür bir vatan veya Çerkesya istemek değil; her şeyi bu özgür Çerkesya sonrasına ertelemek, “önce özgür olalım” eksenli düşünmektir. Çünkü bu bakış açısının sonucu, bugün yapılabileceklerin veya yapılması gerekenlerin yapılamaması ve “özgür bir Çerkesya”nın altyapısını hazırlayamamaktır.
Erken ötmektir. Acilcilik'tir...
Hiçbir şey bilmiyorsanız burnunuzun dibindeki, Irak, Suriye ve Türkiye'deki Kürtlerin aldıkları tavırlara, izledikleri yöntemlere alıcı gözüyle bakın.
Bunca yıldır savaşmalarına, deneyimlerine, askeri güçlerine, avantajlarına ve artık “özgür Kürdistan”ın bir çok gücün çıkarına olmasına rağmen Suriye’nin kuzeyinde Kürt özerk bölgesi ya da Kürt koridoru oluşturacakları yönündeki iddiaları reddeden PYD liderlerinden Zuhat Kobani, dün (23 Haziran 2015 ) “Kürtlerin Suriye’nin bir bölümünü ayırmak gibi bir planı yok. Kürtler Suriye’nin bir parçasıdır ve birleşik, demokratik ve bağımsız Suriye’nin korunması için müttefikleri ile birlikte mücadele ediyor” diye bir açıklama yaptı. Niye acaba?
Bir de Çerkesya'daki şartları düşünün ve Kürtlerin gücü-deneyimi ile bizimkini karşılaştırın. Dilimize doladığımız sloganlar gerçekçi mi?
Velhasıl, özgürlük o kadar kolay değil! Hele hele Çerkesya'da yaşayan halklar arasında ve RF'nda Özgür Çerkesya konusunda bir konsensus, Çerkes halkının da olası çatışmaları çözme, doğabilecek siyasi boşluğu doldurma gücü yok ve “çatışma potansiyeli” taşıyan bir çok sorun henüz çözülmüş değilken.
Çerkesya'daki politik ve psikolojik iklimi bilmeyenler, oturdukları yerden “hepimiz Çerkesiz” diyerek sorunları çözdüklerini sanıyorlar. Halbuki bırakın Rusları veya RF'nu, diasporada bazılarının Çerkes olduklarını iddia ettikleri Karaçaylar bile, özgür Çerkesya'dan; Çerkesya'da Çerkes nüfusunun artmasından korkuyor, bunu kendi varlıklarına bir tehdit olarak görüyorlar.
Ve yurtseverlik henüz diaspora ve Çerkesya Çerkesleri arasında çok zayıf. Vatan ile diasporada yaşayan Çerkesler arasında bağlar daha yeni yeni kurulmakta. Buna zarar verecek, bu bağların kurulmasını ve güçlendirilmesini geciktirecek eylemler-söylemler ve Çerkes ulusal sorununun çözümünün veya Çerkes halkının ulusal taleplerinin RF ve Çerkesya'da yaşayan halklar tarafından kendi varlıklarına bir “tehdit” olarak algılanması, Çerkes halkına ve “özgür Çerkesya'ya” hizmet etmez.
Biz Çerkesya Yurtseverleri olarak anavatan ile diaspora Çerkesleri arasında bağlar kurmayı, bunları güçlendirmeyi, kurumsallaştırmayı ve vatana dönüşü öncelik olarak görüyoruz. 21 Mayıs etkinliğini bunun araçlarından biri olarak gündeme getirdik. Ama başka 21 Mayıs etkinliklerini eleştirmedik, “Taksim'e veya Rusya Federasyonu Konsolosluğu önüne gitmek yanlıştır” demedik. Bütün Çerkes Soykırım ve Sürgünü'nü anma, kınama veya protesto etkinliklerini, yanlış sloganlar altında örgütlenenleri dahi, “meşru” görüyorduk.
Etkinliğimize katılamayacak arkadaşlarımız bu gösterilere, bütün etkinliklere destek verecek ve politik çizgimizle örtüşenlere katılacaklardı. Hatta bizim etkinliğimizi “Soykırım Turizmi” diyerek eleştirenlerin örgütledikleri, “21 Mayıs Çerkes Sürgünü ve Soykırımı'nın 151. Yılı olması nedeniyle derneğimizde 21 Mayıs Perşembe günü saat 19:30'da bir anma etkinliği düzenlenecektir. Tüm hemşerilerimiz davetlidir.“ diye kamuoyuna duyurdukları etkinliğe, bize yönelik eleştirileri sonrası “herhalde çıtayı yükseltecekler” beklentisine girmemize ve bu ilan sonrası biraz hayal kırıklığına uğramamıza rağmen, katılacaktık.
Çünkü bizim etkinliğimiz bu etkinliklere bir alternatif değildi. Hedefi ve vizyonu farklı, diğer etkinlikleri bölen değil, tamamlayan bir etkinlikti. İçinden geçtiğimiz süreçte gerekli, belki de zorunlu bir “taktik” adım olacaktı...
Bunu anlamadılar, anlamaya çalışmadılar ve “Çerkesya'ya gidip gelmeden, Çerkeslerin Çerkesya'daki ve diaspora ile Çerkesya arasındaki birliğini nasıl kuracaksınız? Çerkesya'daki demografik-psikolojik yapıyı nasıl değiştireceksiniz? Bunları yapmadan neyi nasıl özgürleştireceksiniz?” gibi soruları cevaplamadan sadece “gitmeyin” dediler.
Aziz Nesin'in bir kitabı vardı. “Tek Yol”. Onun gibi...
Atmışlar adamı 7 kapılı bir arenaya, kapının birinin üstünde “buradan sadece onursuzlar geçer” yazıyor. İkincisinde, “hainler”. Diğerinde “turistler”... Sadece bir kapının üstünde hiçbir şey yazmıyor. Mecbursun o kapıdan geçmeye. Ve bunun adına “özgürlük” diyorlar? Onurlu Çerkes olmak diyorlar...
Suriye'de de böyle yaptılar. Sadece “özgürlük” kapısını açık bıraktılar. Ama bakın bu “özgürlük kapısı”nın nereye açıldığını, İsrail Savunma Bakanlığı Politik ve Askeri Meseleler Bürosu Başkanı Amos Gilad nasıl anlatıyor: “Suriye ve Irak’ın çöküş halinde olmasından dolayı İsrail’e yönelik tehditler azaldı. Bölgedeki silahlı grupların gündemi ile İsrail'in hedefleri uyumlu”...
“Yok, o kadar değil. Onlar da vatan diyorlar” diye itiraz edenler olabilir.
Evet, vatanı ağızlarından düşürmüyor, “yolumuz-yönümüz Çerkesya” başlığı atıyor, ama “vatanda politik mücadele vermek mümkün değil” de diyorlar. Bu durumda yolumuz-yönümüz nasıl Çerkesya oluyor? Politik mücadele vermenin mümkün olmadığı bir yerde Çerkesya nasıl inşa edilecek? Diasporada inşa edilip, maket gibi vatana mı taşınacak?
Ben kuru laflara veya sloganlara bakmam. Çünkü “görüntü yanıltıcı”, “gerçek ayrıntıda-satır aralarında gizlidir”. Hele hele demokrasi ve insan hakları adına insanların başlarına bombaların yağdırıldığı, işkenceden geçirilip tacavüz edildiği bir dünyada...
Eskiden, eskiden dediğim birkaç yıl öncesine kadar, diasporada etnik-ulusal kimliği korumanın mümkün olduğuna inananlar vardı. Bunlar, “herşey ailede başlar, ailede biter. Çocuklarını bir Çerkes gibi yetiştirirsen, onlara dili, kültürü öğretirsen asimilasyon olmaz” derlerdi. Bu, “biz artık buralı olduk” demekti. Kıvırmadan, politikanın labirentlerinde gerekçe uydurmadan.
Bir de “biz Kafkas Türküyüz”, “Çerkes kökenli Türküz”, “orası atalarımızın, burası bizim vatanımız” gibi şeyler söyleyenler oldu. Hala biraz var bunlardan. Anlatmak istedikleri, sonuçta, “Türkiye'de yaşamak istiyoruz”du.
Bunlar aşıldı veya artık kör gözlerin bile görebileceği kadar dibe vurduk... Ve belki “dibe vurduğumuz için yeniden ayağa kalkma çabalarımız” arttı. Kimlik bilinci gelişiyor. Politikleşiyoruz. Hem olumlu, hem de olumsuz anlamda?
Objektif bazı engeller var aşmamız gereken. Çünkü dünya küçüldü, kültürleme ve kültürleşme süreçleri hızlandı. Kapalı topluluk neredeyse kalmadı. Bu, bizim gibi diasporik halkların, ulusal-etnik toplulukların veya azınlıkların “kendisi olmak” ile “birlikte olmak” arasındaki dengeyi kurmalarını zorlaştırıyor.
Bir yanda özgünlüklerimiz var, diğer yanda “başkaları” ile ortaklıklarımız. Hergün bir şeyleri paylaştığımız dostlarımız, sıra-iş arkadaşlarımız, sevdiğimiz-sevildiğimiz insanlar... Ve “başkaları” ile “bizim” aramızdaki sınırların kalktığı alanlar.
Asimilasyon nedeniyle “özgünlüklerimiz” azalır, biz, farkında olmadan, “başka”laşırken; ortak alanlar ve ortak duygular çoğalmakta. Böyle bir kimliğe gelecek vizyonu sunabilmek, bu vizyonu politikleştirmek kolay değildir. Çoğu zaman “kendisi” olduğunu sanan, “başkası” vardır karşınızda.
Elbette özgünlüklerin ve ortak olanın sınırlarını çizmek de, bunların arasına duvar örmek de mümkün değildir. Ama bunu yapmak da gerekmiyor. Yapılması gereken, “somut koşulların somut tahlilidir”, politik vizyonun özgün ve bağımsız olmasıdır. Bunu yapabilirsek, ancak o zaman, bütün enerjimizi özgün sorunlarımıza harcar, gerçek gücümüzün farkına varır ve böylece daha gerçekçi bir politik tavır geliştiririz.
Ortak olanlar veya ortak alanlar üzerinde örgütlenecek olursak, güçler dengesi veya dengesizliği, aleyhimize işler. Biz ortak olan için birlikte mücadele ederken, kimliği ve hedefi kurumlaşmış olan, bizim kurumlaşmamış kimliğimizi ve hedefimizi ezer. İhtiyaçlarımız, ortak ihtiyaçların veya hedeflerin içinde kaybolur.
“Anavatana Dönüş Düşüncesi” bu anlamda özgündür. Hem Çerkesya'daki, hem diasporadaki özgünlüğümüzün ürünü bir düşüncedir.
“Anavatana Dönüş Düşüncesi” derken, artık “DÖNÜŞ” diye bir hareketin olmadığını, bundan sonra da olamayacağını söyleyeyim.
Çerkes Ulusal Sorunu'nun diasporada yaşayan Çerkeslerin anavatanlarına dönmeleri ile çözüleceğini söyleyenler vardı. Bunlara “Dönüşçü” denirdi.
Bu düşünceyi formule edenler, belki tekrar örgütlenmek isterler veya istediler, ama olmadı. Olmaz da! Çünkü “aynı suyla iki kere yıkanılmaz”...
Bugün varolan, birçok konuda birbirinden farklı düşünen; vatana dönüş yolunda ve vatanda birçok sıkıntıya katlanmış, hala da katlanan ve çok önemli bir misyonu yerine getiren; Çerkesya ile diaspora arasında somut, elle tutulur gözle görülür bir köprü olan; hepsinden önemlisi de “vatana dönmenin, orada tutunmanın mümkün olduğu”nu gösteren, bize ışık tutan bireyler.
Burada “Dönüş”ün analizini yapmak değil derdim. Onu “Dönüşçüler”in kendileri yapmalılar. Ben şu kadarını söyleyeyim:
Bu düşüncenin, formule edildiği şekliyle, bazı parametreleri gerçekçi değildi.
“Bir araç veya ulusal sorunun çözümünde bir aşama olması gereken vatana dönüş, bir amaç haline getirilmişti”. “İdeolojiler üstü” kalmaya çalıştı, ama bu, onu statik veya gelişmeye ve değişmeye kapalı bir hale getirdi. Bu nedenle hayatın gerisinde kaldı. En büyük handikapı da buydu.
Bunun sonucu olarak, bazı “dönüşçü” arkadaşlar, politik olarak kendilerini geliştiremediler. Dünyayı algılama, buna uygun olarak politika yapma ve yenilenme yetenekleri köreldi. Dışa kapalı, kendi dünyalarını inşa ettiler.
Birinci ile bağlantılı, başka bir handikapı ise, statükonun içinde ve statükonun değişmeyeceği veya değişmemesi gerektiği düşüncesinden yola çıkmış olmasıydı. Farkında değiller, ama bu tutum onları da statükoculaştırdı.
Ve yine bu nedenle olsa gerek, biz Çerkesya'yı ve Çerkesya'nın yeniden inşa edilmesi gerektiğini anlatmaya başladığımızda ilk tepkiler bunlardan geldi.
“Çerkesya Çerkes halkının geleceği değil, geçmişidir” veya “anavatandaki politik yapının-statükonun değişmesi-değiştirilmesi dönüş hareketinin gündemi değildir. En kısa zamanda, en çok Çerkesin vatana dönmesini sağlamak gerekir” dediler.
Nasıl? “Dön, dön...” diyerek!
Diaspora Çerkeslerinin ulusal bilinçlerinin olduğundan yola çıktılar. İçerisinde yaşadığımız ülkelere ve ideolojilere olan aidiyetimizi küçümsediler. Bu aidiyeti güçlendiren söylemlerle bağlarını koparmadılar. Ve politikleşmenin, ulusal bilinci geliştirmenin hemen bütün araç ve yöntemlerini dışladılar, gereksiz gördüler.
Halbuki, hem anavatanda hem de diasporada söylemlerin değişmesi, ulusal bir hedefimizin veya vizyonumuzun olması; insanların “Dönüşçü-Kalışçı” ikileminden kurtarılması; böyle bir tercih yapmak zorunda kalmadan yaşadıkları her yerden ulusal mücadeleye hizmet edebilir hale gelmeleri gerekiyordu.
Keza, ulusal sorun demokrasi sorunudur, demokrasi ile çözülür. Bu nedenle ulusal hareketler demokrasi mücadelesinin bileşeni, hatta bazan öncüsü, motoru olurlar.
Çerkes ulusal sorunu da RF'nun demokratikleşmesi ile çözülecekti. Ulusal bilinç bu mücadele içinde gelişecek, anavatana dönüş bu bilincin sonucu, yurtseverlerin bilinçli bir tercihi olacaktı. Ulusal sorundan bahsedip, demokratikleş/tir/meyi gündeme almamak çelişkiydi.
Bu “dönüşçü” arkadaşların formule ettikleri “politik yapıyı ( siz bunu statüko olarak okuyun ) değiştirme gündemi veya misyonu olmayan” bir “vatana dönüş”, demokrasi mücadelesinin parçası olamaz, RF'nu demokratikleştiremezdi. Bu nedenle, Çerkes halkına vatanın kapılarını açamaz, dönüşü ve ulusal sorunun çözümünü tesadüflere, başkalarının inisiyatifine ve insafına bırakırdı.
Belki de, eğer RF'nu eleştirirsek, vatana dönüş yolu kapanır, diye düşünüyorlardı. Ama RF, eleştiri veya demokrasi talebi ile “düşmanlığı” birbirine karıştıracak kadar aptal değildi. Biz haklı taleplerimizi, doğru yöntemlerle dile getirirsek korkacak hiçbir şeyimiz olmamalıydı. Bu kadar evhamlı olmaya gerek yoktu!
Çerkes ulusal sorunu, neresi olduğu ve sınırları belli olmayan Kafkasya'ya ( bu Kafkasya da zaman zaman Kuzey Kafkasya, Kuzey Batı Kafkasya ve hatta “orası-burası” oluyordu! ) dönmekle, demografik yapıyı değiştirmekle çözülmezdi. Ki, böyle dönüşlerle demografik yapıyı değiştirmek de mümkün değildi.
Çünkü RF Demografik yapıyı değiştirecek adımları görecek, karşı önlemler alacaktı. Bu nedenle merkezi iradenin veya Moskova'nın Çerkes halkının varlığını siyasi olarak tanıması, Çerkeslerin vatanlarına dönüşlerine izin vermesi, yani statükonun değişmesi gerekiyordu.
Çerkes Ulusal Sorunu, Çerkes halkının Çerkesya'da birliği ve birleşmesi ile çözülebilirdi. Bu, demokratik bir talepti. RF'nun demokratikleşmesi, yani statükonun değişmesi demekti. Ve açık açık dile getirilmeliydi.
Yani vatana dönüş, vatanın ekonomik ve siyasal olarak Çerkes halkının geleceğini garanti edecek, kimliğinin gelişmesini, güçlenmesini ve kurumlaşmasını sağlayacak taleplerle birlikte, paralel örgütlenmeliydi.
Kafkasya'ya veya anavatana dönmek ile “Çerkesya'ya dönmek” aynı şey değildi. Kafkasya'ya dönmek, “Kafkasya bir siyasal bütünlük” olmadığı için, Çerkes halkının birliği ve birleşmesi demek olmuyor, Çerkes halkının vatanındaki sorunlarını, RF'nun demokratik olmayan karakterini gizliyordu. Bu nedenle demokratik bir mücadele olmuyor, demokratikleşmeye hizmet etmiyordu.
Ve Çerkes kimliğinin ve ulusal bilincinin gelişmesine katkısının olmaması nedeniyle, hem RF'nun hem de Türkiye'nin işine geliyordu. Hatta Çerkesya'ya giriş kapısını tutan RF ve ideologları, “statükonun değişmesini istemeyen” bu “dönüş düşüncesi” ile ve “şunu yaparsanız vatanı bir daha teleskopla bile göremezsiniz” veya “sizin yaptıklarınız vatanda yaşayan Çerkesler üzerindeki baskıları arttırıyor” gibi söylemlerle diasporayı “terbiye” ediyordu.
Bütün bu oyunu bozan ve statükoyu zorlayan bizim “ÇERKESYA” söylemimiz ve “ÇERKESYA'NIN YENİDEN İNŞASI” talebimizdir.
Çünkü ÇERKESYA'da Çerkes kimliği ve vatanı; Çerkes halkının binlerce yıllık tarihi, maruz kaldığı haksızlıklar, Çerkes Soykırımı ve Sürgünü vardır. Bugün haritalarda Çerkesya'nın olmaması bile, başka bir şey söylemeye gerek kalmadan, Çerkes halkına yapılan zulmü, asimilasyonu, insan hakları ihlalini anlatır.
Ve “ÇERKESYA'NIN YENİDEN İNŞASI” demek, Çerkes kimliğinin yeniden dirilmesi, Çerkes Soykırımı ve Sürgünü'nün tanınması, adaletin tecellisi, Çerkes halkının vatanında birliği-birleşmesi ve geleceğini garanti altına alması demektir.
ÇERKESYA, aynı zamanda Çerkes Ulusal Sorunu'nun toprak eksenli çözümünün, Çerkesya'da yaşayan halkların, alt-üst demeden, birbirlerinin kimliklerine saygı duyarak kardeşliğinin, dayanışmasının ve yardımlaşmasının da zeminidir.
Bizim “eğer Çerkesya, üzerinde yaşayan halklara barış, huzur, daha iyi bir gelecek sunabilirse, bu güveni verirsek, birgün Çerkesya Yurtseveri Abazalar, Karaçaylar, Ermeniler veya Ruslar da olacaktır” dememizin nedeni budur.
Yani “ÇERKESYA” anahtar sözcüktür. Bab-ı Ali'dir. “Cennetin dış kapısı”dır...
RF, birilerinin sandığı veya iddaa ettiği gibi, sınırların değişmesi anlamına da gelen, bu nedenle demokratik güçlerden destek alamayacak “özgür Çerkesya”dan değil; demokratik bir talep ve RF'nın demokratikleşmesi sürecinin bir parçası olacak “ÇERKESYA”dan korkuyor. Bu nedenle Çerkesya'yı terörize etmek istiyor!
Bu oyuna gelmemeli; Çerkes halkının birliği-birleşmesi; diaspora Çerkeslerine anavatanın kapılarının açılması ve Çerkes Ulusal Sorunu'nun çözülmesi demek olan Çerkesya'yı tarihin tozlu raflarında unutulmaya terketmek isteyenlere karşı mücadele etmeli, Çerkesya'yı RF'na kabul ettirmeye çalışmalıyız.
Bu, Çerkesya'yı sahiplenmek, anlatmak, kullanmak ile mümkündür. Dilimiz buna alışmalıdır. Reflekslerimizde Çerkesya olmalıdır. Dünya bizimle iletişime girerken, “Çerkesya” ile iletişime girdiğini bilmelidir.
“21 Mayıs'ta Çerkesya'dayız” etkinliğimize çoğunluğu coşkuyla destek verirken, bazı “dönüşçü”lerin karşı çıkmalarının altında yatan nedenler bunlardı. Böyle “gürültülü” bir şekilde Çerkesya'ya gelmemizin huzurlarını bozacağını, başka sorunlara yol açacağını düşünüyor, hatta iddia ediyorlardı.
Bunlara göre “Çerkesya” demek, “Çerkes Soykırımı ve Sürgünü”nü gündemde tutmak veya Çerkesya'nın inşa edilmesini istemek dış güçlerin oyuncağı olmaktı.
Halbuki RF'nda Çerkes Soykırımının tanınmasını talep etmek de, Çerkesya'yı inşa etmek de mümkündü, meşruydu, yasaldı...
Bu arkadaşlar, Çerkesya talebine, “o değişmez sandıkları statükonun değişmesi anlamına geldiği için” karşıydılar. Statüko zorlanırsa başlarına büyük bir felaket gelecek sanıyorlardı. Bu nedenle “Çerkesya veya Çerkes Soykırımı ve Sürgünü demeyin, çok gürültü yapmayın” vs dediler. “Saman altından su yürüterek” dağları delmenin mümkün olmadığını hala anlamamışlardı.
Zaman zaman çocuklaştılar. Bilmem kimin kendi özel sayfasında paylaştığı bir fotoğrafın bile ne kadar yıkıcı olduğunu iddaa ettiler. Bu gibi paylaşımların etkinliğin karakteri veya misyonu olduğu algısını yaymaya çalıştılar.
Zaman zaman da etkinliği “jurnallediler”! 21 Mayıs'ta geleceklerin “ne kadar tehlikeli” olduklarını anlatma telaşına girdiler. Oraya buraya yazılar yazdılar.
Onların bu çabaları gereksiz bir gerginliğe, 21 Mayıs Etkinliği'ne katılanlara şüphe ile bakılmasına ve sanki gizli bir gündemimiz veya planımız varmış gibi düşünülmesine neden oldu. Bunun sonucu olarak başlangıçta etkinliğe katılma niyeti olan bazı arkadaşlar ürktüler. Etkinliğe katılmaktan vazgeçtiler.
Daha da önemlisi, Çerkesya'daki Xaselerde bir tedirginlik oldu. 21 Mayıs tarihi yaklaştıkça bu tedirginlik arttı. Bazıları “gelenler kim” diye sormaya, hatta açıkça “gelmeyin” veya “bu kadar kalabalık gelmeyin” demeye başladılar.
Kendisine “Çerkesya Yurtseveri”yim diyen, ama Çerkesya Yurtseverliğinin politik çizgisini ve misyonunu bilmeyen veya benimsemeyen, bu nedenle artık birlikte olmadığımız grup da bu tedirginliğe çanak tutuyor, sorumsuzca yayınları ve söylemleri ile tedirginliğe “malzeme” üretiyorlardı.
Burada bir dedikoduya da açıklık getireyim. Etkinliğimizden DÇB'nin veya başka bir resmi kuruluşun haberi var mıydı? Kimseden bir izin veya icazet aldık mı? Veya bunlardan biri ile birlikte mi örgütledik?
Biz Çerkesya Yurtseverleri olarak, etkinliği örgütlemeye kendimiz karar verdik. Başlangıçta kimsenin haberi yoktu. Kimseden de izin veya icazet almadık. Ama etkinliğin örgütlenmesini Kaf Fed üstlendikten sonra DÇB'nin ve başka resmi kurumların haberi oldu. Çünkü Kaf Fed, DÇB üyesi. Üyesi olduğu bir üst kurumda etkinliği konuşması, birlikte organize etmesi kadar doğal bir şey yok.
Yani etkinlik için bir yerlerden icazet alındığı da, kimsenin haberi yoktu söylemi de doğru değil. Kimseden izin alınmadı. Ama sonra hepsinin haberi oldu. “Gelmeyin” diyenlere ise, “geleceğiz. Gerekirse parklarda yatarız” denildi...
Bu arada özellikle benim, Bülent'in ve bir iki Yurtsever arkadaşımın isimlerini dillerine dolamışlardı. Biz Gürcistan'a gitmişmişiz, Çerkesya'yı kurmak istiyor ve Çerkes Soykırımını dillendiriyormuşuz... Sanki bunlar bir sırmış gibi!
Evet, biz Gürcistan'a gittik, sadece biz değil, daha onlarca insan, Çerkesya'dan iki otobüs Yurtsever gitti Gürcistan'a. Hatta Gürcistan'da dikilen soykırım anıtının mimarı Kabardey Balkar'dan bir arkadaştır. Bu arkadaşlar hala Çerkesya'da yaşıyorlar, gizlenmediler, saklanmadılar! Biz de saklanmadık.
Sonra, yine evet, Çerkes Soykırımını da anlatıyoruz, Çerkesya'nın yeniden inşa edilmesi gerektiğini de. Bu nedenle birçok kapı çaldık, onlarca eylem örgütledik. Gelecekte de örgütleyeceğiz. Bunlar suç mu?
Aslında bunların suç olmadığını, bizim bu etkinlikleri gizli saklı değil, açık açık örgütlediğimizi kendileri de biliyorlar. Ama şimdi “21 Mayıs'ta Çerkesya'dayız” etkinliği ile bir tabunun yıkılacak olmasından korkuyor, insanları tedirgin etmek için sapla samanı karıştırıyorlardı.
RF'da Çerkes Soykırımını ve Sürgünü'nü dile getirmek suç değildi. Ama bazı “dönüşçü” arkadaşlar, bu sorunun gündemde tutulmasının anavatanla ilişkilere, hatta anavatana dönüşe zarar verdiğini, vatanda yaşayan insanlar üzerindeki baskıların artmasına neden olduğunu söylüyorlardı.
Buna inanan bir kitle, bir “tetej grubu” yaratmışlardı.
Bu arkadaşlar, vatanın ve vatana dönüşün politik bir sorun haline getirilmesini, politikleştirilmesini doğru bulmuyor, “vatansever olan alsın eline valizi, gelsin, burada yaşasın. En büyük vatanseverlik budur” diyorlardı.
Elbette her şeye rağmen vatanda yaşama kararı almak ve orada tutunmak büyük bir vatanseverlikti. Yurtseverler de tek tek veya gruplar halinde vatana dönüşü desteklemeye, örgütlemeye devam etmeliydiler. Ama bu tek tek dönüşler, devede kulak; denizde damlaydı, yaraya merhem olmuyordu. Kitlesel dönüşler örgütlemeli ve bu dönüşlerin yasal altyapısını hazırlamalı ve dönüşü politikleştirilmeliydik.
Sonra, vatanda yaşıyor olmak, çok önemli olmakla birlikte, herşey demek değildi. Hedef ve vizyon Çerkes Ulusal Sorunu'nun çözümü; Çerkes halkının Çerkesya'da birliği ve birleşmesi olmalı; vatanda bu politik bilinçle, ama elbette oranın şartlarına uygun olarak, mücadele devam etmeli idi. Dönüş'ün böyle bir misyonu olmalı, ulusal mücadele, bu misyonu taşıyabilecek “dönüşçüler” yetiştirmeliydi.
Bizim 21 Mayıs Etkinliği'mizin en önemli misyonu, vermek istediğimiz politik mesaj buydu: “Çerkes Soykırımı” ile “Çerkesya'ya dönüş”ü birleştirmek, bu ikisinin birbirinin ayrılmaz birer parçası olduğunu anlatmaktı.
Diasporada “Çerkesya'ya dönüş umudu” kalmamış, bunun ancak Çerkesya'nın kurulması ile mümkün olduğunu düşünen, Çerkes Soykırımını bunun bir aracı haline getirmeye çalışanların karşısına, “hem Çerkes Soykırımının tanınmasını hem de Çerkesya'ya dönmek istiyorum” diye çıkmaktı.
Keza, bu talebin açığa çıkarılması ve örgütlenmesi, Çerkesya'da da statünün tartışılmasına ve sınırların zorlanmasına neden olacaktı. Böyle bir talep olmadan statünün değişmesini istemek, eşyanın doğasına aykırıydı. Önce biz gidip gelmeli, oraya yerleşmeli veya yerleşmek istemeliydik... bundan sonra bu gidiş gelişlerin, oturum izinlerinin önündeki engellerin gündeme getirilmesi daha kolay olurdu.
Çerkes Soykırımını veya Çerkesya'yı dillendirmenin vatanda baskıların artmasına neden olduğu gibi söylemler ise doğru değil. Yok öyle bir şey. Ve 21 Mayıs etkinliğimiz öncesinde veya sonrasında etkinlik ile ilgili olarak gözaltına alınan kimse yok. Sadece öncesinde bir iki kişiden etkinlik ile ilgili bilgi almaya çalıştılar. Hepsi bu! Khuade Adnan ile Çeş Ruslan'ın gözaltına alınmalarının ise etkinliğimizle bir alakası yok.
Ama olsaydı bile bunu göze almalıydık! Hem gelenler, hem karşılayanlar...
Politik mücadelede, en büyük engel, insanların kendi kendilerine kurdukları oto kontrol mekanizmaları ve ördükleri “korku duvarları”dır. Karşılaşılan bir iki olumsuzluğun veya başa gelinen bir iki badirenin abartılarak sürekli anlatılması ile büyütülen bu korku duvarlarını aşmak da, bu duvar aşılmadan ileri adımlar atmak mümkün değildir.
Statükonun bir ayağı da budur! İçimizdeki maymun yani...
Başta Başkan Yaşar Aslankaya olmak üzere, Kaf Fed yönetiminin kararlı tutumları ile bu zorlukları aştık. Ve etkinliğe katılmak isteyenlerin sayısı 140 kadar görünüyordu. Ama hala maddi sorunları çözememiştik.
Bunun en önemli nedeni, otobüs firması ile yapılan ön görüşmede aldığımız fiyat ile, firmanın son görüşmede istediği arasında büyük bir farkın olmasıydı. Biz mi yanlış anlamıştık, yoksa başka bir nedeni mi vardı, bilmiyorum.
Ama etkinliğe katılacaklardan istediğimiz adam başı 700 TL masraflarımızı karşılamıyordu. Çünkü, ön görüşmede aldığımız fiyata dayanarak öğrencileri kontenjandan götürmek istemiştik. Ama şimdi bu fiyat artmıştı.
Kontenjandan gelebilecekleri sözünü verdiğimiz öğrenciler pasaportlarını dahi çıkarmışlardı. Şimdi sözümüzden dönmek olmazdı. Para toplamaya çalıştık ve etkinliğe maddi destek veren arkadaşlar oldu, ama yetmedi. Bu nedenle hala borcumuz var ve para toplamaya devam ediyoruz...
Yani, Jamestown yazarlarından Valery Dzutzev'in, etkinliğimiz sonrası kaleme aldığı yazısındaki “etkinliği RF desteklemiş olmalı” sözleri, bu gibi dedikoduları etkinlik öncesinde çıkaranlar da olmuştu, külliyen yalandır. İsimlerini önceki bir yazımda verdiklerim dışında kimseden bir kuruş yardım veya destek almadık.
Sonuçta daha konforlu olan 38 kişilik ( 2+1 ) otobüslerden vazgeçtik, 55 kişilik iki otobüs tuttuk ve Antalya'dan kalkması gereken otobüsü iptal ettik.
Bu otobüslerle 40 saatlik yolculuk yapmanın sıkıntılı olacağını biliyorduk, ama başka çaremiz yoktu.
Ve 18 Mayıs günü İstanbul'dan saat 14:30'da, Ankara'dan da akşam saat 21:30'da yola çıktık.
“Çerkesiz, Çerkesya'ya, vatanımıza geliyoruz” diyerek, bayraklarımızla, Çerkes Soykırımı ve Sürgünü'nü anmak için...
Haftaya:
BİR “TURİSTİK GEZİ”NİN HİKAYESİ...
ÇERKESYA BİZ GELDİK!
Son