Türkiye’de iktidar ne zaman dışarıda bir güç gösterisi yapsa ve/veya savaş tamtamları çalsa, içeride de bu politikasına toplumsal destek bulmaya yönelik yayınlar yapıyor.
Bu yayınlar, söylemler… ülkede yaşayan herkesi etkiliyor. Özellikle konu hakkında yeterli bilgisi olmayanları ve/veya iktidara destek verdikleri için, onun söylediği her şeye inanma eğiliminde olanları.
Filistin meselesinde ( Mavi Marmara ), Uygur Türkleri konusunda, Suriye’deki Türkmenler gündeme geldiğinde, Türkiye Suriye’de bir Rus savaş uçağını düşürdüğünde ve daha bir çok konuda hep aynı senaryo yazıldı ve oynandı.
İtiraf etmeliyim ki başarılı da oldu ve oluyor.
Bunun birkaç nedeni var. Biri eğitim sorunu. Yani, insanların gündem konusunda yeterli bilgi sahibi olmamaları ve iktidarın “ulusal çıkarlar” bahanesi ile bazı bilgileri kamuoyundan gizlemesi.
Diğeri, psikoloji biliminin alanına giriyor: İnsanlar inandıkları bir şeyi doğrulayacak söylemleri kabul etme eğilimindeler.
Bir de tabii, korku ve baskı iklimi, insanları iktidara muhalif söylemlerden uzak durmaya zorluyor.
Sistemden maddi çıkarları olanları ve nemalananları hiç saymıyorum bile, onlar iktidarın eteklerinin dibinde oturmak zorundalar.
Böyle dönemlerde tutarlı ve ahlaklı olmak, doğruları söylemek, haktan, hukuktan, insan hak ve özgürlüklerden yana olmak kolay değildir. Çünkü iktidarın sopası "Demoklesin Kılıcı" gibi sürekli başınızın üstünde sallanır. Bir “mahalle baskısı” olur.
Ve sıradan insanlarda hemen psikolojinin “akla uygun hale getirme” gibi savunma mekanizmaları devreye girer: doğru olmayanı insanın aklında ve vicdanında meşrulaştırır.
Ki artık, mahalle baskısı daha sistemli. Gönüllülerin yanında bir de maaşlı troller var. Bunlar bir yandan yalan haberler yayıyor, diğer yandan bu yalanlara inanmayanları baskı altına almaya çalışıyor, hakaretlerle, tehditlerle insanları sindirmeye çalışıyorlar.
Toplum önderlerine ve ahlaklı insanlara böyle dönemlerde büyük iş düşer. Çünkü doğruları söyleme, toplumu aydınlatma-uyarma sorumlulukları vardır...
Bizim bir vizyonumuz ve ilkelerimiz var. Bunları süs olsun diye belirlemedik. “Çerkes Sorunu”nu çözebilmek ve daha güzel bir gelecek örgütleyebilmek için bunlara ihtiyacımız olduğuna inanıyoruz.
* Birincisi, bizler dünyanın neresinde olursa olsun, “savaşa karşıyız”. Bu nedenle hiçbir zaman ve hiçbir yerde savaşı, şiddeti, ölmeyi ve öldürmeyi kutsamayacağız.
Herhangi bir savaşın tarafı ve askeri olmayacağız.
Biz sadece Çerkes halkını ve tarihi vatanı Çerkesya’yı doğrudan tehdit eden bir savaşta, halkımızı, vatanımızı ve özgürlüğümüzü savunmak için savaşacağız.
* İkincisi, biz savaş istemiyoruz; çünkü savaş ve gençlerimizin hayatlarını kaybetmeleri asimilasyon ve demografi sorunu olan Çerkes halkının çıkarına değildir.
Daha dün 2005 yılında Nalchık’ta yaşanan olayları ve o süreçte 5000 gencimizin hayatlarını kaybettiklerini hatırlattık, bir daha asla, dedik!
Sanırım 80 milyonluk, 100 milyonluk ülkelerde yaşayanlar için 5000 rakamı fazla bir şey ifade etmedi. O zaman şöyle söyleyeyim:
5000, Kabardey Balkar Cumhuriyeti Çerkeslerinin toplam nüfusunun % 1’i demektir. Bunu 80 milyonluk ülkeye uyarlarsanız karşınıza 800 bin gibi devasa bir rakam çıkar. Bizim 5000 genci kaybetmemizin toplumumuza verdiği zarar işte o kadar büyüktür ve bu kaybı telafi etmek kolay değildir, yıllar, kuşaklar alır.
Hatırlayın, “neredeyse genç kalmadı” diye anlatılan İkinci Dünya Savaşı da Adığey Cumhuriyeti’nin gelişimine büyük zarar vermişti.
* Savaşa karşı olmamızın diğer bir nedeni de; özellikle diasporada, içerisinde yaşadığımız ülkelerdeki savaşların, genç nüfusu kaybetmemizin yanında; Çerkes halkının bu ülkelere aidiyetlerini büyüten ve asimile eden bir rol oynamalarıdır.
Her savaşta bir “biz” vardır, bir de “karşı taraf” veya “düşman”.
Ve kan, “biz”i konsolide eder; aradaki sınıfsal, ulusal, etnik, coğrafi farkları kaldırır, zayıflatır. Siyasi önderlik yapan hakim ulusu ve çıkarlarını büyütür, güçlendirir.
Saflaşmalar hakim ulusun kimliği ve çıkarları ekseninde olur. Onun dostları dost; düşmanları da düşman olur. Kardeş kardeşi öldürür…
Ama bunları savaş çıktığında söylemek fazla bir şey ifade etmez. Eğer savaş çıkmışsa, iş işten geçmiştir. Çünkü savaşlar, her ülkede olağanüstü dönemlerdir, olağanüstü yasalar geçerlidir. Önemli olan, savaşa karşı bir toplumsal bilinç oluşturmaktır. Bu bilinç, iktidarların savaş kararı almalarını da zorlaştırır.
Bu nedenle, daha barış dönemlerinde örgütlenmeli ve büyütülmelidir bu bilinç. Mesela kin, nefret ve düşmanlık saçan söylemlerden uzak durulmalıdır. Savaş, ölmek ve öldürmek kutsanmamalıdır. Barış, sevgi ve kardeşlik yüceltilmelidir.
“Dağlık Karabağ Sorunu” bir kez daha gündeme oturduğunda bu duygu ve düşüncelerle tavır aldım. Bu sorunun savaşla çözülmek istenmesine karşıyım. Eğer 30 yıldır bu soruna masada çözüm bulunamamışsa, nedeni sorunun masada çözülemeyecek olması değil; tarafların veya taraflardan birinin “taviz” vermek istememesi; “Dağlık Karabağ”dan daha öte bazı hesaplarının olmasıdır…
Tabii ki ben de savaşın yukarıda özetlediğim zararlarının yanında, “daha ötesi”ni, sadece Dağlık Karabağ’da değil; o coğrafyada neden olabileceği sorunların bize yansımalarını görmeye çalışıyorum.
Ve Çerkes halkı için hiç iyi şeyler görmüyorum.
İsrail’in Azerbaycan’da üstlenmesi, silahlı grupların Kafkasya’ya, sınırlarımıza doluşmaları, “Turan” veya “Kafkas İslam Ordusu” gibi ülküler bizim çıkarımıza değil.
"Dağlık Karabağ ezelden beri Azeri yurdudur” söylemi ise uyduruktur. “Bizden önce buzdolabı bile yoktu” söyleminden farksızdır. Bana bir “fıkrayı” hatırlatır.
Mars’a 2025 yılında bir uzay otobüsü kaldırılacakmış. Dünyanın her ülkesinden birkaç kişiyi seçmiş, ama Türkiye’den kimseyi almamışlar. Temel, “Niye?” diye sormuş. “Bugün Türkiye’den biri Mars’a ayak basarsa, yarın onun torunları 'burası bizim' der" demiş yetkili…
İsteyenler doğruları ve gerçekleri herkese açık kaynaklarda da bulabilirler.
Ama mesele sadece “Dağlık Karabağ” değil; daha ötesi: Irak, Suriye, Libya, Doğu Akdeniz, Kafkasya, Kırım ve “Türki Cumhuriyeler”dir… Enerjidir, kaynaktır, pazardır, rekabettir…
Elime kalem aldığım ilk günden beri, "Ben Çerkesim, ama bütün Türkiye ve dünya halkları kardeşimdir. Hiç birine kin veya düşmanlık duymuyorum. Türk, Kürt, Ermeni, Yunan, Rus; Alevi, Sunni halkların gelecek kaygısı olmadan, eşit, özgür, barış içinde yaşamalarını; demokratik, insan haklarına saygılı bir dünya istiyorum" diyorum.
İklimden, yazdan kıştan etkilenmemeye çalışıyorum.
Herkese aynı şeyi öğütleyemem, herkesten aynı fedakarlığı yapmasını bekleyemem; çünkü gerçekten çok zor bir dönemden geçiyoruz. Birilerinin “ulusal çıkarlarımız” dedikleri şeyleri beğenmemek, susmak bile suç oldu artık!
Ama ben bir gün haksızlıklara, hukuksuzluklara, zulme... gözlerimi kaparsam Çerkes halkına da anlatacağım bir şey kalmaz.
Ve kalemimi kırarım...
Gerek açık platformlarda, gerekse özelime yazarak bana hakaret ve küfür edenler, tehdit edenler var…
Zaman zaman, acaba atalarımız sürgün edilirken birileri ortaya çıkıp, “asla vatanımızı terk etmeyeceğiz” deselerdi, ne olurdu diye düşünürüm. Hepsini öldürürler miydi? Olabilir…
Ama belki, 19. Yüzyılda, Bulgar halkının Kafkasya’ya göç ettirilmek istenmesi üzerine yolu kesen Bulgar yurtseverlerinin “orada bize daha güzel bir yaşam sunulduğu yalanlarına inanmayın, burada kalın” çağrılarına uyup Bulgaristan’da kaldıkları gibi, bizim atalarımız da herşeye rağmen Çerkesya’da kalmaya çalışabilirlerdi.
Bir mıh bir nal, bir nal bir at kurtarır... misali!
Ben, her şart altında, doğruları/mı ve Çerkes halkının çıkarına olduğuna inandıklarımı anlatmaya ve yazmaya devam edeceğim.
Vız gelir tırıs gidersiniz!
Hatko Schamis
21/10/2020