Siyaset sahnesine çıktığımız ilk günden beri; “Biz Çerkesiz-Adığeyiz; vatanımız Çerkesya’dır. Çerkes Sorunu, kimliğimizi, dilimizi, kültürümüzü yitiriyor olmamız değil, vatansızlaşmamızdır; asimilasyon bu vatansızlaşmamızın bir sonucudur. Bu nedenle önceliğimiz, tarihi vatanımız Çerkesya’yı yeniden inşa etmek-Çerkes halkının vatanda birliğini sağlamak olmalıdır” diyoruz.
Elbette Çerkes’i de Çerkesya’yı da biz bulmadık; bizden önce bu tanımları şu veya bu anlamda kullananlar vardı; ama biz parçaları biraraya getirdik, siyasallaştırdık ve bir ulusal vizyon formule ettik:
“Çerkes ( Adığe ) Halkının Çerkesya’da Birliği” vizyonunu!
Bu, yeni bir söylem, yeni bir vizyon ve üzerinde geleneksel kurumlarımızın inşa edildiği siyasi ilişkilerin Çerkes ( Adığe ) halkının çıkarlarına ve Çerkes Ulusal Mücadelesinin siyasi merkezi vatana-vatanın ihtiyaçlarına göre yenilenmesi talebiydi.
Dönüş Hareketi'nin güncellenmesiydi.
Çünkü Dönüş Hareketi de "KALIŞÇILAR"ın tanımları-kavramları ile siyaset yapıyordu ve Çerkes Ulusal Sorunu'nun bütününe yönelik bir yol haritası yoktu.
“KALIŞÇILIK”; Çerkes Ulusal Sorunu’nun yaşadığımız ülkenin siyasal sisteminin değişmesi veya bir sosyalist devrim ile çözülebileceğini iddia eden bir düşünceydi.
Çerkes Sorunu’nu “diaspora Çerkeslerinin sorunu” ve kimliğin, dilin, kültürün yok olması olarak formüle etmişlerdi.
Sosyalizm, bir “altın vuruş” olacak, bütün sorunları çözecekti.
Anavatan veya vatan ile ilişkilerin geliştirilmesine karşı değillerdi elbette, ama bu konu onlar için bir öncelik değildi.
Çoğu şu veya bu sosyalist örgütte çalışıyor, bu örgütler arasındaki tartışmaları veya ayrışmaları kurumlarımıza taşıyorlardı.
Bu, kurumlarımızda hala devam eden “siyasal çalışmalar”a karşı önyargının oluşmasının “bahanesi” oldu.
Bahanesi oldu, çünkü asıl olarak “sağcılar” tarafından “sol siyasi düşünceler”i ötekileştirmek için kullanıldı, sanki sağcılık; hatta faşist-şövenist düşünceler sağlığa yararlıymış gibi.
“KALIŞÇILAR” bitti sanılıyor, ama bitmediler. Tam tersine örgütsel olarak değil, duygusal-düşünsel olarak bütün Çerkes siyasetlerine sirayet ettiler. Hatta asimilasyon, yaşadığımız ülkelere aidiyetimizin büyümesi ve bu ülkelerde gelecek örgütleme perspektifi nedeniyle bugün en güçlü eğilimdir.
Bir kısmı hala Çerkes Sorunu’nun içinde yaşadığımız ülkenin bir sorunu-sorunlarından biri olduğunu ve bu ülkede bir şeylerin değişmesi ile çözülebileceğini sanıyor.
İçinde yaşadıkları bu coğrafyada bir gelecek örgütlemeye çalıştıkları için “vatan” bilinçleri, vatanla ilişkiler kurma heyecanları çok az.
Ve hala “etnik-ulusal kimlik": “milliyetçilik” ile barışmadılar; “ben/biz” demenin, başkalarını ötekileştirmek olduğunu sanıyorlar.
Yani “KALIŞÇILIK” asıl olarak Çerkes Sorunu’nu üzerinde yaşadığımız coğrafyanın sorunlarından bir tanesi olarak görmek, bu ülkede çözüleceğine inanmaktır. Sosyalizm sadece bunun bir araçlarından biridir.
Bu nedenle, vatanla kurdukları ilişkiler sorunludur ve içerisinde yaşadığımız coğrafyaya aidiyeti büyüten, asimilasyonu hızlandıran bir rol oynamışlardır, oynamaya da devam etmekteler.
“Milliyetçilik”e en ağır eleştirileri ( açık veya gizli ) “KALIŞÇILAR” yaparlar. Çerkes kimliğinin, dilinin, kültürünün geleceğinden kaygı duyduklarını söyledikleri halde bir etnik-ulusal kimliği korumanın ideolojisi olan “milliyetçilik” ile bu çarpık ilişkilerinin kökeninde milliyetçiliğin sınıfsal-toplumsal çıkar gruplarının ellerinde aldığı farklı karakteri anlamıyor olmaları yatar. Halbuki, bütün politik düşünceler gibi, “milliyetçilik”in de farklı toplumsal grupların çıkarlarına hizmet eden farklı yorumları-pratiği” vardır.
Bu nedenle hakim ulusun milliyetçiliği ile, ezilen-asimile edilen bir ulusun veya etnik topluluğun milliyetçiliği aynı değildir.
Birincisi, kendi ulusunu yüceltir, başka ulusları ve etnik toplulukları küçümser, aşağılar, asimile eder; sınırları çizilen coğrafyada tek bir ulus yaratmak ister. Ama ikincisi, bu milliyetçiliğe ( şövenizme ) karşı; kendi ulusal kimliğini, dilini, kültürünü korumaya çalışır.
Birincisi, demokratik hak ve özgürlüklerin ülkenin parçalanmasına neden olacağına inanır ve misyonu böyle bir bölünmeye izin vermemektir, bu nedenle anti demokratiktir; ikincisi ise demokratik hak ve özgürlük mücadelesi verir, demokratikleştirir.
Birincisi, “şövenizm”dir; ikincisi “demokratik milliyetçilik-yurtseverlik”.
Asimile olan bir etnik-ulusal topluluğun ferdi olarak bu farkı-farkları görmeden, milliyetçiliği reddetmek asimile edilen bir ulusu veya etnik topluluğu en güçlü silahından mahrum bırakmaktır.
Milliyetçiliğin bu sınıfsal-ulusal karakterinin yanında, uluslaşma sürecinin özgünlüğüne göre aldığı biçimler de aynı değildir.
Bunları iki kategoride tanımlamak mümkündür:
* Fransa ( Batı ) Tipi Uluslaşma: Belli bir coğrafyada yaşayan etnik ulusal toplulukların birlikte devletleşmeleri.
Bu milliyetçiliğe veya uluslaşma sürecine “coğrafya eksenli-sivil milliyetçilik” de denir.
Fransız uluslaşması, Fransız devrimi ile kısa bir sürede tamamlandı veya “bir devlet kuruldu, sonra Fransız ulusu yaratıldı” sanılır; ama öyle değil. Uzun yıllara, hatta yüzyıllara yayılmıştır.
Zaten ulus, belli bir coğrafyada yaşayan, ortak ve değiştirilemez özellikler-değerler taşıyan bireylerden oluşan bir topluluk demektir.
Böyle bir topluluk uzun yıllar, yüzyıllar içerisinde oluşur.
Anthony D. Smith’in, ulusların etnik kimlikler ve tarihsel birikimler üzerinde inşa edildiğini söylemesinin nedeni de budur.
Mesela ulus olmanın “olmazsa olmaz”larından “vatan” kavramı Fransa’da 13. Yüzyılda gelişmeye başlamış, uğrunda can verilecek bir değer olmuştur. Veya I. François’in 1539’da kanunların ve mahkeme kararlarının Fransızca olması yönünde bir emri vardır. 1634’te Fransız Akademisi kurulmuş, 1694’te Fransızca sözlük hazırlanmıştır.
Yani ulus olmak, uluslaşmak uzun bir süreçtir ve temelinde “vatan ve dil birliği veya bilinci” vardır. Vatandaşlık eksenli-sivil milliyetçiliğe örnek gösterilen Fransa’da da böyledir.
Fransa'da başlangıçta Anju, Burgundi, Katalan, Korsika, Bask dillerinin konuşulması bir tehdit olarak algılanmamış, ama devrimden sonra homojenleştirme politikası izlenmiş, farklı diller ve kültürler bir tehdit olmaktan çıkarılacak düzeye getirilmiştir.
Bunu bir “soykırım” olarak niteleyen siyaset bilimciler de var.
Yani bu milliyetçilik de çoğunluğun aynı coğrafyada yaşayan diğer etnik-ulusal toplulukları asimile ettiği bir şövenizme dönüşmüştür.
Türkiye ve Türk milliyetçiliği de şövenizme tipik bir örnektir.
Son yıllarda üretilen veya formüle edilen “demokratik ulus” kavramı ile bu handikap aşılmaya çalışılıyor, ama bu tanım daha tam olarak ve doğru anlaşılmadı.
Ulusal kimliklerin reddi sanılıyor. Halbuki demokratik ulus, ulusun ve ulus devletin veya bir etnik-ulusal kimlik altında uluslaşmanın reddi değil; belli bir coğrafyada yaşayan halkların-ulusların demokratik birliğidir.
Sınırların değiştirilmesini ve ayrı bir ulus devleti kurmayı gereksizleştirecek özgür birlikte yaşama iradesidir.
Yani “demokratik ulus”, farklı etnik-ulusal toplulukları tek bir kimlik altında toplama değil; bu etnik-ulusal toplulukların demokratik hak ve özgürlüklerine ve geleceklerini garanti altına alma isteklerine saygı duyarak barış içinde birlikte yaşama vizyonudur.
Tek bir ulus veya ulusal kimlik değil, uluslar topluluğu ve bu uluslar topluluğunun demokratik devletidir.
Ulus ve milliyetçilik teorilerini-pratiklerini yeterince araştırmamış birilerinin sosyal medyada ulusu “birden çok etnik topluluğu tek bir kimlik altında toplamak” olarak tanımlamaları uyduruktur.
Hayatı kendi kafalarındaki "gerçekliğe" uydurma çabasıdır.
Veya farklı insan topluluklarının bir etnik kimlik içinde eridikleri-çözüldükleri etnik kimliğin oluşum sürecini, uluslaşma sanıyorlar. Ama bu çözülme sonrası bir etnik kimlik hayatta kalırken diğerleri yok olur, “ölü kimlik” ve hayatta kalanın bileşeni haline gelirler.
Bu “ölü kimlikler” bir daha dirilmezler. Franklar, Keltler, Kimmerler, Hat’lar veya Hititler, Sarmatlar, Urartular, Kasoglar… gibi.
Bunların yerine artık Çerkesler, Çeçenler, Osetler, İrlandalılar, İskoçyalılar, Fransızlar, Almanlar… vardır.
Biz etnik kimliğin oluşum sürecinden farklı olarak uluslaşma sürecinde, yaşayan kimliklerin uluslaşmalarından bahsediyoruz. Ve yaşayan kimlik ya asimile olur, ya da ulus. Ortası yoktur.
Bunun Fransa Tipi’nden başka bir de “Alman Tipi” olanı vardır.
* Alman Tipi Uluslaşma: bir etnik-ulusal kimliğin uluslaşması-devletleşmesidir. Tarihsel bir süreçtir, farklı-özgün yol ve yöntemler izler. “Alman Tipi” veya “Doğu Modeli” denmesinin nedeni, Alman etnik-ulusal topluluklarının Alman ulusu olarak birleşmesi-devletleşmesi nedeniyledir.
Alman ulus veya ulus devlet modeli etnik köken ve dil birliğini esas alır. Birliğin sağlanmasında eğitim, tarih araştırmaları önemli bir rol oynar. Güçlü olmak için birlik olmak isterler, ama bu birlik, aynıların birliğidir. Sonuçta Almanca konuşan unsurlar, Bismarck’ın yönetimi altında birleşmiş ve Alman ulusal kimliğini oluşturmuşlardır.
Fransız uluslaşmasının etnik kökeni ve dili esas almadığı, bir coğrafyaya aidiyet ve vatandaşlık ekseninde örgütlendiği için sivil ve demokratik; Alman-Doğu uluslaşmasının ise ırkçılık olduğu iddiaları doğru değildir. Fransa da Almanya da, farklı kimlikleri ve kültürleri eritme ve homojen bir ulus yaratma politikaları izlediler.
Fransa, belli bir coğrafyaya aidiyeti esas aldı, bu coğrafyada birleşti, devletleşti ve farklı olanları asimile etti; Almanya ise Alman dilini konuşan, Alman etnik topluluklarını birleştirdi, devletleştirdi, sonra farklı olanları asimile etti veya tehdit olmaktan çıkardı…
Fransa ulus devleti; Franklar, Normanlar, Korsikalılar, Katalonlar, Basklar...çok sayıda etnik kimliğin ve dilin üzerinde inşa edildiğinden vatandaşlık bağı ve sivil haklar öne çıktı, aidiyet bilinci oluşturuldu.
Ama dil, kültür ve ülkü birliğinin sağlanması için de büyük bir çaba gösterildi, zaman zaman Fransızca dışındaki diller yasaklandı.
Alman uluslaşması ve ulus devletin örgütlenmesi sürecinde ise, Almanca konuşan Alman etnik toplulukların ve Prusya ile Avusturya şeklinde iki devlete bölünmüş Alman halkının birleştirilmesi hedef olarak seçildi. Bu nedenle Alman uluslaşma sürecinde iki devletin ortak değerlerine, etnik köken, dil ve kültür birliğine vurgu yapıldı.
Sonuç olarak, ulusun, devletin veya ulus-devletin oluşum sürecinde ulus ile devleti aynı coğrafyada buluşturacak politikalar yapılmakta ve bu birliğe zarar verecek unsurlara karşı önlemler alınmaktadır.
Ulus devlet modelleri ise uluslaşma hedefine varmak için ihtiyaç duyulan politikaların bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
Bütün modellerde ortak olan, vatan ve ulus bilincini canlı tutmak, ulusal birliği güçlendirmek ve ulusal dilin kullanımını yaygınlaştırmak.
* Ulus Devletlerde Uluslaşma: Ulus devletlerin, modellerinden bağımsız olarak, hakim ulusun dilini ve kültürünü tehdit olarak gördükleri farklı etnik-ulusal topluluklara benimsetmeye, yani asimile etmeye çalıştıklarını biliyoruz. Ama asimile olmayan, asimilasyona direnebilecek iradeye, morale ve güce sahip olan halklar, etnik ve ulusal topluluklar da artık en modern toplumsal örgütlenme modeli olan uluslaşma arayışına girdiler.
Çünkü UNESCO’nun belli aralıklarla yayınladığı “Kaybolan diller-kültürler” haritalarından da görebileceğimiz gibi, kaybolan dillerin veya kimliklerin ortak özelliği uluslaşamamış, dillerini ve kültürlerini koruyacak siyasal kurumlardan mahrum olmalarıdır.
Ulusal sorunlarını çözmüş ve/veya bu sorunları kendi çıkarlarını başka coğrafyalara yaymak için kullanan güçler ve devletler, artık etnik kimliklerin, dillerin, kültürlerin yaşamasını ve yaşatılmasını evrensel değerler olarak tanımlıyor, insan hak ve özgürlükleri başlığı altında tartışıyor ve bütün ülkelerin uymak zorunda kalacağı normlar geliştirmeye çalışıyorlar.
BM İnsan Hakları Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi veya Yerli Halkların Hakları Deklerasyonu bu çabaların sonucudur.
Elbette henüz bütün ihtiyaçlara cevap vermiyor, bütün sorunları çözmeye yetmiyorlar; ama gerek devletlerde gerekse toplumlarda artık belli bir duyarlılığın oluştuğunu da söyleyebiliriz.
Bunun sonucu olarak devletler, sistemler, anayasalar ve yasalar değişiyor. Kimi ülkede daha sancılı, kimi ülkede daha kolay.
Bu sürecin sonunda, bazı etnik ve ulusal topluluklar yok olacak; ulusal dinamikleri ve iradeleri daha güçlü olanlar ise, geleceklerini garanti altına alabilecekleri siyasi kurumlara sahip olacaklar.
Ama kimin ne kadar hakka ve ne kadar güçlü-ulusal kurumlara sahip olacağını belirleyen, etnik-ulusal dinamiklerin ne kadar güçlü olduğu ve hayatta kalma iradesi olacak.
Çünkü hiç kimse ölü bir toplumu diriltmez.
Bizim siyaset sahnesine çıktığımız ilk günden beri etnik-ulusal kimliğimiz olan “ÇERKES”i ve tarihi vatanımız “ÇERKESYA”yı görünür ve bilinir kılmaya çalışmamızın nedeni de budur.
Çünkü bu tanımlar ve kavramlar aynı zamanda Çerkes Ulusal Sorunu’nun çözüm adresidirler. Ne “ADIĞE”nin ne “KAFKASYA”nın bu gücü vardır. Hiçbiri ÇERKES ve ÇERKESYA kadar berrak ve bilinir değildir. Hiçbirinde kimlik ve vatan böyle birbirini tamamlamaz. Ve hiçbiri tarihimize ve toplumsal hafızamıza kazınmamıştır.
Ulus devletlerde ulusal mücadelelerin hepsinin kendi özgün şartları ve yol haritaları vardır. Mücadelenin nasıl bir yol haritası izleyeceği, üzerinde yaşanılan coğrafyanın ekonomik-siyasi koşullarına, ulusal bilinç, mücadele deneyimi ve nüfus gibi faktörlere bağlıdır.
Bu nedenle hiçbir ulusal mücadele bir diğerinin kopyası veya tıpkısının aynısı değildir.
Yeni Zelanda yerlileri Maoriler ve Avustralya yerlileri Aboriginler demokratik mücadele yöntemleri, uluslararası yasaları, yerli halklara tanınan pozitif ayrımcılığı ve tarihsel haklılığı esas almışlardır.
Latin Amerika’nın yerlileri radikal demokratik mücadele veriyorlar. Bu ülkerde sınıfsal ve ulusal talepler iç içe geçmiştir. Çünkü Latin Amerika’nın “en alttakiler”i de yerlilerdir.
Büyük Britanya’nın işgali altında olan Kuzey İrlanda, İrlanda ile birleşme talebiyle sosyalist bir İrlanda için mücadele etti. Kitlesel eylemleri ve silahlı mücadeleyi birlikte örgütledi.
İspanya’nın Katalonları, demokratik mücadele yöntemlerini ve İspanya’nın demokratikleşmesi yolunu seçti. Son yıllarda kendi kaderini tayin etme hakkı olarak “bağımsız” bir devlet olmak istiyorlarsa da, Katalon ulusu artık geleceğini garanti altına almıştır.
Basklar ise, 19. Yüzyılın sonlarından beri kendi kaderini tayin hakkı için mücadele ediyorlar. 20. Yüzyılın başlarında “İspanya’nın kurtuluşu Bask halkının da kurtuluşu olacaktır” anlayışıyla Cumhuriyetçilere katıldılar. 1950’li yıllarda ise Bask Ulusal Hareketini: EKİN’i, ETA'yı ve HERRİA BATASUNA’yı örgütlediler. Silahlı mücadeleyi esas aldılar.
Kuzey İrlanda gibi Bask yurtseverleri de sosyalist bir Bask ülkesi inşa etmek istiyorlardı. Hem Bask etnik-ulusal kimliği hem de sosyalist bağımsız bir Bask ülkesi için mücadele ettikleri için siyaset bilimciler bu hareketleri “devrimci milliyetçiler” olarak tanımladılar.
Bağımsız bir devlet olamadılar ve artık bağımsızlık talebi Bask halkından çok destek almıyor, çünkü İspanya Bask halkının ulusal hak ve özgürlüklerini tanıdı ve Bask ulusal sorunu çözüldü.
Bu mücadelelere baktığımızda hepsinde ortak olan, etnik-ulusal kimlik ekseninde örgütlenmiş olmaları, vatan bilinci ve ulusal dilleri ile kültürlerinin yaşam-kullanım alanlarını büyütmeye çalışmalarıdır.
Öyle devlet veya bağımsız olduktan sonra değil, ulusal mücadelenin ilk yıllarından, başından itibaren bu vizyonla örgütleniyorlar.
Bu nedenle mesela Bask-Katalon-Galiçya halklarının “Birleşik Kuzey İspanya” gibi bir örgütü yok. Aynı hak ve özgürlükler için, ama kendi ulusal örgütleri ile mücadele ediyor, gerektiğinde yardımlaşıyorlar.
Keza, Bask ulusal hareketinin en önemli sloganı “bırakın neysek o olalım”dır. İrlanda’nın Sin Fein’i, “Biz Kendimiz” demektir.
Bu, onlara daha baştan ulusal kimliklerini, dillerini ve kültürlerini güçlendirme imkanı veriyor.
Ortak örgütlenmelerde ise, konuşmak ve anlaşmak için, çoğunlukla hakim ulusun dilini kullanmak zorundasınız.
Bu anlamda Rus İmparatorluğunun zulmüne uğramış Kuzey Kafkas halklarını tek bir kimlik altında ( Kafkas veya Çerkes ), örgütleme çabası özellikle Çerkes ( Adığe ) halkına büyük zarar vermiştir.
Çünkü Kafkasyalılık kimliği altında sadece kurumlar değil, aileler örgütlenmiş, bu nedenle Türkçe, kurumlarımızda ve ailelerimizde iletişim dili olmuştur.
Çerkes halkının çıkarlarına olmayan bu politikaların sorumluları sürgün sonrası Osmanlı sarayına, ordusuna, bürokrasisine yerleşen devşirmelerdir. Bunlar sadece Osmanlı devletine hizmet etmemiş; Çerkes Ulusal Sorunu’nu Osmanlı’nın çıkarlarına uygun formüle etmiş, Çerkes halkını Osmanlı devletinin hizmetine sunmuşlardır.
Balkan harbinde bu devşirmelerin örgütlemesiyle binlerce Çerkes genci, Bulgaristan başta olmak üzere, Balkan ülkelerinde, Osmanlı devletinden ayrılmak ve bağımsızlık isteyen halklara karşı savaşmış, ölmüş öldürmüştür.
Turancı-Rus düşmanı Enver Paşa’nın “Doğu Seferi”nde Sarıkamış’ta yine binlerce Çerkes genci heder olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında hem Saray hem de Türk milliyetçileri saflarında savaşan binlerce Çerkes hayatını kaybetti.
En önemlisi de, Birinci Paylaşım ( dünya ) Savaşı’nın son yıllarında Rusya ile Osmanlı devleti arasında bir tampon bölge olması için kurulan Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti, Birleşik Kafkasya İdeali’ne ilham oldu, devşirmelik teorik bir kılıf buldu.
“Bu ideal” sayesinde, Türkçü-Turancı güçlerin “Esir Türkleri Kurtarma!” vizyonu, Bağımsız Kafkasya ideali ile örtüşmüş ve Rus-komünizm düşmanlığı hep canlı tutulmuştur.
Çerkes halkına sirayet eden, Ermeni, Yunan, Kürt ve Suriye’de Esad düşmanlığının altında yatan da Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkarlarıdır.
Bu nedenle, Çerkes Teavün Cemiyeti’nin, Beşiktaş Örnek Okulu’nun, Diyane ve Ğuaze gazetelerinin, 1980'de derneklerin kapatılmasına, “Çerkes kimliği”nin ve dilinin yasaklanmasına sesleri çıkmamıştır.
Bugün de Türkiye’den ciddi bir talepleri yoktur. Rusya’da yaşanan en küçük bir insan hakları ihlalini de protesto ederler, ama Türkiye’nin asimilasyon ( soykırım ) politikaları onları rahatsız etmez.
Türkiye'yi yeni vatan belledikleri için “SAĞ KALIŞÇILAR” da diyebileceğimiz bu grup “Rus zulmüne karşı savaşımızda bize destek veren, sürgünde bize kucak açan ülkeye ihanet etmeyiz, ekmek yediğimiz kaba pislemeyiz”i hiç ağızlarından düşürmedi.
Çerkesya Hareketi’nin çabalarıyla yeniden güçlenen Çerkes kimliğini ve Çerkesya’yı sahiplenmeleri, kimseyi yanıltmamalıdır.
Onların Çerkes’i ve Çerkesya’sı “Birleşik Kafkasya” idealinin içindedir, Birleşik Kafkasya’nın bir parçası, bir “vilayeti”dir.
Çeçenistan ulusal mücadelesini mecrasından çıkaran ve Rusya’ya karşı BATI’nın bir uzantısı haline getiren Kafkasya Emirliği’nin haritalarına da ancak Soçi Olimpiyatlarını protesto sürecinde görünür olduktan sonra ve yarım yamalak girebilmiştir “Çerkesya”.
Rusya-Ukrayna savaşı başladıktan sonra, Bağımsız Kafkasya, “Özgür Çerkesya” sloganı altında harekete geçmeleri tesadüf değil.
Zaten hep böyle dönemlerde, savaş yıllarında; ( 1 ve 2. Dünya savaşlarında, SSCB dağılırken ) umutlanırlar. Şimdi de Rusya Federasyonu’nun sonunun geldiğine inanıyorlar.
Bir denizaltı gibi örgütlenmişler, sanki aralarında bir bağ yokmuş gibi çalışıyorlar, ama hepsi aynı hedefe koşuyor:
Birileri cephede, diğerleri cephe gerisinde. Hedef, “Bağımsız Kafkasya”; daha doğrusu Rusya Federasyonu’nun dağılması.
“Özgür Çerkesya” sloganı, tıpkı Soçi olimpiyatları sonrası Kafkasya Emirliği’nin haritalarına girmesi gibi bilinçli olarak seçildi.
“Özgür”ü, “bağımsız” anlamında kullanıyorlar.
Bundan önceki “eleştirilerimi”, sanki ben “özgür ( bağımsız ) Çerkesya”ya karşıymışım gibi algılayanlar olmuş.
Hatta Cehdi abi, “Rusya Federasyonu ile kader birliğimiz var” dedim sanmış.
Ben hiçbir zaman böyle bir şey yazmam ve söylemem. İdeolojik formasyonuma uymaz: Ben “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nın, “bağımsız bir devlet” olma hakkını da içerdiğine ve her ulusal mücadelenin, bağımsızlık eğilimli olduğuna inanırım.
Sorun, boşanma hakkı gibi, bağımsızlık hakkının ne zaman kullanılacağı ve “Bağımsızlık”ın çıkarımıza olup olmayacağı.
Ukrayna’da Rusya ile savaşan Batı’nın Çerkesya'yı kurmak değil; Rusya’yı yoracak yeni cepheler açmak istediğine, Çerkeslerin bu savaşta taraf olmamaları gerektiğine inanıyorum.
İbrahim’lerin “Bu savaş bizim savaşımız değil”, “hapiste 2-3 yıl yatmak, masum Ukraynalıları öldürmekten ve savaşta ölmekten iyidir” söylemleri doğruydu. Bu savaştan sonra Rusya Federasyonu’nun değişeceği ( onlar dağılacak diyorlar ) tespitleri de yanlış değil.
Ama bu söylem, “Özgür, yani bağımsız Çerkesya”ya ve bir Bağımsız Kafkasya Konfederasyonu’na evrildi.
Şimdilik herkes söylemesi gerekeni söylüyor, ama aptal değiliz; “Bağımsız ( özgür ) Çerkesya” söylemi, bir savaş çağrısıdır.
Cephede veya cephe gerisinde.
Evet “bağımsız ( özgür ) Çerkesya” söylemine ve mücadelesine karşıyım, çünkü vatanda böyle bir talebin karşılığı yok. İbrahimler de böyle rahat konuşabilmek için önce diasporaya çıktılar. Peki vatanda “özgür Çerkesya” hareketini kim örgütleyecek? Diasporada onların yaptıklarını yapacak, söylediklerini söyleyecek adam mı yoktu?
İbrahim’i bu adımları atmaya kim ikna etti bilmiyorum, ama hem İbrahim’e hem de yurtsever harekete büyük zarar verdiler.
İbrahim, vatanda değerliydi, diasporada değil.
Sayfalarımızda savaş başladığından beri vatanda yapılan hem savaş karşıtı hem de Rusya yanlısı eylemleri yayınladık.
Kimse savaş karşıtı eylemlere katılmadı, kimse “özgür Çerkesya” için sokağa çıkmadı.
Gerçekçi olalım: “Özgür Çerkesya” söyleminin vatanda karşılığı yok.
BATI’nın da bırakın “özgür Çerkesya”yı, Ukrayna gibi bir derdi yok.
Dün ( 13 Kasım 2022 ) ABD, Zelensky’e, “müzakerelere, hatta Kırım konusunu görüşmeye açık ol” talimatı verdi.
Suriye’de yardım isteyen kendi örgütlediği çetelere de “ne yani, sizin için Rusya ile mi savaşayım” demişti.
Bu şartlar altında Rusya karşıtı eylem ve söylemler, bize sadece zarar verir. Boşuna “zamansız öten horozu keserler” dememişler.
Keza Ukrayna, daha doğrusu BATI, savaşı Rusya Federasyonu’na taşırsa, o zaman Çerkesya ve Kafkasya bir savaş alanına dönüşecek. Bundan ne çıkarımız olacak?
Biz, tarihi vatanımız Çerkesya coğrafyasında daha uzun bir süre barış içinde yaşamak; ekonomik-siyasi-demografik olarak güçlenmek ve sabırlı olmak zorundayız.
Rusya, kendi iç dinamikleri ile, demokratik ve barışçıl yöntemlerle değişmelidir.
Bu, Rusya ile “iyi olmak” demek değildir. Değişimin nasıl olması gerektiğinin ve çıkarımıza olanın tarifidir.
Evet, Rusya emperyalist ve dünyanın en gerici ülkelerinden biridir. Bir avuç oligark Rusya halklarını sömürüyor ve baskı altında tutuyor. Bu devletin ve rejimin geleceği beni zerre kadar ilgilendirmiyor. Tam tersine, rejim değişsin, Rusya Federasyonu demokratikleşsin ve tarihi vatanımız Çerkesya yeniden kurulsun istiyorum.
Ama savaşla değil, demokratik yöntemlerle.
Peki ne yapmalı?
Bugünlere gelineceğini uzun zamandır anlatıyoruz. SSCB’nin dağılması bizim için, içinde riskler de barındıran bir fırsattı.
Bu fırsatı kaçırdık, çünkü ne istediğimizi bilmiyorduk, istediklerimizi kamuoyuna anlatamadık.
2008 yılında Putin’in Münih Güvenlik Konferansı’ndaki konuşması çok önemliydi. Bu konferansta Putin, dünyaya artık uluslararası arenaya geri döndüklerini ilan etti.
Bu, aynı zamanda Suriye’deki savaşın ayak sesleriydi.
2014’te, Ukrayna’da “Maydan Devrimi” oldu. “Dünyayı Ukrayna’dan Tehdit Eden Emperyalist Savaş” başlıklı yazımızda “Savaş geliyor, hızla bu sürece hazırlanmalı; değişmeye kendimizden başlamalı, ne istediğimizi formüle etmeliyiz, dedik.
Değişmeliyiz ve önce “Kafkas” kimliğinden kurtulmalıyız. Sin Fein gibi, “Biz Kendimiz” olmalıyız. Çünkü “Kafkas” kimliği bizi ve çıkarlarımızı temsil etmiyor.
Hatta bir yük ve risk faktörü.
Çünkü, “Kafkas” kimliğinde, sadece kardeşlik değil, aynı zamanda “birleşikçilik” ve “Rus Düşmanlığı” vardır. Ve “Kafkasyalılık”ın Çerkes halkına hiçbir ekonomik, sosyal ve kültürel olarak getirisi yoktur.
Rusya’nın Çerkes’i ve Çerkesya’yı unutturmak; Türkiye’nin ise Çerkes azınlık sorunundan kurtulmak için kullandığı bir kavram veya tanımdır. Çerkeslerin ise sadece Rusya’ya karşı bir cephe açmak veya Rusya’dan kurtulmak istediklerinde işlerine yarar. Birleşikçiliğin hep kriz ve savaş dönemlerinde güçlenmesinin nedeni budur.
İç dinamikleri, sosyolojik ve demografik yapısı nedeni ile Çerkesya’da bir savaşın çıkması çok zor. Ama Çerkesya’ya savaş dışarıdan, Kafkasya’nın diğer halklarından veya komşu coğrafyalarından bulaşabilir. Bugün de, Ukrayna’daki savaştan bir “özgür Çerkesya” çıkarmak isteyenler boşuna yüzlerini Çeçenistan’a ve Dağıstan’a çevirmiyorlar.
Bu tehditlerden kurtulmamızın yolu Çerkes ( Adığe ) kimliği altında Çerkesya’yı yeniden inşa etme vizyonu ile örgütlenmekten ve barış içinde birlikte yaşama iradesini büyütmekten geçiyor.
Bu, bize hem etnik ulusal kimliğimizi, dilimizi, kültürümüzü güçlendirme fırsatı verecek; hem de olası bir değişime hazırlayacaktır.
Çerkes ( Adığe ) halkının geleceğinden kaygı duyan herkes, önümüzdeki Kongrede KafFed’i “Çerkes (Adığe) Dernekleri Federasyonu"na dönüştürme çalışmalarına şimdiden başlamalıdır.
Çerkes halkını, önce, Başkan Ümit Dinçer bir programda bahsettiği “Göbbels taktikleri" ile yıllardır tarihimizi ve vatanımızdaki gerçekleri çarpıtan... "Biz Çerkesiz, dilimiz Çerkesçe" diyen Çerkeslerden ( Adığelerden ) başka bir halk olmadığı halde, hala bütün Kuzey Kafkas Halkları’nın Çerkes ve Adığabze'nin Çerkes dillerinden biri olduğunu söyleyen, diasporada örgütledikleri gelecek vizyonlarına göre politika yapanlardan kurtarmalıyız.
Hatko Schamis
14 Kasım 2022