#214 Ekleme Tarihi 14/10/2015 08:40:33
02 Ocak 2012 Pazartesi Saat 18:07
„Avustralya bizim ülkemiz, denizden dağlara kadar uzanır. Sınırlarımız kağıt haritalarda görülmez, şarkı çizgileriyle belirlenmiştir.
Bizde her şey müzik tarafından yerine konur ve yerinde tutulurdu. Her kabile komşu kabilenin şarkılarını dahi bilirdi. Şarkısı söylenen ağaçlar, akarsular, kayalar ve dağlar bile tanınırdı.
Atalarımız bu yeri bizim için rüya görerek yaptılar. Burası saygınlığı olan mutluluk dolu bir yerdi. Bizler toprak ananın koruyucusu olan kişilerdik.
Ama beyaz adam geldi, zincirler halinde diğerlerini de getirdi.
Onlar bizim şarkılarımızı öğrenemediler. Aslında onlar bizim müziğimiz ve geleneklerimizle de alay ettiler. Ne yazık ki onların zihinleri bizim rüya görmemize kapalıydı.
Oysa bizler rüya zamanının çocuklarıydık.“'
Avustralya yerlilerini artık herkes tanıyor: „Avustralya yerlileri Aborijinler''.
Biz onları “Aborijinler“ diye tanıyoruz ama onlar kendilerini „Yolngu, Murri, Koori, Nanga, Nyungar, Palawa, Wonghi, Martu“ diye tanımlıyorlar. Bu adı onlara başkaları vermiş. James Cook ve sonrasında kıtaya gelenler. Bize „Çerkesler“ denmesi gibi birşey; fakat bizden farklı olarak Aborijinler diye çağrılmaktan ;cunmuyorlar? Dünya onları böyle tanıyor, bunda ;cunacak ne var?
Yalnız „Aborijin“in kısaltılmış hali „Abo“ denmesinden hoşlanmıyorlar. Çünkü „Abo“ bizdeki „Kro“ gibi aşağılayıcı bir anlamda kullanılıyor.
Kıtadaki geçmişleri MÖ 40, hatta 50 bin yıl öncesine giden bu halkın nereden geldikleri üzerine söylenenler birbirleriyle çelişiyor. Ama 50 bin yıldır bu topraklar üzerinde yaşayan bir halkın nereden geldiğini araştırmak da bana biraz „abes“ geliyor.
Aborijinlerden „Tasmanies“ kabilesi artık yok olmuş. Daha birçokları gibi… Bizdeki Wubıhlar gibi… Tasmanieslerin Tevfik Esenç’i Truganini 1876 yılında öldüğünde bu kabile de tarihe karışmış.
Sayıları toplam 450 bin kadar olan Aborijinlerin şimdiye kadar bir devlet örgütlenmeleri veya benzeri politik yapıları olmamış. Karmaşık bir toplumsal örgütlenmeleri var. Mesela çekirdek aile anne-baba ve çocuklardan oluşmuyor.
Aborijinler annenin kız kardeşine de „anne“ diyorlar veya babanın erkek kardeşine „baba“. Onların çocuklarını da kardeşleri olarak görüyorlar. Yani yalnız „dayı“dan ve „hala“dan olan çocuklara kuzen diyor ve yalnız kuzenleriyle evleniyorlar.
Kabile yaşlılarının (Elders) bizdeki thamadeliğe benzer bir fonksiyonları var. Yaşlı ve bilgili olmaları gerekiyor ama kimin bu konuma geleceğine kabile üyeleri birlikte karar veriyor. Yani otomatik olarak islemiyor mekanizma ve yeterli „bilgi“si olduğunu düşünen herkes buraya aday olabiliyor.
Doğayla iç içe yaşayan ve hatta kendilerini doğanın bir parçası olarak gören bu halkın kadınlarına verdikleri değeri bilmek için, „Özür“ gününde temsilci olarak bir kadını göndermiş olmalarını görmek yeterli.
Yüzlerce kabileye ve yine yüzlerce dil ve lehçeye sahip Aborijinler ( ilginç olan herkesin birkaç başka kabile dilini de bilmesi. Mesela 2 bin kişilik nüfusa sahip Martular 12 yerli dilini günlük yaşamlarında kullanabiliyorlar ) doğayı ve onu oluşturan varlıkları denetimleri altına almayı hiç düşünmemişler. Çünkü inanışları buna el vermiyor.
Aborijinlere göre dünya henüz evrimini tamamlamamıştır ve bitkiler hala doğaya uyum sağlar ve hayvanlar hala gelişirken insanın, en iyi varlık olduğuna karar vermesi akla uygun bir şey değildir.
Kendilerini hayvanlarla ve bitkilerle akraba görüyor, ölümü ise sonsuzluk dünyasında değişik bir biçimde yasamaya devam etmek olarak yorumluyorlar.
„Beyazlar“ın kıtaya yerleşmeye başladıkları yıllardaki (18. yüzyılın ikinci yarısı) sayıları 1 milyon olarak tahmin edilen Aborijinler nadiren yerleşik, genel olarak göçebe kabileler halinde yaşıyor; avcılık ve toplayıcılık ile geçimlerini sağlıyorlardı.
Ancak kıtanın işgali ile bu düzenleri bozuldu ve bugünlere kadar uzanan „acılar“ dönemi başladı.
Önce, özellikle kıyı şeritlerinde yasayan kabileler topraklarından sürüldüler. Bizim atalarımız gibi belli bölgelerde yasamaya zorlandılar. Katledildiler.
Sonra çocukları ellerinden alındı. 1970’e kadar süren bu vahşet sonucunda 100 binin üzerinde çocuk ailelerinden koparılıp yatılı okullara gönderildi veya beyaz ailelere köle gibi verildi. Kadınları kısırlaştırıldı…
100 yıl içerisinde tek bir yerlinin bile kalmayacağı bir Avustralya planlanmıştı. Asimilasyon değil; vahşetti yapılanlar, soykırımdı. İçki, uyuşturucu, fuhuş yerliler arasında özellikle yayıldı. Yoksulluk ve açlık içerisinde yaşamaya mahkum edildiler.
Aslında ayrıntılara da gerek yok, bunları artık herkes biliyor. Bilinmeyen bugünlere nasıl gelindiği? Avustralya Başbakanı’nın neden „özür“ dilemek zorunda kaldığı.
Sanıldığı gibi kendiliğinden gelinmedi bugünlere. Avustralya halkının uygarlaşıp yaptığı hatanın farkına varması şeklinde de değil! Pek bilinmez ama ailelerinden koparılan çocuklardan, onların ailelerine kadar uzanan geniş bir yelpazede direndiler yerliler.
Çocuklar okullardan, verildikleri ailelerden kaçtılar. Hatta topraklarından ve ailelerinden ayrı yasamaktansa ölümü seçtiler, intihar ettiler. Anneler kapı kapı dolaşıp çocuklarını aradılar, mahkemelere, insan hakları kuruluşlarına başvurdular. Gösteriler düzenlediler. Hem kendilerini, hem „beyazlar“ı eğittiler. Kamuoyu yarattılar.
1966 yılında seçme seçilme hakkı kazandılar. 1980 yılında okullardaki ırkçı uygulamalara son verildi. 1976 yılında kurulan „Aborijinlerin Toprak Hakları Hareketi“ ile ilk kez toprak taleplerini dile getirmişlerdi. Daha sonra Avustralya Yerli Halkları Örgütü’nü kurdular ve toprak taleplerini dile getirmeye devam ettiler. Sonunda Avustralya Yüksek Mahkemesi, 1992’de, yerlileri haklı bularak „Mabo-Yasası“ olarak da bilinen kararı aldı.
Buna göre, daha önce geçerli olan ve göçmenlerin „Terra Nullius“ diye adlandırılan, „kimseye ait olmayan“ topraklara özgürce yerleşme hakları olduğu şeklinde yorumlanan yasa iptal edildi ve böylece yerlilerin toprak sahibi olmalarının önü açıldı. Mabo-yasası ile „Yerli Halk“ oldukları ve toprak haklarının olduğu tecil edilmişti.
Yerlilerin topraklarına sahip çıkmaları, bu topraklara geri dönmeleri gerektiği anlatılmaya başlandı. Başarı da sağlandı. Kısa sürede yüzlerce yerli kendilerine; dedelerine ait topraklara dönmeye ve bu topraklara yasal alarak sahip olma haklarını dile getirmeye başladırlar.
İki bin kişilik Martu kabilesi 2002 yılında „hayaline“ kavuştu. Batı Avustralya Eyaleti, Belçika’dan 4 kat daha büyük bir araziyi bu topraklardan sürülmelerinden 50 yıl sonra tekrar sahipleri olan yerlilere vermeyi kabul etmişti.
Martular daha öncede toprakları içerisinde yer alan dünyanın en büyük taş kütlesi „ULURU“ (Ayer Kayaları) gibi kendileri için geleneksel ve kutsal öneme sahip alanları geri almışlardı.
Ardından Mirrar kabilesi bugünkü Darwin şehrinin yaklaşık iki yüz km batısında kalan Jabiluka bölgesindeki topraklarına kavuştular ve dünyanın en büyük maden bölgesi olarak bilinen Jabiluka Maden Ocağı’nın kapatılması için yıllardır verdikleri mücadeleyi de kazandılar. Rio Tinto adli maden şirketi, daha 20 yıllık kontratları olmasına rağmen Mirrar kabilesinden ve Doğal Kaynakları Koruma Kuruluşları’ndan izin almaksızın projeyi sürdürmek istemediklerini ve ocağı kapatacaklarını açıkladılar.
Yerliler ulusal kutsal değerlerine de sahip çıktılar. Öyle ki, İngiltere Prensi Charles’ın küçük oğlu Prens Harry’i, resimlerinde Aborijinlerin kutsal simgelerini kullandığı için 2003 yılında mahkemeye verdiler. Prens Harry’yi kültür hırsızlığıyla suçlayan Aborijinlerin lideri Rodney Dillon, İngiltere için „yıllardır topraklarımızı, eserlerimizi çaldılar. Şimdi de bunu çalıyorlar. Aborijinlerden alacakları daha ne kaldı“ diyordu.
Her şeye duyarlıydı yerliler. Avustralya Hükümeti 2002 yılında iltica başvurularının dondurulması kararı almış, bunun üzerine mülteciler direnişe geçmişlerdi. Yerliler, Avustralya’nın Canberra Eyaleti’nin bu kararını protesto etmek için yine bu şehirdeki ünlü „Çadır Konsolosluğu“ndan açıklama yaparak mültecilere „siyasi sığınma“ hakkı önerdiler.
Güvenlik güçlerinin üzerlerindeki baskılarını protesto etmek için ise 16 Şubat 2004’te sokaklara döküldüler. 17 yaşındaki Aborijin Thomas Hickey’in bisikletiyle bir engele çarpması ve kaldırıldığı hastanede ölmesiydi olayları başlatan. Gencin ailesi, Hickey’in polis tarafından takip edildiğini ve bu yüzden paniğe kapılarak engele çarptığını söylüyordu. Yüzlerce yerli sokaklara çıkıp gösteriler düzenlediler. Irkçılığı ve polisin baskısını protesto ettiler.
Sorun artık parlamentoda tartışılmaya başlanmıştı. Başbakan Rudd’u Avustralya halkının %55’i destekliyor ama sağcı partiler de muhalefetlerini sürdürüyorlardı. Korkuları, bu „Özür“ün arkasından tazminat ve benzeri taleplerin gelecek olmasıydı ki, gelecekti de!
Batı Avustralya yerlilerinden bir kabilenin önderi Jim Morrison, sorun parlamentoda tartışılırken „verilen kayıpların ve zararların karşılanmasını istemek herkesin hakkıdır“ derken önlerindeki adimin bu olacağını da duyurmuştu bile.
Aborijinler iste böylesi zorlu bir yolculukla geldiler bugünlere. Hem kendilerini, hem de Avustralya halkını eğittiler, haklılıklarına inandırdılar. Ve sonunda Avustralya Başbakanı’na, parlamento önünde toplanmış, sarı-kırmızı-siyah Aborijin bayraklarını sallayan binlerce insanin önünde:
„Bugün, bu ülkenin ve insanlık tarihinin en eski ve kesintisiz kültürünü onurlandırıyoruz. Bu kültürün geçmişte karşı karşıya kaldığı kötü muameleyi, ülkemizin tarihindeki kara lekeyi: ‚Kayıp Kuşaklar’a yapılan haksızlıkları anıyoruz.
Artik Avustralya tarihinde halkımız için yeni bir sayfa açma, geçmiş haksızlıkları giderme ve bu güvenle geleceğe bakma zamanı gelmiştir.
Geçmiş meclis ve hükümetlerin Avustralya vatandaşlarının bir kısmına acı, üzüntü, zarar veren yasa ve uygulamalarından dolayı kendilerinden ÖZÜR DİLİYORUZ!
Özellikle çocukları ailelerinden, toplumlarından ve ülkelerinden koparılan Aborijinlerden ÖZÜR DİLİYORUZ!
Bu ‚Kayıp Kuşaklar’ın, çocukların ve ailelerin çekmiş oldukları acı ve üzüntülerden dolayı ÖZÜR DİLİYORUZ!
Anne ve babalardan, kardeşlerden; ailelerini ve toplumlarını parçaladığımız için ÖZÜR DİLİYORUZ!
Ve onurlu bir halkı, onun kültürünü aşağıladığımız ve ayaklar altına aldığımız için ÖZÜR DİLİYORUZ!
Biz, Avustralya Parlamentosu olarak, ülkemizin geleceği için bu özrümüzün kabul edilmesini diliyoruz.“ dedirttiler.
Parlamentoya davet edilen 100 yerli önderinden bir olan Matilda House-Williams, „80 yıl önce yalınayak sürülmüştüm topraklarımdan ve işte yine yalınayak geri döndüm“ derken sevinci ve gururu gözlerinden okunuyordu.
Darısı başımıza!