#182 Ekleme Tarihi 13/10/2015 03:48:02
09 Ocak 2011 Pazar Saat 21:53
Çerkesyayurtseverleri.com ve Çerkesya yurtseverleri „önceliğimiz Çerkesleşmektir“ diyorlar. Ben de öyle düşünüyorum, onun için buradayım ve yazıyorum. Ama ben sadece ne düşündüğümü değil, neden böyle düşündüğümü; neden „öyle“ değil de, „böyle“ olması gerektiğini de anlatmaya çalışıyorum. Bu nedenle „böyle“yi açmak zorunda kalıyorum.
Bir de aslında çok uzun bir süreci de tartışıyor, tartıştırmaya çalışıyorum. Bunu özet olarak yapabilmenin yolunu bulamadım. „Anlatabildiklerin, başkalarının anladığı kadardır“ sözü de pek doğru gelmiyor bana. Anlamayanlar veya anlamak istemeyenler çoğunlukla belli bir yapıya veya düşünceye angaje olmuş, sosyal ilişkilerini bu düşünceler etrafında örgütlemiş insanlardır. Bunlar için „anlamak“, sadece „anlamak“ olmayacak; sosyal ilişkilerini de değiştirmek anlamına gelebilecektir, en azından onlarla bir çatışmayı göze almak. Bu da kolay değil! Ama bunların dışında büyük bir kitlenin olduğunu düşünüyorum. Ve aslında onlar için yazıyorum. Bu nedenle yazılarımın bazıları uzun oluyor. Bunu ne yazık ki değiştiremem. İlgisi olanlar okuyacak, ne yapayım…
Uzun yazı okumayı sevmeyenlere şimdiden „kusuruma bakmayın“ diyeyim, herhalde bu yazım da biraz uzun olacak. Çünkü birkaç konuya birden değineceğim bu yazıda.
Erhan Abi de kusuruma bakmasın. Çünkü yine birilerine, mesela Köln’de düzenlediğimiz „sohpet toplantısına“ ve ne düşündüğümüze bile tahammül edemeyen, engellemek için ellerinden geleni yaptıkları yetmezmiş gibi, İnal’ın yazısının altına da hemen „yorum“ yaparak başkalarına „bunlarla birlikte olmayın“ mesajı vermeye çalışan Batıray Abi gibilerine „veryansın“ edeceğim.
Uzun zamandır diasporadaki yapının sağlıklı olmadığını söylüyor; bu yapı ile „talep etmenin“, daha da önemlisi, talep edecek: yani ulusal bilince sahip bir kitle yaratmanın mümkün olmadığına ve bu kitle ortada olmayınca da hiçbir politikanın başarıya ulaşmayacağına; bu nedenle de faaliyetlerimizi ulusal bilinci yaratmaya yoğunlaştırmamız gerektiğine inanıyorum.
Bizim diğer siyasetlerimizden ayrıldığımız nokta da burası!
Evet bizde ulusal bilinç eksiktir, bunun gelişebilmesi ise ancak bir “ulusal hareket”in örgütlenmesi ile, böyle bir hareketin öncülüğünde mümkündür. Ve bizim gibi uluslaşamamış halklar sözkonusu olduğunda “ulusal hareket” demek, “uluslaşma hareketi” veya önceliği uluslaşmak olan hareket demektir.
Böyle uluslaşma perspektifi olmayan bir hareket belki Çerkes örgütlenmelerinden biri olur, işe de yarar; ama ulusal hareket olmaz, ulusal bilinci yaratamaz.
Bu nedenle Çerkesya Yurtseverleri uluslaşma hedefini önüne koydu. Bu hedef hem “dönüş”ü, hem “kalış”ı, hem de sosyal-kültürel faaliyetleri içeren; daha doğrusu böyle bir ayrımı gereksizleştiren; anavatanı faaliyetlerinin merkezine koyan ve insanlarımızı yaşadıkları yerlerden uluslaşmaya katkıda bulunmaya çağıran; ulusal sorunun çözümü bir demokrasi sorunu olduğu için de yine yaşadıkları her yerde demokrasi mücadelesinin bir parçası olmalarını isteyen bir hedef ve çizgidir. Bu nedenle ne kadar asimile olup olmadığına bakmadan, bir avuç işbirlikçi ve hain dışında, bütün ulusu kucaklayan, hatta bu ulusal mücadeleye destek verecek tüm güçlere kapılarını açan bir perspektiftir.
“Uluslaşma” konusu bizim şimdiye kadar üzerinde fazla kafa yormadığımız bir konuydu. “Dönüş”, anavatanda nasıl bir siyasi örgütlenmemiz olacağını tartışmadan öncelikle en kısa zamanda en çok insanı anavatana geri döndürebilmenin teorisini yapıyordu. “Kalış”, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılmasının varlığımızı korumaya yeteceğini; bunun da en iyi sosyalizm ile mümkün olduğunu söylüyordu. Bir de dili, kültürü ve gelenek görenekleri korumanın yeterli olacağını; bunun tek tek bireylerin sorumluluğu olduğunu iddaa edenler ile anavatan Kuzey Kafkasya’yı kurtarmak gerekir diyenler vardı.
Bu teorilerin hepsi ya ulus olduğumuzdan ya da ulusal bilincin varlığından yola çıkıyorlardı. Bu nedenle uluslaşma konusu enine boyuna tartışılmadı ve uluslaşma sorunu ile ilgili ciddi bir arşivden, birikimden ve bilinçten yoksun kaldık.
Biz, uluslaşmak gerekir dedik.
Dünyada yeni oluşan dengelerin, hukukun ve insanlığın-toplumların ulaşmış olduğu bilincin demokratik-barışçıl yollardan uluslaşmamızı mümkün kıldığını söyledik. Bunun artık uluslararası hukukunun olduğunu, muhattap olacağımız ülkelerin yasalarının da “teorik olarak” buna izin verdiğini anlattık.
Ve demokratik-barışçı yollardan uluslaşabilecek, bunun altyapısına; tarihi-yasal birikimine ve bilincine sahip insan topluluğunun tanımını yaptığımızda Çerkesler (Adıgeler) ve Çerkesya sonucuna ulaştık. Bu sonuç anavatanımızdaki siyasi harita ve bilinç ile de örtüşüyordu; ama diaspora Çerkeslerine ve kurulu statüye uymadı.
Türkiye diasporasında Kuzey Kafkasya Halklarının hepsi birden “Çerkesler” olarak anılıyorlardı, bu nedenle birlikte ama kültürel eksende örgütlenmişlerdi. Siyasallaşmaları hem bu birlikteliği bozacağı, hem de RF ile Türkiye’nin çıkarlarına ters düşeceği için engellenmişti. Halbuki siyasallaşmayı reddederek “ulusal sorun”u ağıza almak bile abestir. Çünkü ulusal sorunun kendisi siyasi bir sorundur, demokrasi sorunudur. Ama bizde nasıl olduysa siyaseti reddderek “ulusal sorun”dan bahsetmeyi başardılar, insanlarımızı böyle aptallaştırabildiler.
Ve çözüm olarak önerilen çizgiler siyasetten uzak durarak, daha doğrusu Çerkes halkının siyasileşmesi demek olan uluslaşma sorununu tartışmayarak belki statüleri/statülerini korudular, ama halkımızın da dinamiklerini körelttiler, asimilasyona karşı savunmasız bıraktılar.
Biz, siyasallaşmadan, yani uluslaşma perspektifi olmadan Çerkes Ulusal Sorununun çözülemeyeceğini; uluslaşma hedefi olmayanların ellerinde savaş baltaları bile olsa zaman zaman siyasi tavırlar alabilen kültürel örgütlenmeler olmaktan kurtulamayacaklarını ve Kuzey Kafkasya Halklarının demokratik-barışçıl yollardan birlikte uluslaşamayacağını söyledik. Bu, aynı zamanda, “bir ve aynı değiliz”; “her halk uluslaşma perspektifi ile örgütlenmeli”, “kendi örgütlerini kurmalı” ve “sonrasında birlikteliğimizin zeminini yeniden tanımlanmalıyız” demekti.
Bu söylem kurulu düzeni, statükoyu, ilişkileri, alışkanlıkları; bunların üzerinde şekillenmiş örgütlenmelerimizi; hatta arkadaşlıklarımızı bile sarstı. Ve örgütlenmelerini üzerinde inşa ettikleri teorik söylemlerinin eksik-yanlış olduğunu söylediğimiz için, bu söylemimizi varlıklarına yönelik bir “saldırı” olarak algıladılar; hep birlikte “savunmaya-saldırıya” geçtiler.
( Burada bir konuyu da açmak lazım: Bu saldırı-savunma refleksi çoğunlukla Türkiye diasporasına özgüdür. Yani zaman zaman “Abhazlar”, “Çeçenler”, “Osetler” veya “Karaçaylar” olarak konuşanlar gerçekte anavatanlarındaki siyasi örgütlenmeleri temsil etmiyorlar. Hatta bunlara çoğu zaman “diaspora” demek bile mümkün değil, çünkü diaspora ile anavatan arasında çok şey farklı olabilir; ama kimlik farklı olmaz! Bu da, diaspora olduklarını iddaa edenlerin içine düştükleri ilginç bir paradoks! )
Geliştirdiğimiz söylemlere karşı “saldırı-savunma” taktiklerini iki eksende kurguladılar:
1- Uzun zamandır diasporada kültürel bir birliktelik oluşturmuş halklarımızın alışkanlıklarını, ortak anılarını ve önyargılarını kullanmak;
2- Uluslaşmanın, milliyetçi bir karakter taşıyacağını bildikleri için, demokrasi ve demokratik mücadele ile uyuşmayacağını iddaa etmek.
Evet, uluslaşmanın ideolojisi milliyetçiliktir. Ve siyaset biliminde Türkçedeki “milliyetçilik”, “ulusalcılık” vs gibi ayrımlar yoktur. Bütün uluslaşma hareketleri “nationalism” veya “nation building” olarak nitelenir; yer ve zamana bağlı farklılaşmalar “milliyetçiliğin” alt başlıkları veya “yorumları”, en azından geçirdiği evreler olarak ele alınırlar.
Hatta bizde “bir coğrafya üzerinde yaşayan bütün halkları, insanları vs sevmek” diye tanımlanan “yurtseverlik”; yine siyaset biliminde “sivil veya territoryal milliyetçilik” olarak kabul edilir. Bu nedenle “Fransız uluslaşması” da bir milliyetçiliktir, hatta milliyetçiliğin anasıdır.
Mesela New World Encyclopedia, “Patriotism denotes positive and supportive attitudes to a 'fatherland' (Latin patria), by individuals and groups. The 'fatherland' (or 'motherland') can be a region or a city, but patriotism usually applies to a nation and/or a nation-state…Patriotism is closely associated with nationalism, and is often used as a synonym for it.
Patriotism has ethical connotations: it implies that one places the welfare of the nation above that of oneself...” diye yazar.
Yani, “ Yurtseverlik, bir insanın veya grubun ‘atavatanına’ (latince ‘patria’) yönelik pozitif ve destekleyici tavırları demektir. Bu atavatanı ( veya ‘anavatan’) bir bölge veya bir şehir de olabilir; fakat yurtseverlik genellikle bir ulus veya bir ulus-devlete ilişkindir…Yurtseverlik, milliyetçilik ile ortaktır ve bu yüzden genellikle eşanlamlı kullanılır.
Yurtseverlik etik bir kavramdır: bir insanın, ulusunun iyiliğini kendisinin iyiliğinden daha üstte görmesi demektir…”
Veya hepimizin zaman zaman gözattığı Wikipedia, “Als Patriotismus wird eine emotionale Verbundenheit mit der eigenen Nation bezeichnet. Im Deutschen wird anstelle des Lehnwortes auch der Begriff „Vaterlandsliebe“ synonym verwendet.
Diese Bindung wird auch als Nationalgefühl oder Nationalstolz benannt und kann sich auf ganz verschiedene als Merkmale der eigenen Nation angesehene Aspekte beziehen, etwa ethnische, kulturelle, politische oder historische.
Patriotismus wird heute allgemein von Nationalismus und Chauvinismus unterschieden, insofern Patrioten sich mit dem eigenen Land und Volk identifizieren, ohne dieses über andere zu stellen und andere Völker implizit abzuwerten.“ der.
Yani, „ Yurtseverlik, kendi ulusuna duyduğun bağlılık demektir. Almancada, ‚atavatan sevgisi’ de yurtseverlik ile eş anlamda kullanılır.
Bu bağ, milliyetçi duygular veya milliyetçi gurur diye de tanımlanabilir ve kendi milletinin etnik, kültürel, politik veya tarihi çok farklı boyutlarına işaret edebilir.
Yurtseverlik, bugün, milliyetçilikten ve şövenizmden yurtseverlerin kendi ülkelerini ve halklarını diğer ülke ve halklardan üstün görmemeleri veya başkalarını daha aşağı görmemeleri anlamında ayrılır.“
Daha onlarca kaynakta bunları okur; farkların, „iyi-kötü milliyetçilik, şövenizm-milliyetçilik veya etnik-sivil milliyetçilik, kültür milliyetçiliği ve benzeri“ başlıklar altında tartışıldığını görürsünüz. Yani yurtseverliğin ve milliyetçiliğin öyle kimilerinin yaptığı gibi topyekün reddedilmediğini, karşı karşıya getirilmediğini; hatta modern toplumsal örgütlenmelerin bir gerçekliği; gerekliliği olduğunu; „modernleştirdiğini“ anlattıklarını.
Daha uç bir örnek de, Kendouri’nin „ Revolutionary Nationalism in Asia and Africa“ (Asya ve Afrika’da Devrimci Milliyetçilik) çalışmasıdır. Bu tanım, özellikle sosyalist bir toplumsal model ekseninde bağımsızlık-uluslaşma savaşı veren halklar sözkonusu olduğunda kullanılmaktadır. Mesela ETA veya IRA gibi örgütlenmeleri en doğru ifade eden tanımlar bunlardır. Milli bir eksende, ama bağımsızlık ve sosyalizm için mücadele etmektedirler. Bağımsızlık ve sosyalizm mücadelesi ekseninde uluslaşmaya çalışmaktadırlar.
Bunları bizim „önderlerimiz“ bilmiyorlar mı?
Ben, bütün tarihimiz boyunca siyasallaşmadan uzak durulmak istendiği için böyle bir birikim ve arşivimizin olmadığından; örgütlenmelerimizin feodal-geri değerler ve normlar ekseninde örgütlendikleri için bu açılımları yapabilecek insanlarımızı kucaklayamadığından; son zamanlarda yapılan “ırkçılık, faşizm” gibi çarpıtmalardan böyle etkilenilmesinden yola çıkarak insanlarımızın çoğunun bunları bilmediğini düşünüyorum. ( Bunları bilmeden nasıl ulusal sorun üzerinde konuşmaya, hatta toplumumuza önderlik yapmaya cesaret ettikleri başka bir tartışma konusu! )
Ama “Akıl Hocaları” biliyorlar. Bildikleri için de, ideolojik söylemlerini “milliyetçilik tuu kaka! Yaşasın demokrasi, çokkültürlülük” zeminine oturttular.
Hiçbir ayrım yapmaksızın uluslaşmak, yani milliyetçilik ile demokrasiyi karşı karşıya getiriyor, insanlarımızın bu konulardaki eksikliklerini kullanıyor, çoğunlukla da önyargılara oynuyor ve demo;ji yapıyorlar.
Halbuki, bütün Kuzey Kafkas Halkları birlikte ve hepsi Çerkes olsa bile uluslaşmak istediklerinde, bunun milliyetçilik olarak niteleneceğini biliyorlar. Hakim ulusun milliyetçiliği ( şövenizm ) ile, baskı altındaki; asimile edilen bir halkın milliyetçiliğinin aynı kate;ride ele alınamayacağını; ezilen ulusların ve asimile olan halkların milliyetçiliklerinin, etnik ve ulusal toplulukların varlıklarını koruma mücadelelerinin şövenizmi gerilettiğini, başka ulusları ve azınlıkları baskı altında tutan devletleri demokratikleşmeye zorladığını da.
Ama asıl sorun ve engellemek istedikleri milliyetçilik değil; Çerkes halkının siyasallaşması ve uluslaşması olduğu için bu ikisini bilinçli bir şekilde aynı kefeye koyuyorlar. Bunun kimin işine yaradığını bilmek de zor değil!
( Peki son zamanlardaki “siyasallaşmalıyız”, “demokratik mücadeleyi yükseltmeliyiz” vs gibi söylemler ne oluyor? Kesin bir yargıya varabilmek için biraz daha beklemek lazım; ama egemenlerin engelleyemedikleri bir gelişmenin önüne geçebilmek için bulunulan aşamanın sloganlarına; taleplerine sahip çıkar gibi yaptıklarını; bunun çok bilinen bir taktik olduğunu; böylece gelişmeyi varolan kurumların dışına taşmadan denetim altında tutmalarına yaradığını unutmamak lazım! )
Savunma veya saldırılarını bu eksene oturttular, çünkü uluslaşma istemimizi ( uluslaşmayı, bazı ayrıntılara girmeden, Çerkesler için, anavatanda birleşmek ve nerede yaşarsak yaşayalım kendimizi bir vatana ait hissetmektir şeklinde özetleyebilirim ) “ırkçılık”, “faşizm” vs diyerek “mahkum etme”ye çalışmanın Türkiye’de maddi bir zemini var.
Türkiye’de yaşayan Çerkeslerin iletişim dili Türkçedir, siyaseti algılayışı da Türkiye’nin siyasi haritasına göre şekillenmiştir. Bu algılar ve dil ile Çerkes sorununu tartışmaktadır. Yani aslında farkında değil, ama Türkiye’nin siyasi hayatının bir parçasıdır; devşirmedir! Ve “devşirme”lik veya Türkiye’nin siyasi-ekonomik yaşamının bir parçası olup bu pencereden dünyaya bakmak bizde hayli yaygındır.
Bizi asimile eden de budur. Yani bizde asimilasyon önce siyasal üst yapıda başlamakta, sonra sosyal kültürel yaşamımıza girip bütün bünyemizi teslim almaktadır. Bu nedenle bizde “dilin, kültürün, gelenek göreneklerin Allahını bildiği halde” bir Türk gibi, hatta bir Türk milliyetçisi gibi düşünen ve yaşayan insanlar vasıtasıyla asimilasyon toplumumuza yayılmaktadır. Bu yapı nedeniyle de, bizim üzerimizde somut, gözle görülür bir baskı olmasa dahi, biz asimile olmaya devam edeceğiz. “Doğal asimilasyon”dur bu! Bunu engelleyebilmenin veya yavaşlatabilmenin yolu “Türk milleti” veya “Türk milliyetçiliği” ekseninde örgütlenmiş devletin karakterini değiştirmekten geçer.
Hani zaman zaman kapitalizmin gelişmesi veya şehirleşme nedeniyle asimilasyon da hızlanmaktadır denir ya, bir açıdan doğrudur bu tespit; ama sorun tek başına şehirleşmek veya kapitalizm vs değildir, öyle olsa kapitalizmde etnik-ulusal kimlikler kaybolur diyerek kaderimize razı olmamız gerekirdi.
Türkiye’de sorun, toplumsal yaşamın Türk milliyetçiliği ekseninde ve Türk ulusunu yaratma perspektifi ile örgütlenmiş olmasındadır. Devletin bütün kademeleri böyle örgütlenmiştir, yani devletin kendisi Türk milliyetçisidir. Ve nasıl ki geçmişte, kısmen hala, faşizm MHP vb örgütlerle özdeşleştirilmiş, devletin faşist karakteri görülememişse; benzeri yanlış “milliyetçilik” konusunda da yapılmakta; “milliyetçilik” Türkçülerle, Türk ırkçısı ve faşist partilerle veya örgütlenmelerle özdeşleştirilmektedir.
Bu yanılsama Çerkes ulusal sorununa çözüm arayan insanlarımıza da bulaşmıştır. Devlet bir tarafa, faşizm diğer tarafa veya “milliyetçilik” bir tarafa, devlet diğer tarafa koyulmakta; devletin Türk milliyetçisi, daha doğrusu şövenist karakteri görülmemektedir.
Bunun devletin karakterini görememeye ( bütün ulus devletler, hatta en demokratik olanları bile “milliyetçidir” ), Çerkeslerin toplumsal-siyasal yaşamda durmaları gereken yerde duramamalarına neden olmasının yanında bir başka sonucu da milliyetçiliğin yanlış tanımlanması; “faşizm” ile, “ırkçılık” ile veya “her tür insanlık dışı suç” ile özdeşleştirilmesidir. Bu özdeşleştirme yıllarca faşizmler altında yaşamış İspanya’da, İtalya’da, Yunanistan’da ve hatta Almanya’da bile Türkiye’deki kadar güçlü değildir. Bu nedenle de kolayca manipule edilebilmektedir!!!
Türkiye’nin siyasi haritasının bizde bıraktığı ikinci iz de “anti emperyalizm”dir.
Türkiye, emperyalizme bağımlı “yeni sömürge” bir ülkedir ve ekonomik-politik sorunlarının kaynağı emperyalizmdir. Bu nedenle Türkiye Solu veya devrimcileri ve demokratları için anti emperyalizm hep önemli olmuştur. Yanlış değil, ama bugün içerisinde yaşadığımız dünya artık bir tarafta “emperyalist Batı” ve diğer tarafta “sosyalist Blok” diye ikiye bölünmüş değil.
Bu iki kampın varlığı durumunda, özellikle de İkinci Paylaşım savaşından sonra nükleer silahların varlığı nedeniyle emperyalistler kendi aralarındaki çelişkileri çözmek için uzlaşma yöntemini benimsemişlerdi. Olası bir çatışma sosyalist Blokun işine yarayabilirdi.
Bugün ama, böyle bir tehlike yok. Artık baş çelişki emperyalistlerin kendi aralarındadır. Zaten o “çok kutuplu dünya” talebi de, dünyanın yeniden paylaşılmasını istemekten başka birşey değildir.
Dünyayı yeniden paylaşmak için topyekün bir silahlı çatışmayı henüz göze alamıyorlar, ama kendi aralarındaki çelişkiler de derinleşiyor. Bu durum, özellikle ulusal hareketlerin “anti emperyalizm” konusunu yeniden gözden geçirmelerini gerektirir.
Sosyalist örgütlenmeler veya “ulusal ve sosyal kurtuluş”u birlikte örgütlemek isteyenler “anti emparyalizm” bayrağını hala en önde taşımaya devam edebilirler, ama ulusal varlıkları tehdit altında olan; öncelikleri varlıklarını devam ettirmek olan hareketlerin böyle bir lüksü yoktur. Çünkü emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişkiler, onların rakiplerine zarar vermek için şu veya bu ulusal harekete destek vermelerine neden olabilecektir/olabilmektedir. RF’nun Abhazya’ya destek vermesini bile bu çerçevede değerlendirmek gerekir ( Umarım kimse RF’nun emperyalist olup olmadığını sormaz!!! )
Keza emperyalizm küreselleşme ile sömürü ilişkilerini geliştirmiş, uluslar değil, ama halihazırdaki ulus-devletler uluslarüstü sermaye için gereksiz; hatta engel olmaya başlamış, “ulusal sermaye”nin “uluslarüstü” sermayeye bağımlılığı artmıştır. İşbirlikçilik, bu uluslarüstü sermayeye entegrasyona dönüşmüştür. Artık büyük “yerel” veya “ulusal” tekellerin çıkarları ile uluslarüstü tekellerin çıkarları örtüşmektedir. Uyuşmayanlar ve bu nedenle “ulus devletleri” korumaya çalışanlar bu entegrasyonun dışında kalmış olanlardır.
Küreselleşme de, “ulusların sönmesi” değil; dünyanın tek Pazar haline gelmesi; önündeki engellerin ve sınırların kalkması; bölgecilik ile, atıl kalan işgücünün piyasanın hizmetine sunulması ve “yerel” veya “küçük” de olsa kendi ekonomilerini kuran bölgelerin hızla pazara eklemlenmesi, daha çok sömürülmesi demektir. Etnik veya ulusal toplulukların desteklenmesinin altında yatan ekonomik nedenler bunlardır.
Bunları bir 20 yıl önce yapamazdı. O zaman da sermaye için sömürdüğü ülkenin veya halkın hangi dilde konuştuğunun ve gelenek göreneklerinin önemi yoktu; ama eskiden işbirlikçilik veya uluslararası sermaye ile entegrasyon bu düzeyde değildi; ulus devletin varlığı “ulusal sermayeyi” ve ulusal pazarı koruma işlevi görüyordu. Keza Sosyalist Blok’un varlığı nedeniyle, bir etnik grubun veya ulusun örgütlenmesi, hak ve özgürlüklerine sahip olması ayrılarak pazardan kopması anlamına da gelebilirdi. Bu nedenle asimilasyon politikası izlemişlerdi.
İşte ulus devletlerin, daha doğrusu başka ulusları, milliyetleri, etnik grupları asimile etmeye çalışan anti demokratik ulus devletlerin varlıklarının bugün tartışılıyor olmasının nedenleri bunlardır.
Burada etnik varlığı tehlike altında olan biz Çerkeslerin sorması gereken soru, “acaba bu, emperyalizmin bir oyunu mu” değil; “bu gelişme bize ne getirir, ne götürür” olmalıdır.
***
Yani biz sorunlara ve gelişmelere sadece Çerkes kimliği ile bakabilmeyi becermeli, “-izm” lere saplanıp kalmamalı, tabularımızı yıkmalıyız. Etnik ve ulusal kimliklere örgütlenme; varlığını devam ettirme şansı veren, bunun uluslararası kurumlarda hukuki altyapısını hazırlayan ve destekleyen bir emperyalizm ile önceliği ulusal kimliğini korumak olan halkların etnik-ulusal çıkarları çelişmez.
Mesela 2006 yılında kabul edilen, sitemizde tamamını yayınladığımız “Draft Declaration on the Rights of Indigenous Peoples” ( Yerli Halkların Hakları Deklerasyonu)nun 3. Maddesinde şöyle denilmektedir:
“Indigenous peoples have the right of self-determination. By virtue of that right they freely determine their political status and freely pursue their economic, social and cultural development”. ( Yerli Halkların kendi kaderlerini tayin etme hakları vardır. Bu hakka dayanarak politik statülerini özgürce belirleyebilir ve ekonomik, sosyal, kültürel gelişimlerine yine özgürce karar verebilirler)
Dünyanın birçok ülkesinde bu yönde gelişmeler olmaktadır. Avrupa’da, Amerika ve Kanada’da, Avusturalya’da, Afrika’da birçok etnik grup ve halk adeta küllerinden yeniden doğuyor. Britanya Krallığı adını “Britanya Krallığı ve Kuzey İrlanda” diye değiştirmekte bir sakınca görmedi. Bask ve Katalon devletleri kurulmak üzere. Amerika’nın göbeğinde Lakotha devleti kuruldu ve ABD ile görüşmeler yapıyorlar. Maorileri örnek alarak kendi dillerinde 100 okul açma programını uygulamaya koydular. Veya yakında bir Eskimo devleti kurulursa şaşırmayın. Hatta Fas, Kolombiya gibi gerici diktatörlükler bile etnik gruplarının varlığını, haklarını tanıdılar. Latin Amerikayı ise anlatmaya bile gerek yok.
Yeni Zelanda’da toplam nüfusa oranları % 15 bile olmadığı için ve özellikle yabancılarla evliliklerin yaygın olması nedeniyle “melezleşmiş”, bu nedenle yok oldu denilen Maoriler bugün ulusal ekonomilerini örgütlemeye başladılar. Dilleri resmi dil ve kurtuldu. Kendi okulları, gazeteleri, televizyon ve radyo yayınları var, üniversitelerde Maori dilinde eğitim veriliyor. Maorilerin görece yoğun yaşadıkları bölgelerde resmi kurumlarda çalışabilmek için bu dili asgari de olsa bilmek gerekiyor ve bugün Maoriler artık bütün Yeni Zelandalıların Maori dilini öğrenmesini talep ediyorlar.
Dünyayı böyle yeniden örgütleyen, örgütlenmesine izin veren bir emperyalizme ulusal kimliklerini korumak isteyen bizlerin karşı çıkması mantıklı olur mu? “Anti emperyalizm” ve “milliyetçilik” saplantısı bizim bu gelişmenin önümüze çıkarttığı fırsattan yararlanmamızı engellemez mi? Türkiye nasıl küresel ekonomiye ve dünyaya entegre oldukça bu konularda açılımlar yapmak zorunda kalıyorsa RF da aynı açılımları yapmak zorunda kalmayacak mı? Bunu talep etmemenin bir gerekçesi olabilir mi? Bizleri bundan alıkoymak isteyen gerek Türkiye’deki ve gerekse RF’ndaki gerici iktidarların etkisinden, propagandalarından ve kendi önyargılarımızdan kurtulmamız gerekmez mi?
Bizi “Amerika’nın şeyi” veya “Gürcüstan’ın bilmem neyi” olmakla suçlayanların, oyuna geldiğimizi iddaa edenlerin aslında birilerinin; hem de en gericilerin oyununa geldiklerini düşünmek yanlış mı? Hele hele bunu söyleyenler “Abhazya’nın bağımsızlığını daha canlı ve heyecanlı kutlama” hazırlıkları yapıyor, başka bir emperyalist güç olan AB’nin fonlarından geçiniyor, Türkiye’nin demokratikleşmesi için Avrupa devletlerinin ( veya emperyalizminin ) daha çok baskı yapmasını istiyorlarsa...
Evet, emperyalistler; hatta bütün devletler ve uluslarüstü tekeller öncelikle kendi çıkarlarını düşünüyorlar; ulus devletlerin parçalanması kendilerine karşı direniş odaklarının da parçalanması anlamına gelir; ama demokratik olmayan, sınırları içerisindeki halkları, ulusları, azınlıkları ezen ve asimile eden bir devletin bize ne yararı var?
Eğer demokratik-federal bir devlette yaşıyor olsaydık, ulusal hak ve özgürlüklerimiz verilmiş olsaydı ve gelecek kaygısı duymuyor olsaydık; o zaman emperyalizmin saldırılarına karşı devletimizi korumak isterdik. Çünkü bu devlete yönelik saldırı bizim özgürlüklerimize ve varlığımıza yönelik bir saldırı anlamına gelirdi. Ama durum bu mu?
Demokratik olmayan bir Türkiye Cumhuriyeti’nin, Rusya Federasyonu’nun veya bilmem hangi ülkenin birliğini-bütünlüğünü korumak bizim görevimiz mi? Bu devletlerin federal, insan haklarına saygılı, demokratik bir karakterde yeniden örgütlenmelerini neden istemeyelim? Bunu ABD veya başka bir emperyalist devlet isterse, bu istek yanlış mı olacak? Kendi çıkarları varmış? Var tabii, ama bizim de var!
Burada kendimize “kim olduğumuz” ve “ne istediğimiz” sorusunu bir kez daha sormamız gerekiyor.
Yıllardır baskı altında yaşayan, hak ve özgürlükleri ellerinden alınmış, asimile politikaları nedeniyle yokolamanın eşiğine gelmiş halklar böyle ulus devletlerin demokratikleşmelerine veya parçalanmalarına üzülmezler. Eğer üzülüyorlarsa, bunun nedeni kimliklerinin ve çıkarlarının farkında olmamaları; dünyaya varlığı tehdit altında olan bir halkın bireyi olarak değil, kendilerini ait hissettikleri ulus devletin üyesi olarak bakmaları; işçi, köylü, emekçi, memur, asker, bürokrat... kimliklerinin, bu kimliklerle içinde yaşadıkları toplumlardaki konumlarını koruma reflekslerinin ve bu kimliklerin ihtiyaçlarının baskın çıkmasıdır.
Bazıları her ne kadar kendilerini sol, sosyalist, devrimci veya demokrat diye tanımlıyorlarsa da, aslında tavırları savunduklarını sandıkları tezlerle de çelişiyor. Dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir zaman bir sosyalist önder faşist veya gerici devleti korumayı kendisine vazife edinmemiş, bir halkın demokratik hak ve özgürlükleri için örgütlenmesine karşı çıkmamıştır.
Dahası “sol”, hiçbir zaman ve hiçbir şart altında emperyalistlerle yanyana gelmez diye bir şey de yok. Dünyada örnekleri çoktur bu durumun. Mesela SSCB, Alman faşizmi dünyayı tehdit ettiğinde İngiliz, Fransız, Amerikan emperyalizmi ile ittifak kurmakta; dünyanın dört bir tarafındaki sosyalistler de aynı şekilde “savaş karşıtı cephelerde herkesle birlikte olmakta” tereddüt etmemişleridir. Veya Hitler faşizminin işgal ettiği ülkelerdeki hemen bütün direniş hareketleri İngiltere’den destek almışlardır. Bunun nedeni “tehditi” ve “çıkarlarını” doğru tanımlamış olmalarıdır. “İkisi de emperyalist, bizleri kışkırtmak-kırdırmak istiyorlar, kendi çıkarlarını düşünüyorlar” deselerdi herhalde bugün daha başka bir dünyada yaşıyor olurduk.
Hatta ABD’nın yanıbaşındaki “düşmanı” Küba, “ilk bağımsızlığını” Amerika’nın İspanyol sömürgeciliğini geriletmek için 1898’de açtığı savaşa borçludur. Veya Abhazya başka bir emperyalist güç olan RF’na.
Murat Abi aktarmıştı: Nıbjoğ’un yayın hayatına başlarken kendisinden destek almak istedikleri Sinan Kukul: “Devrimciler bir halkın kendini yaşatma mücadelesine karşı olmazlar, bizden ne istiyorsunuz?” demiş ve karşılıksız destek vermiştir Nibjoğ’a. Ve Türkiye’nin Sol ve devrimci örgütlerinden hiçbiri bugüne kadar azınlıklara, etnik veya dini topluluklara “kendi örgütlenmelerinizi kurmayın” dememiştir, demez de! Evet, devrimciler bunu teşvik etmezler, ama kendi dinamikleri ile kurulan örgütlenmelere de karşı çıkmaz, bunun asimile olan her halkın hakkı olduğunu söyler ve onları devrimci saflara kazanmaya çalışırlar.
Ulusal varlığından ve kimliğinden kaygı duyanların öncelikle bu varlıklarını nasıl yaşatabilecekleri üzerinde kafa yormaları ve buna uygun ittifaklar kurabilmeleri gerekir. Evet, onlar öncelikle kendi çıkarlarını düşünüyorlar, ama yokolma tehtidi altındaki halkların önüne de bir fırsat çıkıyor. Hakim ulusun milliyetçiliği veya şövenizmi ekseninde örgütlenmiş ulus devletleri ulusal hak ve özgürlükler anlamında demokratikleşmeye zorluyor. Bu, kendisini ulusal kimliği ile tanımlayan ve ulusal kimliğinin geleceği konusunda kaygı duyan bizlerin; asimile olan halkların çıkarlarıyla; çıkarlarımızla örtüşür!
Türkiye’de yeniden şekillenen siyasi haritaya bakın. Birileri AKP’nin emperyalizmin çıkarlarını temsil ettiğini söylüyor ve muhalefet ediyor. Türk milliyetçileri, faşistleri, ırkçıları... Haklılar da! AKP, emperyalizme en bağımlı olan partidir. Uluslarüstü sermayeye entegre olmuş, uluslarüstüleşmiş tekellerin temsilcisidir. Ama tam da öyle olduğu için Türk milliyetçiliği ekseninde örgütlenmiş ulus devleti sorgulayabilmekte, bu entegrasyonun dışında kalmış sermayeyle ve Türk ırkçısı-faşist güçlerle çelişmektedir.
Emperyalizm sömürmeye devam edecek mi? Edecek! İşçi-köylü-emekçi kesimleri faşist yöntemlerle ezecek mi? Ezecek! Ama bizim öncelikli sorunumuz bu mu? Ve diğerleri iktidar olsa bunu yapmayacaklar mı? Bu durumda düzen değişinceye kadar bekleyelim mi?
Durum şu: Emperyalizm Türk ulus devletini yıllardır baskı altında tuttuğu, asimile etmeye çalıştığı kesimlerin ulusal-etnik-dini hak ve özgürlüklerini tanımaya; bu anlamda demokratikleşmeye zorlamakta; Türk devleti olmaktan Türkiyelilerin devleti olmaya doğru evriltmektedir. Bunun öncüsünün de emperyalizme en bağımlı AKP hükümeti olması tesadüf değil. Çünkü emperyalizm bu değişimin-dönüşümün motoru.
Bazıları “işçilerin” haklarının kısıtlanmasını, öğrencilerin dövülmesini, cezaevlerini örnek gösterip “işte AKP demokrasisi” diyorlar. Ama diğer partiler hükümet olsalardı yine aynısını yapacaklardı. AKP öncesinde de bu anlamda demokrasi yoktu. Çorum, Maraş, Sivas katliamları, “hayata dönüş operasyonu” “o başkaları”nın hükümet oldukları yıllarda olmuştu. Ve AKP Gürcüleri destekliyor, ama ondan önceki hükümetler de Gürcüstan’ı desteklemişlerdi. Ve yarın iktidar olsalar yine destekleyecekler.
Bu insanlarımızın böyle tutarsız tavırlarının: Bir gün kendisi de emperyalist bir güç olan AB’ne girmeyi savunup, hatta fonlarından yararlanıp, başka bir gün “kahrolsun emperyalizm ve işbirlikçileri” sloganını atmalarının; Türkiye’den demokratik hak ve özgürlükleri talep edip, RF’den aynı talepte bulunanları “emperyalizmin oyununa gelmek”le suçlamalarının ( MHP-CHP gerici “ulusal ittifakı”nın Türkiye’deki demokratikleşme çabalarını “dış güçlerin oyununa gelmek” diye yorumlamaları gibi ) nedeni kimlikleri ve öncelikleri konusunda karar verememiş olmalarıdır.
Bu tutarsızlıklar; yani kendilerini anti emperyalist olmak zorunda hissetmeleri ve şövenizm ile milliyetçilik arasında ayrım yapmadan bütün milliyetçilikleri reddetmeleri, onları ulus devletlerini korumak isteyen Türk milliyetçilerinin saflarına itiyor. “Sol” söylemleri, onları bu duruma düşmekten kurtaramıyor.
Halbuki biz Çerkeslerin önceliği sömürüsüz bir dünya değil; varlığımızı devam ettirebilmektir. “Nasıl bir dünya” sorusuna değil; “bu dünyada biz nasıl varolabiliriz”e yanıt aramaktır. Nasıl bir dünyada yaşayacağımız sorusuna gelecek kuşaklarımız karar vereceklerdir ve biz onlara içerisinde bizim de olacağımız bir dünya bırakamazsak, zaten nasıl bir dünya sorusunun da anlamı yoktur.
Bu anlamda Yurteverler devrimci olmak zorunda değiller ve olmayacaklar. Çünkü devrimcinin görevi devrim yapmaktır, bunun yeri de devrimci örgütlerdir. Bu örgütlere gitmeyip veya hiçbiri hoşuna gitmiyorsa, hoşuna gideni kurmaya çalışmayıp “devrimci” olduklarını iddaa edenlerin samimi olduklarına da inanmıyorum.
Yurtseverler demokrat insanlardır. Çünkü ulusal sorun bir demokrasi sorunudur. Demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması ile, demokratik yollardan bu sorunu çözmek mümkündür. Belki en mükemmeli olmayacak, ama ulusal demokratik sorunların çözüldüğü bir dünya da bugünkünden daha güzel ve daha yaşanılır olacaktır.
Evet, ben Çerkes halkının varlığını devam ettirebilmesi için gerekli hak ve özgürlüklerin düzeni topyekün değiştirmeye gerek kalmadan kazanılabileceğine inanıyorum. Elbette düzeni değiştirmek isteyenlerin karşılarında olmam. Çıkarlarımızın örtüştüğü yerde ittifak kurarım, desteklerim; ama hepsi bu!
Açlık, yoksulluk, sömürü benim de sorunum değil mi? Bunlar elbetteki benim de sorunum; ama varlığımı devam ettirebilmek benim için ekmekten de, havadan da, sudan da daha önemli.
***
Bu nedenle bizim önceliğimiz “Çerkesleşmek” olmalıdır diyorum, Çerkesleşmek için gerekli hak ve özgürlükleri talep etmek. Bu, bir ulusal sorun olduğu için, ulusal hak ve özgürlüklerin kazanılması devleti, biraz da olsa, demokratikleştirecektir. Bu hakları veren devlet, burjuvazinin devleti olarak kalmaya devam edecek, ama daha demokratik olacaktır.
Çerkesleşerek demokratikleştirmenin avantajı, daha ilk adımı atmamızdan itibaren ulusal kimliğimizi, hak ve özgürlüklerimizi örgütlemek; iç yapımızı güçlendirmek; dilimizi, kültürümüzü ve gelenek göreneklerimizi yaşatmak anlamına gelecek; bizleri Türkiye’nin siyasi yaşamındaki dalgalanmalardan koruyacak... olmasıdır. Çerkesleşmeyi, ne zaman ve ne kadar demokratikleşeceği belli olmayan bir Türkiye’nin kaderine terketmemesidir. Hepsinden önemlisi de kimliğin, farkın belirginleşmesi; bunun da asimilasyonun önünde bir barikat olmasıdır.
Çerkesleşerek demokratikleştirme bizleri herhangi bir sisteme angaje olmaktan da kurtaracak, hareket alanımızı genişletecektir. Dahası, sosyalizm bile tek başına bir devletin milli karakterini değiştirmeye yetmeyebilir. Bu nedenle SSCB’de yıllarca “Büyük Rus Şövenizmi”, hatta iletişim dilinin Rusça olmasının bile “Ruslaştırmaya” hizmet edip etmediği tartışılmıştır.
Keza Çerkesleşme perspektifi, Türkiye’nin demokratikleşmesi çerçevesini aşıp, uluslaşmamızın önündeki engelleri Türkiye’nin gündemine taşıyacak, Çerkeslerin sorunları çözülmeden demokratikleşme mümkün değildir bilincini geliştirecektir.
Kimse herhangi bir sistemin otomatik olarak bizim sorunlarımızı da çözeceği yanılgısına düşmemelidir. Bugün en demokratik ülkelerde bile ulusal-etnik topluluklara hakları talep edebildikleri kadar ve ancak bunun dinamiklerine sahip iseler verilmektedir.
Yani bir kitap yazıp bu kitapta yazılanları insanlara vermiyor, hayatı kitaplaştırıyorlar.
En sol, en demokratik ve hatta en sosyalist devlette bile farklı olmayacaktır bu. Klasikler ortada, hepiniz açıp okuyabilirsiniz. Teori, bir ulusu diriltmek veya yaşatmak sosyal demokratların, marksistlerin görevi değildir der. Onların veya başkalarının değil; sözkonusu halkın kendisinin görevidir bu.
Geçmişte de, bugün de bir ülkenin sınırları içerisinde dahi farklı uygulamaların olmasının nedeni budur. İspanya’da 17 bölge vardır, ama hepsi aynı haklara sahip değildir. İtalya’da, Almanya’da, Fransa’da ve diğer ülkelerde de farklı değildir durum. RF’de bile uygulamaların bir standartı yoktur. Tataristan özel bir anlaşma yapmıştır mesela. Keza bugün Türkiye’de demokratikleşmeden sözedilirken “iki dilli” denmesi tesadüf değildir.
Yani “ağlamayana dünyanın hiçbir yerinde meme yok!”
Dünyadaki bütün örnekler böyle. Mesela İnsan Hakları İnter Amerikan mahkemesinin Paraguay’ın Sawhoyamaxa Yerlileri ile ilgili 2006 yılında aldığı bir karar şöyle:
“The Court had an opportunity to examine the validity of the restrictions imposed on indigenous property in.
The Court reviewed its jurisprudence on indigenous land rights and drew the following conclusions:
1) traditional possession of their lands by indigenous people has equivalent effects to those of a state-granted full property title;
2) traditional possession entitles indigenous people to demand official recognition and registration of property title;
3) the members of indigenous peoples who have unwillingly left their traditional lands, or lost possession therof, maintain property rights thereto, even though they lack legal title, unless the lands have been lawfully transferred to third parties in ;od faith; and
4) the members of indigenous peoples who have unwillingly lost possession of their lands, when those lands have been lawfully transferred to innocent third parties, are entitled to restitution thereof or to obtain other lands of equal extension and quality.
The Court determined that the indigenous people’s right to restitution for the loss of property is related to their unique dependency on land.
If such relationship exists after a prolonged period of time, restitution shall be awarded. On the other hand, if the indigenous community no longer exercises the customs or traditions that made them so dependent on land, then the state has no duty to provide restitution…” ( I/A Court H.R., Sawhoyamaxa Indigenous Community v. Paraguay. Merits, Reparations and Costs. Judgment of March 29, 2006. Series C No. 146 )
Konumuzla direk ilgili olan konuda özetle şu kararı alıyor mahkeme:
“Aradan Uzun bir zaman sonra geçtiği halde, eğer bir yerli halk, kendisini tarihsel topraklarına bağımlı kılan gelenek göreneklerini yaşatmışsa, tarihsel topraklarının kendilerine geri verilmesi gerekir. Yok eğer yaşatamamışlarsa, o zaman devletin bu toprakları onlara geri verme zorunluluğu yoktur”.
Bunun ne anlama geldiğini bir düşünün!
Ama sadece böyle mahkeme kararlarında değil, uluslararası kurumların deklerasyonlarında da açık açık ilan edilmiştir bir halkın ne talep edebileceği, bunun için hangi şartları yerine getirmesi gerektiği.
Mesela Birleşmiş Milletler Özel Rapotörünün sunduğu ve dünyanın kabul ettiği tanım şöyle:
„Who are Indigenous Peoples?
People who inhabited a land before it was conquered by colonial societies and who consider themselves distinct from the societies currently ;verning those territories are called Indigenous Peoples.
…those which having a historical continuity with pre-invasion and pre-colonial societies that developed on their territories, consider themselves distinct from other sectors of societies now prevailing in those territories, or parts of them. They form at present non-dominant sectors of society and are determined to preserve, develop, and transmit to future generations their ancestral territories, and their ethnic identity, as the basis of their continued existence as peoples, in accordance with their own cultural patterns, social institutions and legal systems. (Martinez-Cobo, 1984)
( …işgal ve sömürgeleştirme öncesi tarihsel topraklarında örgütledikleri toplumlar ile tarihsel bir devamlılık gösteren ve kendilerini şimdi bu topraklarda yaşayan topluluklardan farklı görenler yerli halklar diye tanımlanırlar…)
…The Indigenous Peoples of the world are very diverse. They live in nearly all the countries on all the continents of the world and form a spectrum of humanity, ranging from traditional hunter-gatherers and subsistence farmers to legal scholars. In some countries, Indigenous Peoples form the majority of the population; others comprise small minorities. Indigenous Peoples are concerned with preserving land, protecting language and promoting culture. Some Indigenous Peoples strive to preserve traditional ways of life, while others seek greater participation in the current state structures. Like all cultures and civilizations, Indigenous Peoples are always adjusting and adapting to changes in the world. Indigenous Peoples recognize their common plight and work for their self-determination; based on their respect for the earth.
Despite such extensive diversity in Indigenous communities throughout the world, all Indigenous Peoples have one thing in common - they all share a history of injustice. Indigenous Peoples have been killed, tortured and enslaved. In many cases, they have been the victims of genocide. They have been denied the right to participate in ;verning processes of the current state systems. Conquest and colonization have attempted to steal their dignity and identity as indigenous peoples, as well as the fundamental right of self-determination.
Indigenous People or Indigenous Peoples?
The United Nations International Covenant on Civil and Political Rights and the International Covenant on Economic, Social and Cultural Rights state that all peoples have the right of self-determination by virtue of which they “freely determine their political status and freely pursue their economic, social and cultural development”. (Part one, Article one, 1966) However, because there has been dispute over the exact meaning of the term “peoples”, it is not clear exactly to whom “peoples” refers. Some state ;vernments oppose use of the term “peoples” in regards to Indigenous Peoples because they fear its association with the right of secession and independent statehood. Those states would prefer the terms “tribes” or “populations”, which do not have those associations…”
(…bütün halkların politik statülerini belirleme, kendi ekonomik-sosyal-kültürel ilişkilerini geliştirme; yani kendi kaderlerini tayin etme hakları vardır. Ama “halklar”ın ne anlama geldiği, kimlerin “halklar” olarak tanımlanacakları açık değildir. Bazı devletler Yerli Halklar için “halk” deyimini kullanmak istemiyorlar, çünkü bu durumda örgütlerinin ayrılma ve bağımsız devlet olma haklarının olacağından korkuyorlar. Bu devletler “kabile” veya “insan topluluğu” terimini kullanmayı tercih ediyorlar…)
Yazının veya pasajın tamamını çevirmediğim için kusuruma bakmayın; ama konumuzla ilgili olan en önemli cümleler çevirdiklerim.
Anlatılmak istenen şudur: Bir insan topluluğunun topraklarında hak iddaa edebilmesi için bu topraklarda yeşeren etnik kimliğin, dilin, kültürün yaşatılabilmiş olması gerekiyor. Ki korunması için bu topraklara sahip olabilme hakkı olsun. Bu olmadığında ne oluyor? Inter Amerikan İnsan Hakları Mahkemesi’nin aldığı kararda da görülebileceği gibi yetki hükümete veriliyor.
Sonra, her yerli insan topluluğu “halk” olarak kabul edilmiyor, bu nedenle bütün topluluklar aynı haklara sahip değiller.
“Halk” terimi, kendi ayırt edici özelliklerine ve net bir kimliğe sahip olan insan topluluğunu işaret ediyor. Bu terim, söz konusu halk insafsızca kendi toprağından sürülmüş ve başka bir nüfus tarafından yapay yollarla yerinden edilmiş olsa bile bir toprak parçasıyla ilişkiyi gerektiriyor. Yani, bir insan topluluğunu “halk“ olarak niteleyebilmemiz için gerekli kriterlerin başında “kendine özgü bir toprak birliği“nin olup olmadığı geliyor.
Bu konuda uluslararası platformlarda BM’in “Critescu“ ve “Capototorti“ raporları kriter olarak alınır. Bu raporlar, kendi kaderini tayin hakkına sahip bir halk olarak tanınma iddiasında bulunan herhangi bir nüfusun karşılaması gereken dört kapsamlı ölçüt önerirler:
1- Ayırt edici bir dil, din ve kültür;
2- Paylaşılmış bir tarih ve deneyim;
3- Kendi ayrı kimliğini koruma iradesi;
4- Kendine özgü bir toprak birliği.
Bu nedenle bazı devletler yerli halklar için “kabile” terimini kullanıyorlar. Çünkü sözkonusu yerli insan topluluğunun bir “halk” olduğunu kabul ettiklerinde “kendi kaderini tayin etme hakları”nı da kabul etmek zorunda kalacaklarından korkuyorlar.
Bizim Çerkesya söyleminde ve Çerkesyalı kimliğinde ısrarlı olmamızın bir nedeni de budur!
Burada parantez açıp, bu bilgiler ışığında son zamanlarda dillere dolanan “Adıgeler, Vıbıhlar ve Abazalar hep birlikte Çerkes halkını oluştururlar” söyleminin ne gibi sonuçları olabileceğine değineyim.
Birincisi, “Çerkesler, Adıge-Vıbıh-Abaza’lardır” dediğimizde bu halklar otomatik olarak kabile düzeyine düşürülmektedir. Ve bir kabilenin de “kendi kaderini tayin hakkı” veya ona bu hakkın tanınması zorunluluğu yoktur. Ama yine en az bunun kadar önemli olan, Vıbıh’lar bir Adige kabilesi değil, kendisi bir halk veya kabile dediğinizde, tarihte Vıbıhların yaşadıkları topraklarda söz sahibi olabilmeleri için Adige dili, kültürü ve gelenek göreneklerinden belirgin bir şekilde farklı olduğu dönemdeki Vıbıh dilini, kültürünü ve gelenek göreneklerini yaşatan Vıbıhların varlığı gerekmektedir. Yoksa bu topraklar üzerinde karar verme yetkisi tek başına RF’na geçecektir.
Diyelim ki birileri gerçekten kendini bu işe adadı ve yüzlerce yıl öncesinin Vıbıh dilini, kültürünü, gelenek göreneklerini öğrendi. Ama böyle bir grup Vıbıh’ın varlığı bile, tarihi Vıbıh topraklarının kendilerine geri verilmesine yetmiyor. Yukarıda örneğini verdiğim mahkeme kararının 3. ve 4. maddelerinde;
“... 3) the members of indigenous peoples who have unwillingly left their traditional lands, or lost possession therof, maintain property rights thereto, even though they lack legal title, unless the lands have been lawfully transferred to third parties in ;od faith; and
4) the members of indigenous peoples who have unwillingly lost possession of their lands, when those lands have been lawfully transferred to innocent third parties, are entitled to restitution thereof or to obtain other lands of equal extension and quality...” denilmektedir.
Yani topraklarını şu veya bu nedenle terkeden, sürülen ve şimdi topraklarına yeniden sahip olmak isteyen bir yerli halkı, bu hakka sahip olsa dahi, eğer tarihsel toprakları yasal yollardan masum üçüncü şahıslara geçmişse, bu durumda aynı büyüklükte ve değerde başka topraklara yerleşmeye rıza göstermesi gerekir diyor.
Bu durumda “yeniden Vıbıhlaşanlar”ın tarihi topraklarında sıradan insanlar gibi yerleşmekten başka hakları olmayacaktır. Çünkü yerli halklara tanınan siyasal, sosyal, ekonomik haklardan yararlanmak için asimile olmuş olsalar dahi hala o topraklarda yaşıyor olmak zorundalar. Tekrar anavatanlarına dönenler otomatik olarak bu hakkı elde etmiyorlar.
Benzeri bir durum 1990’ların başında Kolombiya’da yaşandı.
Bu yıllarda pek çok Latin Amerika devleti yerlilere üzerinde yaşadıkları toprakların kolektif mülkiyeti hakkını: bu topraklar üzerinde siyasal-idari özerklik ( bazı ülkelerde -örneğin Kolombiya’da- insan haklarıyla çelişmemesi kaydıyla bu topraklarda örfi hukuklarını uygulama hakkı dahil ); anadilin yerli bölgelerinde resmi dil sayılması; iki-dilli, iki-kültürlü eğitim gibi haklar tanımıştı.
Kolombiya’da 1991’de kabul edilen yeni Anayasa, farklı kabilelere ait olan toprakların bir özerk yönetim altında birleştirilmesine de olanak sağlıyordu. Asimile olmuş yerli kabileleri, bu yeni yasaların kendilerine sağladığı olanaklardan yararlanmak üzere, yeniden “yerlileşme” sürecine girdiler.
Sierra Nevada’da yaşayan üç cemaat uzun yıllar tarihsel toprakları üzerinde hak mücadelesi vermişlerdi. Ancak üç kabilenin topraklarının kesişme noktasındaki Sierra Nevada’nın yerli bölgesine dönüşebilmesi için yitik dördüncü etninin de küllerinden yeniden doğması gerekiyordu.
Kolombiya’nın en etkili yerli örgütü ONIC, 30 Ağustos 1993 tarihinde „Kankuamo yerlilerinin yeniden canlandığı” müjdesini verdi. Kankuamo’lar Sierra Nevada’da Arhuaco (İka), Kogui (Kaggaba) ve Arsario (Wiwa)’larla birlikte yaşamış dördüncü bir etnik gruptu. Çoğu uzman tarafından kesinlikle asimile olmuş kabul ediliyorlardı. Kuşaklar öncesinde Hıristiyanlığı kabul etmiş Kankuamo’ların torunları, saçlarını kestirmiş, manta (yerli giysisi) ve poporo’larını (koka tüketiminde kullanılan bir alet) terk etmiş ve dillerini unutmuşlardı.
İşte Kankuamo’ların uzun yıllar süren çabalarla dillerini öğrenmeleri ve gelenek göreneklerini yeniden günlük yaşamlarına hakim kılmalarıyla Sierra Nevada’da yaşayan yerlilerin toprak bütünlüğü sağlanmış ve otonom bir yerli yönetimi kurulabilmiştir. Bu başarılamasaydı böyle bir yönetim mümkün olamayacaktı!
Bu durum, bizim için de geçerlidir.
Sadece politik çıkarları ve ulusal mücadeledeki ciddiyetsizlikleri nedeniyle Vıbıhları dillerine dolayanlar bir kez daha düşünmeliler: Bu söylem bugün Çerkesya’nın bölünmesinden, tarihi Vıbıh topraklarının kaybedilmesinden; daha doğrusu RF’na hediye edilmesinden ve Çerkes halkının tarihsel toprakları üzerinde kendi kaderini tayin hakkını kaybetmesinden başka hiçbirşeye yaramıyor. Bu, ihanet değil de nedir?
***
Bizim alabileceklerimiz bu hayatın içinde olduğumuzu, varlığımızı hissettirmemize bağlı. Bu nedenle önce Çerkesleşmeliyiz; Çerkesleşmekle işe başlamalıyız. Bunun için gerekli adımları atmaktan, ittifaklar aramaktan korkmamalıyız; milliyetçilik kompleksine kapılmamalıyız.
Bakın Brezilya’dan kalkmış Avrupa’ya dertlerini aramaya gelmişler. Süryaniler İsveç’in, İngiltere’nin, Hollanda’nın parlementolarının önüne çadır kurmuşlar.
“Bir yeniden diriliş destanı” yazan Maorilerin şu reklam spotuna bakın:
our people are our greatest wealth
Maori partisi şunu diyor: “ Halkımız servetimizdir”. Altına da “En önemli şey nedir? Halkımız, halkımız, halkımız” diye yazmışlar. Ve ben daha arada sırada göz attığım Yeni Zelanda basınında bu parti için ırkçı, faşist vs diyenine, herhangi bir şekilde suçlayana rastlamadım. Tam tersine, tıpkı Avustralya’da olduğu gibi Yeni Zelanda’da da ilerici demokrat insanlar yıllarca bu halkların maruz kaldıkları uygulamalardan dolayı utanıyor, acaba nasıl telafi ederiz diye çırpınıyorlar.
Keza şu internet sayfalarını inceleyin:
http://www.maori.info/maori_society.htm, veya http://www.maori.org.nz/
Şunu göreceksiniz: Maorilerin, ulusal kimlikleriyle örgütlemedikleri neredeyse tek bir kurum dahi kalmamıştır. Çocuklarına anaokullarında sadece anadillerini, tarihlerini, kültürlerini, gelenek göreneklerini öğretiyorlar ve anadillerinden başka bir dili konuşmayı yasaklamışlar.
Herkes yeniden Maori olabilmiş, ama bir Maori olabilmenin kültürel ve sosyal gereklerini benimsemek şartıyla. Hatta geleneksel Maori tatoo’larını yaptırmayı bile şart koşmuşlar. Sonradan Maori olan ünlü boksör Myke Tyson’ın yüzündeki o tatoo’ların nedeni de budur.
Şimdi bağımsızlık ilan eden bir avuç Siux yerlisinin yaptıkları da bundan farklı değil. Hatta Maorileri örnek aldıklarını da açık açık söylüyorlar. Geleneksel ritüeller ile, terleme çadırları ve uzattıkları saçları ile “yeniden yerlileşme” çabalarını arttırmış durumdalar.
Tekrar konumuza dönecek olursak...
Bir hakim ulus milliyetçiliği ekseninde örgütlenmiş olan şövenist ulus devletler çatırdıyorlar. Ama uluslar ve ulusal kimlikler yokolmuyor; tam tersine güçleniyor. Değişen bu ulusların kültürleri, değerleri, yaşam alışkanlıkları; ama kimlik bilinci varlığını devam ettiriyor. Yani bizim artık “Mc Donalds”ta yememiz, jeans giymemiz, Manau veya Emiliano Torrini dinlememiz; insan hakları ve çevre konusunda duyarlılığımızın artması; saç uzatmamız veya küpe takmamız; boşanmaların artması... tüm bunlar ulusal kimliğimizin veya bilincimizin yokolması anlamına gelmiyor. Öyle olsaydı, mesela Avrupa’da bir Alman, bir Hollandalı, bir Belçikalı, İngiliz vs’den sözetmememiz gerekirdi.
Gelecekte ne olur bilemem, ama bugün durum bu. Ve kimsenin 1000 yıl sonra “şöyle veya böyle” olacak diye bir kahinlik yapıp bugün yapılması gerekenlerin önünde engel olmaya hakkı yok.
Ben dünyaya baktığımda bunları gördüğüm için de çözüm önerilerim bazılarımıza uymuyor.
Eminim kimse demokratikleşelim mi, yoksa Çerkesleşelim mi diye bir soruya yanıt aramıyor; birinden birini tercih etmek istemiyor. Ve gerçekten ikisi birden mümkün; ama nereden başlayacağız sorusu önemli.
Çünkü içiçe girmiş birden çok kimliğin ihtiyaçlarına cevap vermeye çalışarak başarılı olamayız. Evet işçi olabiliriz, memur veya işveren. Bu kimliğimizin de yaşamınızda ve karakterinizde izleri olacaktır. Ama bu birden çok kimliğimizin sorunlarına “altın vuruş” yaparak topyekün bir çözüm de bulamayız.
“Demokratikleşerek Çerkesleşmek” isteyenler ( bunu gerçekten isteyenler ) bu “altın vuruş”u yapmaya, bir darbede bütün sorunları çözmeye çalışıyorlar. Ama çoğu zaman Çerkes değil, diğer kimliklerinin baskın çıktığının farkında değiller. Hatta aslında demokratikleşerek Çerkesleşmek istemeleri bile ulusal kimliklerinin ve sorunlarının ikincil, üçüncül veya dördüncül olduğunun bir göstergesi.
Bu kimliklerin çıkarları veya gerekleri zaman zaman çelişir. Son aylarda Avrupa’da “entegrasyon mümkün değil mi?” başlığı altında tartışılan sorun da bir yanıyla budur. Almanya Başbakanı Bayan Merkel, “integrasyon politikalarının iflas ettiğini ilan etmişti”. Araştırmacı-yazar Sibel Özbudun “çok kültürlülüğün de mümkün olamadığını” söylüyor. Çünkü sonuç ya asimilasyon oluyor, ya da gettolaşma.
Eşitlik olmadıkça iki kimliğin yanyana sonsuza kadar varlığını devam ettirebilmesi mümkün değildir.
Bu nedenle ulusal varlığının derdine düşmüş olanlar bütün dünyada olduğu gibi öncelikle bu varlıklarını korumaya çalışmalılar; kimliklerini kurumlaştırmalılar, eşitlik sağlanıncaya kadar. Bunun adı Çerkesleşmektir. “Çerkesleşerek demokratikleştirmektir”.
Bunu böyle söyleyemeyenlerin çoğunda herhalde, yukarıda anlatığım kendilerine “milliyetçi” denilebilir kompleksi var. Halbuki Çerkesleşmeyi demokrasinin ister önüne, ister arkasına koşun; milliyetçisinizdir. Çünkü Çerkesleşmeyi istemek milliyetçiliktir.
Fark yok mu? Var tabii! Demokratikleşmeye öncelik verirseniz Çerkesleşmeyi ne zaman gerçekleşeceği belli olmayan bir tarihe ertelersiniz. Ama Çerkesleşmek önceliğiniz olursa sürecin başından itibaren Çerkesleşmeye başlarsınız ve demokrasiyi Çerkesleşmeye izin verecek bir karakterde etkiler, örgütlersiniz.
Ulus inşa veya uluslaşma; yani Çerkesleşme sürecinde ulusal değerlerin ve kültürün tekrar tekrar anlatılması, yeniden kendi dinamikleriyle üretilmesi, dil dahil bize ait olan herşeyin ulusu oluşturan bireyler arasında ve günlük yaşamda uygulanması ve yaşatılması, bunun süreklilik, kesintisizlik ve yoğunluk arzetmesi büyük öneme sahiptir. Özelilkle de bu uluslaşma bir devlet örgütlenmesi eliyle yukarıdan aşağıya değil de, aşağıdan yukarıya ve devlete rağmen bir rota izliyorsa.
Bu, “çok kültürlülük”, “gökkuşağı” vs diyen “sol” grupların veya bireylerin ruhuna aykırı bir durumdur ve iç çelişkileridir. Elbette “çok kültürlülük”ü isterler, ama eşitlik olmadıkça bunu hayata geçirebilmeleri mümkün değildir. Çünkü ulusal değerlerin yeniden üretilmesi yoğun, sürekli ve kesintisiz olmalıdır. Bu, görece “kapalı” örgütlenmelerde mümkündür, hakim ulusun kültürel değerlerinin yeniden üretildiği örgütlenmeler de değil. Zaten dünyada bugün benimsenen de “içiçe” değil, “yanyana” yaşayabilme anlayışıdır.
Bu nedenle “Çerkesleşmek” gerekir deyip Çerkes değerlerinin yeniden üretilebileceği kurumları reddetmek bir çelişkidir.
Zaten bu değerleri çıkardığınızda geriye kalan hakim ulusun kültürü ekseninde örgütlenmiş olan siyasal-sosyal-ekonomik ortaklıklar olacak; bu örgütlenmelere gelip gidenler hakim ulusun kültürünü alacaklardır.
Çok uluslu ülkelerde ulusal etnik kökeni dikkate almayan ortak örgütlenmelerin “gizli asimilatörler” olmaları, istemeseler de bu sonucun çıkması bu yüzdendir. Çünkü tek başına iletişim dili bile hakim ulusun kültürünü, değerlerini, dünyaya bakış açısını bu örgütlenmelere taşıyacak, hakim ulusun devletini değiştirmek isterken bile bu hakim ulusun gözlükleri takılacaktır.
Bugün Türkiye’de bir kısım “sol”un ulusal bir karakter kazanmış olması, “ulusalcılıkları” bir tesadüf değildir. Çünkü ne yardan ne serden vazgeçemeyen, sistemin dışında kendi etnik-ulusal örgütlenmelerini yaratamayanlar sonuçta sistemin parçasıdırlar. Sağı, solu, ortası; ama parçası. Ve ne derlerse desinler sistemin değerlerini yeniden üretirler. Çünkü bu kurumlarda hakim ulusun siyaseti, yani milliyetçiliği yapılır.
James Mayall bu durumu “doğal milliyetçilik” diye tanımlar. Buna göre “bir grup akademisyen ve bilim insanı dışında milliyetçilik aslında pek de gözle görülür değildir. Ve hakim ulus miliyetçiliği doğal görünümler altında topluma nüfuz eder.” Buna karşı bilinçli bir çaba ve örgütlenme olmazsa, hakim ulusun, sağ veya sol farketmez, kurumlarında ve örgütlenmelerinde ulusal duyarlılık ve kimlik korunamaz.
Yani doğallığı içerisinde günlük yaşamda hergün ve yeniden üretilen hakim ulus milliyetçiliğine karşı “doğal olmayan” ve bilinçli bir milliyetçilikten başka çare yoktur.
Hakim ulusların kurumlarında örgütlü ezilen ulusların demokratları ( özellikle solcular, çünkü sola ve demokrasiye karşı politik tavır hakim ulusun milliyetçileri eliyle örgütlendiği, solda genel olarak milliyetçiliğe karşı anti-pati veya karşı duruş vardır ) bütün milliyetçilikleri reddetme tavırları nedeniyle, farkında olmadan hakim ulusun doğal milliyetçiliğine hizmet ederler. Ve etnik-ulusal hareketlerin, kendilerine ait paralel kurumlar yaratmaya, kendi siyasal yaşamlarını; mesela kendi yönetim birimlerini, partilerini vs örgütlemeye çalışmalarının nedeni budur.
Bunun tek istisnası, çok uluslu bir devlette bütün uluslara veya azınlıklara eşit hakların tanınmış olmasıdır. Yani bütün hakların kendi kültürlerini ve değerlerini üretebilecekleri kurumlara ve örgütlenmelere sahip olabilmeleri, kendilerini koruyabilmeleri durumudur. Eğer bu yoksa siyasi yaşamın dışına çıkmak veya siyasi yaşama kendi kurumlarınla katılmak gerekecektir.
Zaman zaman “köylerde ulusal bilincin daha iyi yaşatılabildiği söylenir. Ama marifet köylü olmakta değildir veya düşman, şehir değildir. Düşman, devletin doğal milliyetçiliği ve marifet de bu milliyetçi siyasi yaşamın dışında bir siyasi yaşamın yaratılabilmesidir.
Çünkü hakim sistem ve ilişkiler “doğal” yollardan hakim ulusun lehine işlemekte, başkalarını yavaş yavaş da olsa asimile etmektedir. Hergün günlük yaşamda: sokakta yürürken, alış veriş yaparken, okulda, camide, evde, televizyon karşısında milliyetçi devlet eliyle ve “doğal yollardan” insanlar hakim ulusun kültür bombardumanı altında kalır. Böylece ezilen ve asimile olan halkların dinamikleri yavaş yavaş köreltilir, yokedilir. Bunun karşısında mutlaka bir dengenin kurulması gerekmektedir, bu da ezilenlerin veya asimile olanların kendi siyasi yaşamlarını örgütlemeleri ve buralarda kendi kültürleri ile siyaset yapmaları ile mümkündür.
Hakim ulusun milliyetçisi devletin kendisidir, bu milliyetçilik devlet eliyle yapılmaktadır. Dünyaya bakarken ve yorumlarken bu devletin gözlükleri takılır. Bu nedenle mesela Türkiye’de Türk milliyetçiliğini sadece MHP’den ibaret ve devleti de “nötral” sanmak bir yanılsamadır. Devlet Türk devletidir. Milliyetçi olmaması mümkün mü?
Bu nedenle Çerkesleşmekten bahsedenlerin hayatın her alanında Çerkes örgütlerini kurmaktan başka çareleri yoktur. Bu, hem Çerkesleşmeye hem de demokratikleşmeye hizmet edecektir.
Yani “Çerkesleşmek” için uzun uzun hikayeler anlatmadan önce Türkiye’nin siyasi hayatının dışına çıkabilmemiz, kendi siyasi birikimimizi yaratabilmemiz, ulusal siyasi duruşumuzu geliştirebilmemiz; kimlik konusunda eşitlik sağlamamız, ekonomik-siyasi-sosyal ve kültürel yaşama kendi ulusal-etnik kimliğimizle katılabilmemiz gerekiyor.
Bugün küllerinden yeniden doğabilen halkların yaptıkları budur. Ve bizim kültürel faaliyetlerle kimliğimizi yaşatamamamızın; anavatanımızda siyasi kurumlarımıza sahip çıkıp geliştirmek zorunda olmamızın nedeni de. Bir ülkede etnik kökenli partilere izin verilmemesi, bir etnik topluluğa yaşadığı birimlerde kendi siyasi kurumlarını örgütlenme izni verilmemesi hep bu nedenledir.
“Irkçılık”tır, “Çerkes Ülkücülüğü”dür, “Nihal Atsız’cılık”tır gibi uçuk eleştirileri bir kenara bırakıp soğukkanlı olabilirlerse, aslında bizim “demokrasi mi, değil mi; dönüş mü kalış mı; ayrı mı birleşik mi” diye tartışmadığımızı, “Çerkesleşerek demokratikleştirmek” istediğimizi kendileri de görebilirler. İnşallah!