#154 Ekleme Tarihi 06/10/2015 02:45:20
21 Temmuz 2010 Çarşamba Saat 09:51
1970’lerin sonu ile 1980’lerin ilk yıllarında ETA’nın da içerisinde olduğu Birleşik Sol hem yeni anayasaya ve hem de bu anayasanın sonuçlarına karşı mücadeleyi yükselttiler. Bask halkından da büyük destek aldılar. Bunun üzerine İspanyol devleti ETA’ya karşı hukuk dışı özel örgütlenmeler (GAL) kurup, parti kapatmalarını, yasaklamaları, faili meçhulleri, adam kaçırmaları gündeme getirdi. Ama devletin böyle hukuk dışı yollarla Bask Yurtseverlerinin üzerine gitmesi gerilimi arttırmaktan ve ETA’nın da buna şiddetle karşılık vermesinden başka bir işe yaramadı.
Bask Ulusal Hareketi otonominin verdiği sınırlı imkânları yeterli görmeyip, egemenlik hakkında ve sorunun Bask halkınca çözüleceğinde ısrar ediyor. ETA, bağımsız ve sosyalist bir Bask ülkesi isterken, bugün Bask ülkesindeki en güçlü parti konumundaki PNV ise sosyalizmi reddediyor; ama Bask halkının bağımsızlık hakkı saklı olmak üzere kendi kaderini tayin hakkını savunuyor. Yani sağıyla soluyla Bask Yurtseverleri “kendi kaderini tayin hakkı”nda ısrar ediyorlar.
Zaten “Bask halkının kendi kendini yönetme hakkı”nı savunmayan bir siyasi hareketin Bask halkından destek bulması da mümkün değildir. Çünkü Bask milliyetçileri mücadelelerinin ideolojik-politik çerçevesini çizerken sanki “bin yıllık geleneği almış ve bin yıl sonrasını planlamış”gibidirler.
“Kendinin olanı korumak ve kendisi olarak yaşamak”diye formule ediyorlar bu “zaman ve mekandan bağımsız”politik çizgilerini. Franko’ya karşı mücadele ettikleri yıllarda “İspanyol olan herşeyi reddetmek ve bask olan herşeyi korumak”tı öncelikleri. Daha sonra kendi kendini yönetmek şeklinde gelişti bu söylem.
Evrensel yasalar sorunların çözümünde yol göstericidirler. Her ülkenin koşullarının farklı olması çözümlerinin de farklı olacağı sonucunu getirdiği gibi başka ülkelerin deneyimlerinden yararlanmak, bu deneyleri ülkenin özgül koşullarına uygulamak da evrensel olarak kabul gören bir gerçektir.
Dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar yurtseverlerin de Bask Halkının mücadelesinden çıkarabilecekleri dersler olduğunu; “Bin yıllık geleneği almış ve bin yıl sonrasını planlamış”olmalarının, “kendinin olanı korumak ve kendisi olarak yaşamak” ilkesinin, “zaman ve mekandan bağımsız”politik çizgileri ile “kendilerine güvenleri”nin hepimize ışık tuttuğunu düşünüyorum.
Bask Siyasi Hareketleri başarılarını konjonktüre endekslemezler. Reel-politikanın da kendilerine nelere mal olduğunu biliyorlar. Bu bakımdan Bask ulusal sorununun Bask ülkesinin sorunu olduğunu ve Bask halkınca çözüleceğini temel koşul olarak kabul eder, kabul edilmesini de şart koşarlar. Bask halkının bu tavrı onları diğer ulusal hareketlerden ayırır.
Tarihsel olarak Bask halkının kendi kendini yönetme geleneği olduğuna ve egemenlik hakkının tarihsel bir hak olduğuna vurgu yapmaları, hatta bu hakkın “yasalar”vs denilerek içinin boşaltılmasına, konjonktüre ve hakim siyasetlerin, iktidarların veya hükümetlerin inisiyatifine bırakılmasına karşı çıkmaları hem kendilerine olan güvenin göstergesi hem de “kırmızı çizgileri”dir.
Basklar, egemenliklerinin tarihsel kökenini, Bask halkının yasalara dayanan kendi kendini yönetme yeteneğini sürekli vurgularlar. Bu tarihsel köken egemenlik taleplerinin de en önemli dayanaklarıdır. “Kendi topraklarımızda 1876’ya kadar hep egemen olduk. Kanıtımız ‘Los Fueros’larımız: ‘kendi öz yasalarımız’ veya ‚anayasamız’ dır”derler. Yani “Fuero”lar hem Baskların toprakları üzerindeki egemenliklerini ifade etmekte hem de anayasaları olmaktadır.
Bizim xabzelerimiz bugün sosyal ve kültürel yaşamı düzenleyen kurallar veya yasalar şeklinde formüle edilirler. Ama yüzlerce yıl önce anlamlarının yalnızca bu değildi ve “fuero”lar gibi halkımızın toprakları ve toplumsal yaşamları üzerindeki egemenliğini ifade ediyordu. Bugün, “sosyal yaşamı düzenleyen kurallar”olarak formüle edilerek anlamsızlaştırmakta ve “egemenlik”hakkını kapsamadığı için de günlük yaşama uygulanamamaktadır.
Kendi toprakları üzerinde yaşamayan ve kendi kendini yönetemeyen bir halkın “xabzeleri”olmaz. Çünkü siyasal egemenlik ve kendi kendinizi yönetme hakkınız olmadan; yani siz “yasa koyucu”olmadan toplumsal yaşamı düzenleyemezsiniz.
Basklıların, Tarihsel Bask Toprakları (Euskal Herria) üzerindeki egemenlikleri 765’den itibaren başlar. ‘Asırların eseri’ olarak niteledikleri geleneksel yasaları, yani Fueroları ile yine asırlardır kendi toprakları üzerinde yaşadıklarını söylerler. Bu egemenlik, bir ayrıcalık değil; hak’tır. Basklıların tarihsel topraklarında tarihsel hakları için mücadeleleri esas olarak buna dayanır.
Bask Milliyetçi Hareketi, 1895 yılında Eusko Alderdi Jeltzalea (EAJ) -Milliyetçi Bask Partisi (PNV)- ile siyasi arenaya çıkmıştı. Ama PNV, Bask Halkının tek örgütü değildir. Parti ve ulusal bilinç geliştikçe kültürel ve sosyal alanlarda da başka ulusal kurumlar ortaya çıkar. Bask Ulusal Basını, Bask Gençlik Hareketi, daha sonra ‘Bask Dil Akademisi’ne dönüşecek olan ‘Bask Araştırmaları Kurumu’ gibi…Bu oluşumlar Bask Ulusal Hareketi’ne büyük bir ivme kazandırırlar.
Böyle yaygın kitle ve meslek örgütlenmelerinin ortaya çıkmasında Bask ülkesinin özellikle 19.Yüzyılın sonlarına doğru hızla sanayileşmesinin, yalnız kırdan kente değil; ama İspanya’nın başka bölgelerinden Bask ülkesine doğru göçün ve şehirleşmenin de etkisi büyük olmuştur. Bugün artık Bask ülkesinde onlarca, hatta yüzlerce örgütlenmenin olduğunu söyleyebilirim.
Ama Bask Ulusal Hareketi’nde ayırdedici olan legal veya illegal, silahlı veya silahsız her dönemde önceliğin siyasal örgütlenme olmasıdır. Aslında kendilerini ve mücadelelerini tanımlayışlarından yola çıkarsanız başka türlü olması da mümkün değildir.
Basklı kendisini “Bask ülkesinden”anlamına gelecek şekilde “Euskaldunak”diye tanımlar. Bize uyarlarsanız, karşılığı “Çerkesyalı”dır. Gelenekleri “Fuero”lar gibi kimlikleri de yaşadıkları topraklar üzerindeki egemenliği, sahiplenmeyi anlatır. Bu nedenledir ki mücadelelerinin ekseni ve ilk talepleri hep “egemenlik”olmuş ve bunu kültür dernekleri ile talep etmeleri mümkün olmadığı için de her dönemde önce siyasi örgütlülüklerini yaratmaya çalışmışlar.
Bask Ulusal Hareketinin tarihsel önderi Sabino de Arana’nın “dil ve milli kültür”eksenli faaliyetleri kimilerince sosyal ve kültürel faaliyetler gibi yorumlanır. Ama bu yanlış bir değerlendirmedir. Arana, dil ve kültür ulusal kimliği ve üzerinde yaşanılan topraklar üzerindeki egemenliği ifade ettiği için “Bask ülkesi Basklarındır ve Bask dili konuşulmalıdır”der. Burada anlatılan Baskların, Bask dili ve kültürünün Bask ülkesinde egemen olması gerektiğidir. Ki bu miras bugüne kadar taşınmış ve Bask Ulusal Hareketine ruhunu vermiştir.
Bu, bizim formüle edişimizden farklıdır. Evet biz de “dilsiz ulus ölüdür”veya “dilimizi yaşatamazsak ulusumuzu da yaşatamayız”diyoruz ama hemen ardından sorumluluğu anne-babalara yükleyen ve dili günlük yaşamda kullanmaya indirgeyen bir açılım yapıyoruz. Elbette dilin yaşatılması için yapılacak hiçbir çabayı küçümsememek gerekir, hepsi; bireysel olanlar da önemlidir. Ama bir dil, ancak o dili konuşanların yaşadığı coğrafyada hakim dil olursa, eğitimden bilime ve sanata, devlete kadar bütün kurumlarında kullanılırsa yaşatılabilir. Dile bu çerçevede sahip çıkılırsa uluslaşmaya hizmet eder. Uluslaşmaya hizmet edecek bir tarzda formüle edilirse yaşatılabilir. Uluslaşmak da belli bir coğrafya üzerinde (vatan) yaşayan halkın toplumsal yaşama egemen veya hakim olması demektir. Devleti olmayan“uluslar”ın yapmaya çalıştıkları budur. Ve bu, uluslararası topluluklarca tanınan sınırların değişmesini zorunlu kılmadığı için hem meşru hem de yasaldır. Demokratik ülkeler de artık insan topluluklarının bu haklarını tanımakta ve desteklemekteler.
Bunun bir ön koşulu var: Eğer topraklarınıza; ekonomik, siyasi ve kültürel yaşamınıza dilinizi ve kimliğinizi hakim kılmak istiyorsanız bunun kurumlarını yaratmak, mücadelesini vermek zorundasınız. Ama DÇB ve Kaf Fed gibi Çerkesleri temsil etme iddaasındaki “en üst”, “en büyük”; hatta “yıkılmaz”kurumlar “biz siyasete karışmıyoruz”diyerek daha baştan teslim olmuş durumdalar. Bu nedenle ya bu kurumlara siyaset yaptırmanın yollarını bulacağız, ya da siyaset yapabilecek kurumlar yaratacağız. Çünkü Çerkes halkı ve kurumları tepeden tırnağa siyasallaşmadıkça Çerkes halkının ulusal mücadelesi yükselmez, hiçbir çözüm önerisi veya “teori”başarıya ulaşmaz.
Uzun zamandır, özellikle de “politikaları çökenler” ona buna “samimiyetsizler”, “riyakarlar”, “yapar gibi yapanlar” şeklinde suçlamalar getirerek kendilerini temize çıkarmaya, politikalarını aklamaya; hedef şaşırtıp halkımızı bir 40 yıl daha oyalamaya çalışıyorlar. Yani, başarı yok; ama nedeni birilerinin samimi olmamasıdır? Olur mu böyle şey?
Bu arkadaşların “inançları”ndan veya “samimiyetleri”nden elbette şüphe duymuyorum; ama yazık ki toplumsal mücadeleden hiçbir şey anlamıyorlar.
Siyasi mücadelede ne ekerseniz onu biçersiniz. Ki bu nedenle aynı siyase harekete mensup insanların karakterleri, düşünme yöntemleri, cesaretleri veya korkaklıkları aşağı yukarı aynı olur. Çünkü siyasi mücadele ve yöntemleri, siz daha onlarla birebir tanışmadan önce birilerini uyarır, düşündürür, hazırlar, “davet eder”ve kendilerini hazır hissedip size katılanları yavaş yavaş biçimlendirir; hareketin karakterini verir onlara.
Bu nedenle bugünkü samimiyetsizliğin veya başarısızlığın sorumluları, kendileri her ne kadar itiraf edemeseler de, yine kendileridir. Bugünlerin tohumlarını daha siyasetlerini inşa ederken attılar. “Canavar sandılar, ama cüce tohumları ektiler”. Zahmetsiz, bedelsiz bir mücadele ile; tereyağından kıl çeker gibi ulusu kurtaracaklarını sandılar. İnsanları geliştirmek ve uzun soluklu bir kavgaya hazırlamak yerine, en geri yanlarına seslendiler ve esen ilk rüzgarla yıkılan kumdan kaleler inşa ettiler.
Artı, ben bu samimiyetsiz, riyakar ve yapar gibi yapanların durumdan rahatsız olduklarını da sanmıyorum. Niye rahatsız olsunlar ki? Güç ellerinde, saygı görmeye devam ediyorlar; maddi ve manevi olarak tatmin edici bir yaşamları var. Derneklere gidiyorlar, bütün açlık hissettikleri sosyal kültürel ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Türkiye zaten ikinci vatan ve Çerkeslik bu yaşamlarına uygun formüle edilmiş; artık niye rahatlarını bozsunlar ki.
Ama bunlar gökten zembille inmediler. Bunları bir politika veya birileri üretti ve şimdi “söylediğimiz ve yaptığımız herşey doğru, ama bu insanlar eğri”demek hala gerçekleri görememek demektir.
Toplumumuz uzun zamandır bu kısır döngü içerisindedir. Bunu yaratanlar, derneklerimize yuvalanmış veya şimdi artık köşesine çekilmiş ama arada sırada boy gösterip itibar tazeleyen devşirmeler ve ona buna “samimiyetsiz”deyip burunlarından kıl aldırmayan, adamakıllı bir özelleştiri sürecine girmeyerek ve eleştirilerini açıkça yapmayarak karnından konuşan, hedef şaşırtıp insanların kafalarını daha da karıştıranlardır.
Şimdi bu kısır döngüyü kırmak için bir fırsat çıktı karşımıza. Çerkes halkı siyasallaşmanın ilk adımlarını atıyor. Bunlar henüz doğum sancılarıdır; ama eski hastalık ve tehlike de kapıda bekliyor.
Yurtseverler “çok”un, “kalabalık”ın veya “herkes”in büyüsüne kapılmamalılar. Eğer bu çok olandan birşey çıkacak olsaydı, şimdiye kadar çıkardı; ama çıkmadı, bundan sonra da çıkmaz. Çünkü tanımı yapılmamış, hedefi netleştirilmemiş, çok olsun diye herkese: her renge veya her zevke hitap etmeye çalışan, herkesin içerisinde bir şeyler bulabileceği yapılar veya platformlar bir kez oluştuktan sonra değişime direnir, hatta zamanla sizi bile teslim alırlar. Sonuçta, çıka çıka tanımı şimdikilerden farklı olan, belki de “yurtsever”veya “Çerkesyalı”; ama yine kültürel-sosyal faaliyetlere hapsolan; değiştirme-dönüştürme gücü olmayan gruplar, kurumlar çıkar ortaya.
İnsan toplumsal ilişkilerinde hem öznedir, hem de nesne. Verirken alır. Değiştirirken değişir. Çoğu zaman bu değişim o kadar yavaş olur ki, değiştiğinizin siz farkına bile varmazsınız. Farkına vardığınızda da iş işten geçmiştir. Çevrenize bir bakın, birkaç yıl öncesine kadar “dağları delmek”ten bahseden; ama şimdi anıları ve rakılarıyla teselli bulmaya çalışan, bir de son yılların modası Facebook’larda sosyalleşen yüzlerce insan göreceksiniz ( niyetim bu arkadaşlara hakaret etmek değil, beni yanlış anlamasınlar. Ve eğer “doğru yönlendirilebilselerdi”, eminim bugün olduklarından çok farklı yerlerde olabilirlerdi ).
Yurtseverler, eğer aynı yolun yolcusu olmak istemiyorlarsa, şurada burada çoğunluk olmayı değil; “toplumumuzun kanını değiştirmeyi”hedeflemeliler. Mutlaka iktidar olmaya değil; düşüncelerini iktidara taşımaya çalışmalılar. Bunun için net olmalı, söylemlerimizde süreklilik sağlayabilmeli ve yeni gelenekler-değerler yaratabilmeliyiz. Toplumsal mücadelelerde kendiliğinden yaratılmış gelenekler yoktur. Bunun için büyük bir emek sarfetmek ve sabırlı olmak gerekiyor. Çünkü mücadele uzun bir yolculuktur; adım adım yürünecek, ilmek ilmek örülecek ve olağanüstü bir gelişme olmazsa halkımız bu mücadeleye birer ikişer kazanılacaktır.
Her toplumsal mücadelede birbirinden kesin çizgilerle ayrılamayacak, içiçe geçmiş üç aşama vardır: Aydınların sorunu tartıştıkları ve ideolojiyi netleştirdikleri birince aşama. Bu ideolojiyi benimseyen kadroların ortaya çıktığı ikinci aşama. Ve bu kadroların ideolojiyi ve politikaları kitlelere taşıdıkları üçüncü aşama.
Biz henüz birinci aşamadayız. Sorunu tartışıyor, netleşmeye çalışıyor; ulusal mücadelenin ideolojik-politik çizgisini yaratmaya çalışıyoruz. Ama aynı zamanda ikinci aşamaya doğru da evriliyoruz. Yani doğrularımızı benimseyen insanlara ulaşma ve bunlardan kadrolar yaratma aşamasına.
Bu süreçte doğrulardan şaşmamalı, açık politik kimliğimizi ortaya koymalı ve bu doğruları benimseyen insanları örgütlemeye çalışmalıyız.
İdeolojik politik formasyonu olmayan, söylediklerimizi benimsemeyen “parlak beyinleri”biraraya getiren platformlardan veya “beyin fırtınaları”ndan bir sonuç çıkmaz. Şimdiye kadar çıkmadı, bundan sonra da çıkmayacaktır. Çünkü mücadele beyin kadar, yürek işidir. Emek ister; sabır, fedakarlık ve cesaret ister. Bunlar ise mücadele içerisinde yavaş yavaş kazanılır.
Herşeyden önemlisi, mücadele bir yaşam biçimi haline gelmeli, yaşamımızı belirleyebilmelidir. Hangi sorumlulukları aldığımızın bir önemi yoktur; çünkü mücadelede küçük-büyük veya önemli-önemsiz sorumluluk olmaz.
Eğer haftalık yazınızı düzenli yazma sorumluluğu duyabiliyor veya bir çeviriyi zamanında bitiyor, aldığınız bir işi yapabilmek için bazı randevularınızı iptal edebiliyor, biraz az uykuyla yetinebiliyorsanız; yani yaşamınızın merkezine mücadelenin ihtiyaçlarını koyabiliyor; hesap verme sorumluluğu duyuyorsanız “kavga adamı”olmaya başlamışsınız demektir. Bizim geliştirmemiz gereken ilişkiler bunlardır ve bu başarılmadan hiçbir teorinin başarıya ulaşması mümkün değildir. Çünkü kendisini “en akıllı zanneden”, yine kendisi gibi “kendini en akıllı zanneden insanlar”üretir. Bunlar arasında da örgütlü bir ilişki olmaz.
Bugün birileri 40 değil, 40 000 kişiyi de biraraya getirseler, o “parlak beyinler”biraraya gelinen platformun niteliğinin değişmesine izin vermeyecek, binbirinci kez denenen bu platform önünde sonunda dağılacak ve platformu toplayabilmek için göbeklerini çatlatanlar kızıp “küskünler ordusu”na katılacaklardır.
Yurtseverler işe; şimdiye kadar dile getirilen doğruları benimseyen insanları biraraya getirmek ve bu insanları örgütlemekle başlamalı; kitleleri değil, kitleleri örgütleyecek kadroları biraraya getirmeye çalışmalılar. Karınca gibi çalışmalı ve örümcek gibi örmeliyiz ağımızı…
********
Devlet Olmayan “Devlet” Veya Devleti Olmayan Ulus (7)
1!!!RESİM!!!
Bask ulusal mücadelesinde “gelenekten kopulan”iki dönem vardır. Birincisi Sabino de Arana’nın Milliyetçi Bask Partisi PNV’ni yarattığı 1890’lar ve ikincisi de PNV’nin umutsuzluğa düştüğü, yıldığı 1950’ler.
1950’lerdeki bu “kopuş”u örgütleyen beş gençtir. Önce EKİN’i örgütlediler. 10 yıldan uzun bir süre ajitasyon ve propaganda çalışmaları yaptılar. Ama propaganda yalnızca yazıp çizmek veya konuşmak değildir. Siyasal faaliyetler örgütlemek, talep etmek-tepki göstermek ve bunlar eliyle insanları duyarlı kılmak, eğitmek ve toplumun ruhsal yapısını değiştirmektir.
Bizler de artık siyasi mücadelenin barışçıl ve demokratik her yolunu deneyerek siyasal sorunlara tepki veren ve talep eden bir hareket yaratmalı, halkımızı ilgilendiren her konuya dikkat çekmeli ve bunu yaparken kendi aramızdaki ilişkileri “örgütlü ilişkiler”e dönüştürmeliyiz.
21 Mayıs’larda veya 13 Haziran’larda Çerkeslerin yaşadığı her yerde görünmeli, sesimizi duyurmalıyız mesela.Veya dünyanın her hangi bir yerinde Çerkeslere yönelik sözlü-fiziki bir saldırı olduğunda kamuoyua yansıyacak etkinlikler örgütlemeliyiz. Her köyde veya kasabada insanların görebilecekleri yerlere usulüne uygun afişler ve pankartlar asmak, ev ev bildiri dağıtmak ve soruna göre ilgili kurumların önünde toplanmak, protesto etmek veyaslogan atmak ayıp değildir.
Köylerimizin Çerkesçe isimlerini yazacağımız levhaları köylerin girişlerine çakmak, “Bayrak Günü”nde her köyün girişine bir Çerkes bayrağı asmak, Anavatana Dönüş gününde Çerkesya’yı haykırmak veya Anadil Günü’nde Çerkesçe bir iki kelime yazmak da! 200 köyde, aynı zamanda dalgalandırılacak 200 bayrağın toplumu politize etme ve değiştirme-dönüştürme gücü 200 kitapla anlatabileceklerinizden fazladır.
Bunlar için büyük paralar gerekmiyor, “parlak beyinler”veya platformlar da…
Unutmayalım; “Çerkes olmak”ulusal mücadele vermek için yeterli değildir. Çünkü Çerkesler de, diğer bütün halklar gibi içerisinde her türden insanı barındırır. Populistinden sahtekarına, işbirlikçisinden gammazına, popçusundan topçusuna bir toplumda olan; olması gereken her tür insan bizde de var. Toplumumuza zexeslerle, wunafelerle veyahalkoyunlarıyla değil; politikalarımızla, politik faaliyetlerimizle ulaşmaya, mesajlar vermeye ve bu mesajları alanları bulmaya, örgütlemeye çalışmalıyız. Yani bizler
“Çerkesleri”değil; önce “birlikte çalışabileceğimiz Çerkesleri”bulmaya-örgütlü ilişkilere katmaya ve yapacağımız siyasi faaliyetlerle toplumumuzu “yurtseverleştirmeye”çalışmalıyız. Ulus ve vatan bilinci vermeliyiz, çünkü ulus ve vatan bilinci olmadan hiçbir “ulusal siyaset”başarılı olmaz.
Çerkes Ulusal mücadelesi anavatan ve diaspora ayrımı yapmaksızın “Çerkes kimliği”ve “vatan Çerkesya”ekseninde yükselmelidir. Çünkü Çerkesya’nın ve Çerkes halkının varlığının bilince çıkarılması bunun sonrasındaki kazanımların önünü açacak “Bab-ı Ali”dir.
“Nereden başlamalı?”sorusunun yanıtı da buradadır: Uluslaşmak isteyen halklar mücadelelerinin merkezlerine “vatan ve kimlik”sorununu oturtur; diğer tüm faaliyetlerini buna bağlı ve bunu geliştirir tarzda formüle ederler. Şarkıları, türküleri, resimleri, halkoyunları ve tiyatroları ile politik çözümü ve hedefi anlatır; toplumun bilinçlenmesine katkıda bulunurlar. Çerkes ulusal hareketinin “siyasallaşması”dendiğinde anlaşılması gereken de sosyal kültürel faaliyetlere son vermek değil; bu faaliyetlerle insanlara birşeyler anlatabilmek; politik mesajlar verebilmek; her alandaki kurumlarımıza siyasi bir perspektif ve hedef kazandırmak; varolan kurumları ve faaliyetlerimizi bu perspektifle yeniden örgütlemek; dönüştürmek ve eksik olanı kurmaktır.
İnsanlar ulusal kimliklerini bilince çıkarır ve bu kimliğe sahip çıkarlarsa dillerini ve kültürlerini de korurlar. Tersi doğru değildir, bireysel çabalar olarak kalırlar. Çünkü dilimizin, kültürümüzün veya gelenek-göreneklerimizin yaşamımızdan yavaş yavaş çıkmalarının ve unutulmalarının nedeni bizim bunları bilmememiz değil; bunların önemini kavramak için gerekli ulusal bilinçten yoksun olmamızdır.
Zaten bizde asimilasyon hem diaspoarada hem de anavatanımızda daha herkesin dilimizi konuşabildiği, kültürümüzü bilip yaşadığı dönemde siyasal kimlik ve hedeflerimizin yokedilmesi, insanlarımızın; özellikle de “sözü geçenlerin”para, mevki, iş gibi hediyeler (!) karşılığında satın alınarak devşirilmeleri ile başladı.
Önce Çerkesya’nın ve “Çerkes”halkının varlığını inkar etme veya unutturma amaçlı teoriler geliştirdiler. Tarihimizi çarpıttılar. Ulus öncesi ilişkileri koruyup halkımızı “herkes”in bir parçası veya Türk’ün “alt unsuru”yaptılar. Bizi asimile etmelerine, kimliğimizi inkar etmelerine, hak ve özgürlüklerimizi gaspetmiş olmalarına aldırmaksızın sürgüne gönderildiğimiz her yeri; her ülkeyi “vatan”veya “ikinci vatan”ilan ettiler, benimsettiler. Bayraklarını bayrak yapıp, genç insanlarımızı bu ülkeler için ölüme yolladılar. Ve tepkileri nötralize etmek için bunları dilimizi, kültürümüzü bilen “bizden birileri”ne: devşirmelere yaptırdılar.
Yani bizde asimilasyon önce devşirmelerimiz eliyle siyasi kimlik, ulusal bilinç ve hedeflerin yokedilmesi; bundan sonra bize ait olan sosyal ve kültürel değerlerin anlamsızlaşması, önemsizleşmesi ve erimesi şeklinde bir rota izledi.
Böylesi değerleri yitirdikten sonra dilimizin, kültürümüzün veya bize ait olan herhangi bir şeyin önemi kalır mı? Bunlar uğruna mücadele edilir mi? Zahmete katlanılıp, fedakarlık yapılır veya anavatana dönülür mü?
Politikaları çökenlerden bazıları hala ısrarla, “önce nüfus sorunu çözülmeli; yani kimseyi kızdırmadan “saman altından su yürütür”misali önce insanlarımızı anavatanımızda toplamalı, çoğalmalı ve “yeterli sayıya ulaşınca “pat”diye ortaya çıkıp kendi kaderimizi tayin hakkını istemeliyiz diyorlar. Bu da “ulusal politika”oluyor!
Elbette anavatana dönülmelidir ve bu, bizim de önceliğimizdir. Ama ulusal bilinç olmadan, Cumhuriyetlerimizin ve RF’nun aktif desteği olmadan “dönüş”mümkün mü? Biz anavatanımızda çoğalırken RF bunu farketmeyecek ve önlem almayacak mı? Zor mu şimdiye kadar yaptığı gibi anavatanımıza şuradan buradan nüfus transferleri yapması? Zor mu çoğunluk olsak bile uluslaşmamızın önüne “yasal engeller”çıkarması.
RF bizim ulusal hak ve özgürlüklerimizi tanımadan, tarihsel hatalarını telafi etme yoluna gitmeden bizim anavatana dönmemize müsaade etmez. Bugün çıkarılan bütün zorlukların altında da RF’nin parmağı vardır. Dolayısıyla öncelikle bizim ulusal bilinci geliştirecek ve RF’na Çerkesya’yı, Çerkeslerin varlığını kabul ettirecek politikalarımız olmalıdır.
“RF’na düşman değiliz, RF’nda: tarihsel topraklarımızda, birlik içerisinde ve gelecek korkusu olmadan yaşamak istiyoruz”demekten dilimizde tüy bitti. Ama birileri hala “yurtsever”söylemlerin altında bit yeniği; daha doğrusu “dış güçler”arıyorlar. Aslında Türkiye’nin yıllarca Türkiye halklarını “dış güçler”sopası ile hizaya getirmeye çalışmasından farkı yok bu söylemin. Bunu bilinçli yapıyor; dış güçlere alet olmayın diyerek “aman talep etmeyin”demek istiyorlar. Bu, tıpkı Türkiye’nin yıllarca yaptığı gibi, RF’nin bir oyunudur.
Nerden bakarsanız bakın “bütün yollar Roma’ya çıkıyor!”. Yani biz yeniden “vatan”ve “kimlik”eksenli örgütlenmedikçe, bizi asimile etmek için en ince ayrıntısına kadar planlanmış bu söylemleri değiştirmedikçe, devşirmelerin önderliğini yıkıp “yurtsever”bir önderlik yaratmadıkça ve taleplerimizi açık açık dile getirmedikçe uluslaşma anlamında fazla bir aşama kaydetmemiz mümkün olamayacak ve hiçbir siyasi çözüm önerisi veya teori başarıya ulaşamayacaktır.
Devşirmeleri eleştirmekten, kızdırmaktan veya küstürmekten çekinmemeliyiz. Bunlar zaten, bilinçli veya bilinçsiz, başkalarına hizmet eden Çerkeslerdir. Bu, “Osmanlı tipi asimilasyon”dur ve “yeni sömürgecilik”döneminde tüm dünyada yaygınlaşmıştır. Yani bugün başkalarını tahakküm altında tutmak isteyenler tepkileri başka yönlere kanalize etmek ve kendilerini perdelemek için politikalarını “yerlilere”yaptırıyorlar. Buna alet olan “yerliler”artık yerli değil, “başkaları”dır. Bu nedenle günümüzdeki bütün toplumsal ve özellikle de ulusal mücadeleler hem “iç”e hem de “dış”a karşı politika geliştirmek zorundalar.
Son zamanlarda bizim “Çerkes kimliği etrafında örgütlenmeliyiz”çağrılarımızı bastırmak, demokrat insanlarımızın kafalarını karıştırmak için ulus ve ulusal mücadele ile demokrasi karşı karşıya getirilmeye çalışılıyor.
Benzeri bir durum İkinci Paylaşım Savaşı sonrası İspanya’da; Bask ülkesinde de gündeme gelmişti. Savaşı kazananların İspanya’da sosyalist bir hükümetin işbaşına gelmesini engellemek için Franko Faşizmine destek vermeleri Bask Milliyetçi Partisi PNV’yi hayal kırıklığına uğratmış ve Bask Milliyetçileri, güçten de düşmüş olmalarının etkisiyle ulusal hak ve özgürlüklerini ancak bütün demokratik güçlerin birlikte mücadelesi ile kazanabileceklerini düşünmeye başlamışlardı. Halbuki bu, zaten zayıf olan ulusal örgütlenmelerinin genelin içinde biraz daha erimesi, ulusal bilincin gerilemesi ve ulusal mücadelenin İspanya’daki veya uluslararası dalgalanmalara endekslenmesi anlamına gelecekti.
PNV’nin genç kadroları buna itiraz etmekte gecikmediler: önce EKİN’i ve sonra da ETA’yı örgütleyerek, “Biz yalnız Franko’ya değil, İspanya’ya da karşıyız. Demokratik bir İspanya için değil, Bask ülkesi için mücadele ediyoruz”şiarını yükselttiler. Böyle bir “özet formül”İspanya’nın demokratikleşmesi Bask yurtseverlerini ilgilendirmiyormuş gibi düşünmemize neden olabilir; ama öyle değil.
Bask Yurtseverleri, İspanya’nın demokratikleşmesini istediler; hatta elde silah savaştılar. Ama “İspanya demokratikleşirse, Bask da özgürleşir”değil; “Bask özgürleşirse İspanya da demokratikleşir”diyor ve İspanya’nın demokrasi mücadelesine kendi cephelerinden katılıyorlardı.
Bu formülün avantajı, bir ulusun kazanımlarını çok daha geniş bir cephedeki kazanımlara endekslememesi, daha mücadele yıllarında ulusal kurumları geliştirmesi, bu kurumlarla ulusal kimliğin, dilin veya kültürün korunmasını olanaklı kılması ve çok daha geniş bir “ulusal cephe”nin kurulmasını olanaklı kılmasıdır. “Ortak örgütlenmeler”de bu mümkün değildir. Bu örgütlenmelerde kendi dilinizi değil, “ortak olan dili”konuşmak; kendi kültürünüzü değil, ortak olanı geliştirmek zorundasınız.
Elbette demokratik bir toplum her açıdan daha yaşanılır bir toplumdur ve uluslar veya azınlıklar demokratik toplumlarda daha özgür yaşarlar. Ama demokrasi veya demokratik hak ve özgürlükler ulusal mücadelenin gelişmesine yarıyorlarsa ve yaradıkları oranda ulusal hareketler için önemlidirler. Mesela kişi başına milli geliri 50 000 dolar olan veya işçisine, memuruna bilmem ne kadar hak ve özgürlük tanıyan; ama ulusal taleplerimize yanıt vermeyen bir Türkiye veya Rusya’dan Çerkes halkının, “Çerkes olarak”hiçbir çıkarı yoktur. Bu nedenle demokratikleşmeden bir Çerkes olarak yararlanabilmenin yolu demokrasi mücadelesine kendi taleplerimizle ve örgütlülüklerimizle katılmaktan geçmektedir. Bask, bu konuda kendisinden ders çıkarılması gereken bir modeldir.
Peki negatif bir anlam yüklenen “milliyetçi”yaftası ne oluyor? Tek kelimeyle: Cahillik!
“Millet”in yabancı dillerdeki karşılığı “nation”ve “milliyetçilik”in de “nationalism”dir. Türkiye’deki
“ulus”ve “millet”veya “milliyetçilik”ve “ulusalcılık”ayrımları yapaydır; politik tercihlerdeki farklılıkları vurgulamaya yarar. Yoksa millet, ulus demektir ve birbirinin yerine kullanılır.
Dünyadaki bütün uluslar “nation”diye tanımlarlar kendilerini. Mesela, ulusal takımları “milli takım”ın karşılığı olarak “national team”dir. Ve bütün uluslaşma hareketleri, ister etnik köken; isterse de toprak eksenli olsunlar “nationalism”diye nitelenirler, bütün uluslar da “nation”. Yani “ulus”veya “millet”in, kanla, ırkla, etnik köken veyatoprakla direk bir alakası yoktur. Evet, kimi milliyetçi hareketler buna “altlık-üstlük”, “üstünlük-aşağılık”, “güzellik-çirkinlik”gibi misyonlar yüklediler. Hatta kimileri milletin tanımını yaparken biyolojik faktörleri öne çıkardılar, başkaları üzerinde tahakküm ve asimilasyon aracı olarak kullandılar. Ama polit-bilim bunları da sınıflandırdı: Irkçı dedi veya şövenist…
Belli bir coğrafya özerinde yaşayan halk/ları, ulus/ları veya insan topluluklarını veyahutta herhangi bir etnik grubu merkezine alan bütün örgütlenmeler, nasıl bir ekonomik-toplumsal formasyonu savunurlarsa savunsunlar, “milliyetçi”dirler. Ve Amerika’dan Fransa’ya, Çin’den Arnavutluk’a, Küba’ya ve Afrika’daki kabilelere kadar her hareketi politik duruşunuza bağlı olarak “milliyetçi”olarak nitelemeniz mümkündür.
Mesela bazı troçkist akımlar Küba’ya, devrimi Latin Amerika’ya yaymadığı için “milliyetçi”yakıştırması yapmışlardı. Bunlara göre “tek ülkede sosyalizm”de “milliyetçi sosyalizm”dir. Yine kimileri “Sovyetler Birliği”veya “Avrupa milliyetçiliği”gibi şeyler bile söylerler. Eğer hiç milliyetçi diye “lekelenmek”istemiyorsanız “ben insanım”dan başka birşey söylememeniz gerekir.
Altını nasıl doldurursak dolduralım; politik olarak ister demokrasi, isterse de sosyalizm veya bilmem ne diyelim, Çerkes kimliğini ve varlığını korumaya çalışan bütün politik örgütlenmeler “ortak”mücadeleyi savunan yapılar ve “polit-bilimciler”tarafından “milliyetçi”diye niteleneceklerdir, hatta biz “Çerkes=Adige”değil de; “Çerkes=72 etnik grup”desek bile…
Ama bunun o kadar da önemi yok. Bir milliyetçi hareket başka uluslara ve azınlıklara baskı-terör uygulamak veyaasimilasyon ve şövenizm anlamına gelebileceği gibi; ezen ve ezilen ulus ilişkilerinin olduğu coğrafyalarda veya anti demokratik çok uluslu devletlerde ezilen ulusların, halkların özgürlüğü ve demokratikleşme anlamına da gelir. Önemli olan bizim nerede durduğumuz ve nasıl bir dünya düşlediğimizdir.
Milliyetçiliği küçük bir azınlığın çıkarlarını korumaya çalışmak, başkalarına tahammülsüzlüğü, hatta yorketmeyi, baskı, sömürü örgütlemek ile aynılaştırmak; şövenizm ve faşizm ile eş tutmak milliyetçiliği sadece lafta ve demo;ji olan “Türk Milliyetçiliği”nden yola çıkılması, Türkiye siyasi haritasının baz alınması nedeniyledir.
Ama millet eksenli bir örgütlenme tam tersi bir mücadele de verebilir. Bask halkının mücadelesi buna örnektir.
Bask milliyetçileri, ki sosyalist Bask diyen “Birleşik sol”da dahil, kendi milletlerini örgütleyerek; Franko Faşizmine karşı en önde savaşarak hem İspanya’nın demokratikleşmesine katkıda bulunmuş, hem de Baskların Karlist: koyu katolik, gelenekselci ve modernliğe karşı toplumsal yapısını değiştirmiş, demokratikleştirmiştir.
Bugün Bask, tarihinde hiç olmadığı kadar demokratiktir; tarihinde hiç olmadığı kadar ulus devlet olmaya yakındır ve bunu “Bask Yurtseverlerine”, hadi sizi kırmayalım: “Bask Milliyetçileri”ne borçludur.