Önce Varşova Paktı ülkeleri, 26 Aralık 1991’de de Sovyetler Birliği dağıldı. Cezaevinden yeni çıkmıştım, Almanya’daydım. Sosyalizmin her sorunu çözebileceğine inanıyordum…
Politik mücadelede ilk öğrendiğim şey örgütlü olmak gerektiğiydi. Hatta örgütü olmak politik mücadelede samimiyetin ölçüsüdür. Çünkü kimse dünyayı yalnız başına değiştiremez.
Bu nedenle, (şu veya bu bahane ile) örgütlü çalışmaya girmeyip oturduğu yerden (kendi) doğruları/nı anlatan insanları samimi bulmam.
Teori ve pratik bir bütündür ve pratiği olmayan her teori çöptür.
Sosyalist sistemin yıkılışını-dağılışını izlemek üzücüydü. Kafamdaki “neden?” sorusuna cevap bulmak için eski sosyalist ülkeleri dolaştım, hala sosyalizme inanan partililerle ve sokaktaki insanlarla sohbet ettim.
Doğu Almanya’da işini ve evini kaybetmiş, sokakta yatan bir “evsiz”in, “iyi oldu, çünkü artık özgürüm ve hiç kimse karışmıyor” sözleri ilginçti. Leningrad’daki ev sahibimin, “biz kadınlar için çok mattah bir şey değildi. Benim anneannem ev işi yapardı, biz sosyalizmde çalışma hakkı kazandık ve hem evde hem dışarıda çalışmak zorunda kaldık” sözleri de.
Bir şey öğrendim o günlerde:
İnsanlar, kararları kendileri alıyorlarsa veya aldıklarını sanıyorlarsa sürünmeye bile razı olabilirler. Bu nedenle insanları karar mekanizmasına katmak veya karar mekanizmasını büyütmek lazım…
Sosyalist sistem dağıldıktan sonra, (soğuk) savaşı kazanan BATI, bir daha aynı kabusu yaşamamak için hızla sosyalizmin izlerini hayattan ve kalplerden silmeye çalıştı.
“Küreselleşme” dediler adına, anlamı: hegemonyalarını dünyanın ve uzayın her köşesine yaymak ve bütün direniş dinamiklerini yok etmekti.
1991’den sonra onlarca ülke bombalandı, yıkıldı; milyonlarca insan öldü.
Bu ‘Küreselleşme’ politikasının iki ayağı vardı; sadece yakıp yıkmıyor, aynı zamanda etnik, dini, sosyal “(alt) kimlikleri” güçlendiriyordu. Baskı altında olan, asimile edilen kimlikleri, doğal “ittifakları” olarak görüyordu.
Bu nedenle “Milliyetçilik” yeniden hortladı!
19. ve 20. Yüzyıllarda imparatorluklar yıkılıp Ulus devletler kurulur, sınırlar çizilirken henüz uluslaşamamış-örgütlenememiş kimlikler, en hafif tabirle, ihmal edilmişlerdi. Bu yüzyıllar, kapitalizmin ve karşıtı sosyalizmin geliştiği yıllardı. Bu iki sistem de, farklı nedenlerle, yeni kimliklerin güçlenmesine, örgütlenmesine ve kurumsallaşmasına karşı oldu.
Hep bir kırmızı çizgileri oldu.
Karl Marks’ın İrlanda ulusal hareketi ile ilgili tutumu, sosyalistler için hem bir örnek hem de dönüm noktası olmuştur.
Marks, İngiltere’de devrim beklediği yıllarda, İrlanda Ulusal Hareketi’nin bağımsızlık talebine karşıyken, devrim dalgası geri çekildiğinde bu hareketi desteklemişti. “Çünkü,” demişti, “İrlanda’nın kurtuluşu, İngiltere’nin kurtuluşunun önünü açacaktır”.
Lenin, Marks’ın bu tavrını daha da geliştirdi ve “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nı amasız fakatsız tanıdı.
“Milliyetçilik” ideolojisi, bu şartlarda şekillendi. Bir yanda, kendileri de milliyetçi bir ideolojik önderlik altında devletleşen kapitalist güçler, diğer yanda kapitalist devletleri yıkmak için mücadele eden sosyalistler.
İkisi de kendi “milliyetçilik” teorisini yaptı, ikisi de kendi çıkarlarını önceledi. İkisinin de “bölünme korkusu” vardı ve milliyetçiliğin, sadece kendi hakkı olduğunu düşündü…
Artık birçok milliyetçilik teorisi ve birçok farklı uygulaması var. Ama özü değişmiyor:
Milliyetçilik, alt üst farketmez, bir kimliği korumanın: Ulusal devletleri, devlet benzeri örgütlenmeleri veya siyasi kurumları olmayan kimliklerin asimilasyona direnme ve kendi çıkarlarını örgütleme veya seslerini duyurma ideolojisidir. “Sistem”ler üstüdür.
Bizim de yıllarca tartıştığımız bu konu şu nedenle önemli: Sosyalizm her zaman, sınırsız ve sorgusuz sualsiz ulusal-etnik ve alt kimlik mücadelelerine destek vermedi, vermez. Ama kapitalizm de her zaman karşı olmadı, olmaz.
Sosyalist Sistem yıkıldıktan sonra, küreselleşme yıllarında, birilerinin hala kendilerini ait hissettikleri, henüz “ölmemiş” (alt) kimliklerin güçlenmesi ve örgütlenmesi için uygun bir ortam ortaya çıktı. Sözde de olsa, bu kimliklerin çıkarlarını savunmak, onları müttefik durumuna getiriyordu.
İşte biz, Çerkesya Hareketi, daha uzun yıllar, dünyanın politik ve coğrafi şekillenmesinde önemli bir rol oynayacak bu değişimi gördük ve bu gerçeklik üzerinde politika yaptık.
Artık soğuk savaş ve her şeyin iki cepheye bölündüğü yıllar bitiyordu. Daha karmaşık, daha özel durumlar ortaya çıkacaktı. Politik mücadelenin parametreleri; bu parametrelerin mücadele içindeki önemleri, ağırlıkları ve ittifak ilişkileri değişecekti.
Herkesin, her kimliğin ve alt kimliğin kendini yeniden tanımlaması gerekiyordu.
Bunu anlamayanlar, Çerkesya Hareketi'nin en azından Çerkes halkı içinde milliyetçiliği hortlattığını iddia ettiler. Bizi, daha önceki tanımların ve kurumların yıkılmasının günah keçisi ilan ettiler. Kısaca, dünyayı anlamadılar, gelişimin veya değişimin yönünü göremediler.
Bu nedenle Çerkes ( Adığe ) halkı zaman, mevzi ve enerji kaybetti…
Tabii ki bunlar bize “malum” olmadı. Dünyayı anlamaya çalıştık ve ulusal mücadeleleri inceledik. İrlanda, Bask ülkesi, Filistin, Meksika, Şili, Yeni Zelanda gibi ülkelerden politik figürlerle, politik yaşamları ve gelecek vizyonları üzerine görüş alışverişi yaptık.
Bizim küçümsediğimiz, hatta zararlı olduğunu düşündüğümüz kimlikleri ve/veya alt kimlikleri küçümsemeden örgütlenmenin, birlik olmanın mümkün olduğunu gördük.
Mesela Zapataların bütün bildirileri; “İşçiler, Sendikalı İşçiler, Köylüler, Gençler, Öğrenciler, Kadınlar, Feministler…” diye başlar. Sadece “Halkımız” veya “Emekçiler” demez, bütün kimliklere hitap eder...
Veya Sinn Fein, İrlanda dilinde “Önce Biz” demektir. Baskların en önemli sloganı “Bırakın Neysek O Olalım”dır. Ve “Biz İspanya’yı Değil, Bask Halkını İspanya’dan Kurtarmak İstiyoruz” derler.
Bunları ve değişmemiz gerektiğini anlatmaya başladığımızda büyük tepki gördük. Zihinleri ve ruhları soğuk savaş yıllarda şekillenenler söylemlerimizi kendilerine ve örgütledikleri kurumlara bir saldırı olarak algıladılar.
Kurumlarımızı koruduklarını sanıyorlardı…
Soğuk savaş yıllarında edindiklerini bilgi ve deneyimin üzerine hiçbir şey koymamışlardı. Dünyadan, akıp giden ve değişen hayattan o kadar uzaktılar ki, bizi “ezerek” hayatın akışını durdurabileceklerini sandılar.
“Çerkesleşmeli ve Demokratikleşmeliyiz” dedik, “milliyetçilikle demokrasi nasıl yan yana gelecek” diye cevap verdiler. Milliyetçiliği, hakim ulusun milliyetçiliği-şövenizmi ve faşizm veya ırkçılık zannediyorlardı.
Demokratik merkeziyetçilik, ideolojik birliğin, dikey hiyerarşinin-yaptırımın olduğu Leninist parti modelinin bir ilkesidir, bizim kurumların ilkesi olamaz dedik, anlamadılar. Hiç böyle örgütlerde çalışmamışlardı, bu ilkenin nasıl uygulandığını bilmiyorlardı.
‘Yeminli üyeler’den oluşan, ideolojik olarak homojen bir örgütün ilkesini, hayata bakış açıları farklı insanların bir arada olduğu ve “gönüllülük” esasına göre çalışan örgütlerde veya kurumlarda uygulamak istiyorlardı.
Ama bu ilke, bizim örgütlerimizde karar alma mekanizmasının tekelleşmesine neden oluyor, karar alma mekanizmasının veya sürecinin dışında kalan insanların üzerinde bir baskı mekanizmasına dönüşüyor ve kurumlarımızda sürekli bir kan kaybına neden oluyordu.
Halbuki hayata bakış açıları farklı insanların bir araya geldikleri örgütlerde, bu farklı bakış açılarına sahip insanların kendilerini ifade etme, örgütün olanaklarından eşit olarak yararlanma, örgütlenme ve yönetime talip olma hakları “kutsal”dır, “olmazsa olmaz”dır.
Şimdi Kayseri Kafkas Derneği’nin-Değişim grubunun “vesayetçi anlayış” diyerek anlatmaya çalıştığı sorunun özü budur.
Ama onlar da farklı bir çalışma yöntemi veya modeli getiremediler, Federasyonu ideolojik birliği olan, homojen bir örgüt gibi yönetmek istediler. İki dernek bir araya gelince, "örgüt içinde örgüt" kuruluyor sandılar. İnsanları ikna edemedikleri yerde, “biz doğru bildiğimiz yolda yürüyeceğiz” dediler. Kurumun bütün olanaklarını sadece kendileri kullandılar.
Bu nedenle, katılımcı ve şeffaf da olamadılar.
Yönetime talip olurken anlattıklarının veya vaad ettiklerinin hiçbirini örgütlemeye çalışmadılar. Sivil Toplum ve Demokratik Kitle Örgütleri ile ilişkileri geliştireceklerdi mesela. Geliştiremediler, bu kafayla geliştiremezler de. Çünkü Demokratik Örgütler, Çerkesya Gençlik Kampı’na, kampa katılan gençlerin yaşam tarzlarına, giyim kuşamlarına yönelik onca hakarete ve küfüre bir “dur” bile diyemeyen bir örgütü aralarına almazlar. Hatta döverler!
Hani nerede Almastı? Tacize karşılar, güzel. Peki bikini veya “mini T’shirt” giyen kadınlara ve genç kızlara “ahlaksız” denmesi serbest mi?
Sorunun özü, kurumlarımızın, yöntemlerinin, vizyonlarının ve kafa yapılarının demokratik olmamasıdır. Bu nedenle demokratik örgütlerle ilişki kuramıyorlar. Ve bunu değiştirmek için hiçbir adım atmadılar.
Sürekli DÇB’yi eleştirdiler, DÇB’den çıkmak için çalıştılar. Evet, DÇB çok mattah bir örgüt değil. Ama Türkiye’de insan hak ve özgürlükleri için kıllarını kıpırdatmayıp iktidarların eteklerinin dibinde politika yapanların DÇB’den, benzer bir siyasi yapıya sahip olan Rusya Federasyonu’nda ayağa kalmasını istemeleri, sonra “biz bir tespit yapıyoruz, kararı delegeler verecek” diyerek kamuoyunu manipüle etmeleri biraz ayıp.
Evet sizin kadar zeki değiliz, ama sandığınız kadar aptal da değiliz.
DÇB’den neden çıkmak istiyorlardı? Çünkü DÇB, dünyanın farklı ülkelerindeki Çerkes örgütlerinin Rusya Federasyonu düşmanı bir çizgiye kaymasının önündeki bariyerdir de. DÇB’nin özellikle vatandaki bileşenleri buna izin vermezler. Bu nedenle DÇB’den ayrılmak, ideolojik olarak kendilerine yakın insanlarla ve gruplarla birlikte çalışmak istediler.
“Vesayetçi” dedikleri insanlarla aralarındaki en önemli, belki de tek fark da bu.
Mesela Federasyonun ismini, “Çerkes (Adığe) Dernekleri Federasyonu” olarak değiştirme ( tüzük değişikliği ) veya Gençlik Meclisinin tüzüğü için yaptığımız önerileri dikkate bile almadılar. Federasyonun demokratikleşmesi için hiçbir adım atmadılar…
Yeni Yönetim Kurulu’nun Antalya delegeleri ile yaptığı istişare toplantısında da dile getirdim. Federasyonu hızla demokratikleştirmeliyiz.
Kanarya Sevenler Derneği’nde bile vizyon, çalışma ve/veya örgütlenme yöntemi farklı olan, farklı önerileri olan gruplar varken, bizde olmaması bir başarı değildir. Bu durum, yani demokratik bir işleyişin ve politik rekabetin olmaması, kurumlarımızın ideolojik ve politik olarak kendilerini geliştirememelerine ve yenileyememelerine neden oluyor; farklı düşünen insanların örgütlerimize, hatta Çerkes kimliğine aidiyetlerini törpülüyor.
Daha da kötüsü, “imkansızı isteyen", yani kurumu homojenleştirmek isteyen iktidar, bunu başaramayınca, bir yandan birlik fetişizmi yapmaya diğer yandan farklı olanlarla karalama ve itibarsızlaştırma gibi politik olmayan yöntemlerle mücadele etmeye, hot-zotçuluk yapmaya başlıyor.
Bakın kurumu örgütleyenlerin ilkeleri, kurumun ilkeleri olmuş. Ve başkalarının da bu ilkeleri benimsemeleri; benimsemiyorlarsa, o zaman bu ilkelere uymayan hiçbir şey söylememeleri, yazmamaları isteniyor.
Bu nedenle Federasyonumuzda hep içe dönük bir mücadele var, hep içerideki “düşmanlarla” mücadele ediyoruz Kimse de niye diye sormuyor. Halbuki, bu kadar “düşman” üreten bir yapıdadır asıl sorun, “düşmanlar”da değil.
Biz de hayatın akışını öngörüp, vatanımızda ve hatta tüm dünyada kabul gören bir kimlik ve vatan tanımını benimsediğimiz için “düşman” muamelesi gördük. Elbette herkes bizim önerdiklerimizi kabul etmek zorunda değil, ama “Çerkes Adığe'dir, vatanı Çerkesyadır” diyen, şu veya bu konuda farklı düşünen insanlara nasıl böyle bir tavır alabilirler? Çerkes halkını kucaklama iddiası olan bir örgütün nasıl böyle bir ilkesi olabilir?
Bizim örgütlerimiz ‘örgütler toplamı’ olmalıdır; örgütlerimizde hayata bakış açıları farklı olan gruplar olmalıdır, bu gruplar, hatta gençlik ve kadın meclislerimiz-birimlerimiz en azından kendi çalışma alanlarında karar alma hak ve yetkisine sahip olmalıdır”, dedik.
Olağanüstü Tüzük Kurultayı’ndan sonra, bazıları “neden isim değişikliği için önerge vermediniz?” diye sorup durdular. Halbuki, sadece isim değişikliği için değil, bu anlattıklarımı da içeren bütün maddeler üzerine değişiklik önerilerimizi yaptık. Gençlik ve Kadın Meclislerinin karar alma yetkilerinin olmasını istedik. Örgütün çalışma birimlerinin en azından özerklikleri olmalı dedik.
Bu önerileri yazılı olarak kendilerine gönderdik. Ama hiçbiri dikkate alınmadı. Tartışmaya açılmadı.
Bir komisyon kurdular, bu komisyon, önerileri inceledi ve bir tüzük taslağı çıkardı. Bunu tartışmaya açtılar ve oylamaya sundular.
Komisyon üyeleri “hukukçu”ymuş, onlara güvenmeliymişiz. Sanki demokratik olmayan yasaları kağıt toplayıcılar yapıyor?
Eski yönetimlere de bu eleştirilerimizi yaptık, defalarca kere yaptık. Dinlemediler. Değişim Hareketi yönetime talip olunca, umutlandık.
Peki Değişim ne yaptı? Neyi değiştirdi? Veya değiştirmek istedi?
Homojen, karar alma yetkisinin sadece kendilerinde olduğu bir Federasyon istediler. Yönetime gelmeden önce eleştirdikleri her şeyi, hatta fazlasını kendileri de yaptılar.
Grup ilkelerinin Federasyon’un ilkeleri olmasını istediler. Başaramayınca, “biz yokuz” diyorlar.
Umarım zor bir dönemde elini taşın altına koyan Ünal arkadaşımız sorunları görür.
Federasyonumuz değişmeli: Kafkas halklarını kucaklıyor görüntüsü vermek için yönetime bir Abhaz, bir Çeçen ve bir Oset alma telaşı olmamalı, Çerkesleşmeli ve bir hukuku olmalı, bu hukuk farklı-muhalif olanlar da dahil, herkesin kurumun olanaklarından eşit olarak yararlanma, ifade ve örgütlenme gibi hak ve özgürlüklerini garanti altına almalıdır.
Federasyonumuz, kendi çalışma alanlarında karar alma yetkileri olan bir örgütler toplamı olmalıdır. Çünkü, karar alma süreçlerine katılamayan insanlar kuruma ve kararlara ilgisizleşirler. Ve zamanla aidiyetleri biter.
Hatta Federasyon yönetimini delegelerin değil, Federasyona üye derneklerin üyelerinin seçmesi bile tartışılmalıdır.
Çerkes kültürüne yakışmayan o çirkin tartışmaların, eleştirilerin, hakaretlerin, manipülasyonların ve sürekli kopmaların önünü almanın yolu da budur.
Devam edecek…