#181 Ekleme Tarihi 12/10/2015 11:20:36
02 Ocak 2011 Pazar Saat 21:45
Zaman zaman Türkiye’de sokaklara çıkan siyasi grupları izler misiniz bilmiyorum? Ben izlerim ve her seferinde kafam karışır. Çünkü neredeyse her etkinlikte daha önce adlarını hiç duymadığım bir veya birkaç gruba rastlarım ve „bunlar da nereden çıktı, ne diyorlar“ deyip yayınlarına baktığımda genellikle „bildik“ isimler çıkar karşıma.
Siyasete atılmış ve örgütlü ilişkilere girmişlerdir. Ama bir süre sonra fikir ayrılıkları baş göstermiş ve örgütlenmelerinde demokratik bir işleyiş hakim olmadığı için ayrılmak zorunda kalmışlardır; ya da örgütlerin kendileri siyasetleri başarısız olduğu için veya yaptıkları kimi hatalar nedeniyle artık eski kimlikleri ile bu platformlarda yer alamayacakları için kendilerini, daha doğrusu „isimlerini“ yenilemişlerdir. Aynı insanlar, ama farklı kimlikler!
Bu, elbette hepsinin değil; ama genel olarak „Türkiye Solu“nun bir hastalığıdır. Siyasi ahlaktan yoksun olmak yatar altında. Ve bu „ahlaksızlık“ bünyeye bir kez nüfuz etti mi, tedavi etmek çok zordur.
Başka ülkelerde böylesi durumlar Türkiye’deki kadar yaygın değildir. Mesela Nikaragua’da Sandinistler savaşmış, iktidara gelmiş, hata yapıp iktidardan düşmüş; bir kaç yıl sonra tekrar iktidar olmuş; ama „Sandinistler“ olarak kalmış; hatalarına sahip çıkabilmiş, hatta özeleştiri yapabilmişlerdir. Veya Bolivya Devlet Başkanı Morales ekranlarda „dün silaha sarıldık, çünkü gerekliydi; bugün bırakıyoruz, çünkü gereksiz“ diyebilmiştir. Keza Basklar bugün „barışçıl-demokratik“ mücadeleye geçiş yapmak istediklerini açıkça ilan edebilmekteler. Bu nedenle böyle ülkelerde güçlü siyasi gelenekler vardır, krizleri daha az zararla ve daha çabuk atlatırlar. Ve bu „siyasi ahlak“ nedeniyle gerektiğinde sağlıklı birlikler kurabilmeleri de mümkün olabilmektedir.
Siyasette ahlak, yani „siyasi ahlak“ çok önemlidir; çünkü genel olarak „ahlak“ ile „siyasi ahlak“ arasındaki çizgi sanıldığından incedir. Bu nedenledir ki siyasi ahlakın güçlü olmadığı ülkelerde „kriz dönemlerinde“ toplumsal yaşam da çöker: alkol, kaçakçılık, hırsızlık, uyuşturucu, fuhuş vs artar. İdeoloji tek başına yeterli olmaz bu çürümeyi engeleyebilmek için. Eski sosyalist ülkeler örnektir buna. Sosyalist ideoloji, bu „ahlaksızlara“ başka hiçbir ideolojinin olmadığı kadar karşıydı; ama „Blok“ çöktükten sonra çörümenin ne kadar büyük olduğu da çıktı ortaya.
O dönemde bütün „eski sosyalist ülkeleri“ dolaştım, üniversite çevrelerinden sokaktaki insana kadar birçok insanla görüştüm. Soruma hep aynı cevapları verdiler: „Siyaset kirlenmişti“!
Evet, siyaset kirlenmişti ve bu nedenle o günlerde ne kadar yüce bir ideal için olursa olsun, arkadaşını ve hatta öz kardeşini „satabilen“, sistem çöktüğünde bedenini satmakta, çalıp çırpmakta bir sakınca görmedi…
Geleceği örgütlemek isteyenler bu konuda ciddi ciddi kafa yormalı ve günü kurtarma telaşı ile „siyasi ahlak“tan taviz vermemeliler diye düşünüyorum. Yoksa belki bugünü kurtarırlar, ama geleceklerini karartırlar.
Elbette hepsi değil; ama genel olarak Türkiye’de yaşayan Çerkesler de ne yazık ki Türkiye’de siyaset yapma yönteminden, Türkiye’nin siyasi ahlakından veya „ahlaksızlığından“ etkilenmiştir. Bunları hep birlikte yaşıyoruz, izliyoruz ve kaygı duyuyoruz.
Çok uzaklara gitmeye gerek yok, son günlerde yaşanan bir kaç örnek bile yeter kirlenmenin bize de bulaştığını görmek için. Mesela birileri geçmişte yazdıkları yazıların üzerinde değişiklikler yapabiliyorlar. Yani yazıyı üç ay önce yazmışlar; ama tartışmalar bu yazıda dile getirilen kimi tezlerin yanlış veya yetersiz olduğunu gösterince „yanlış düşünmüşüz“ demek yerine eski yazıda „düzeltme“ yaparak sanki yazı üç ay önce öyle yazılmış görüntüsü vermeye çalışmışlar.
Veya „demokrasi, özgürlük, eşitlik, kültür, ortak akıl vs“ çağrısı yapan bir arkadaşımız sanal ortamda siyasi olarak kendisinden farklı düşünen insanlara, belki de sarhoş bir kafayla, „izleyin g…ler!“ diye resmen küfür eden bir „kardeşi“ni „birgün anlayacaklar“ diye not düşüp destekleyebilmektedir.
Aynı ahlak, veya ahlaksızlık, başka birgün, davet edildiği bir toplantıda kendisine konuşma hakkı veren, dinleyen ve görüş alışverişinde bulunan insanlar için „laflarını onlara yutturdum, hepsini susturdum“ diyebilmektedir. İlginç olan, bunu söyleyenin neredeyse hergün diyalog, hoşgörü, ortak akıl vs çağrısı yapması.
Kaf Fed çevrelerinin "Ortak Akıl Komedisi“ni anlatmaya bile gerek yok. Toplantı haberini aldığımızda izledikleri „yöntem“e bakarak „bu, akıllarına ortak arama toplantısıdır. Bir aklı ‚ortaklaştırma’ çabasıdır“ demiş; buna alet olunmamasını istemiştik. Niye katıldılar, bizim görebildiklerimizi göremediler mi, bir beklentileri veya hesapları mı vardı veyahutta çok mu iyi niyetlilerdi bilemiyorum. Bu onların sorunu!
Ama işte anlatıyor; toplantıyı birçok açıdan eleştiriyorlar. Bunları okumak bile yeter nasıl bir „siyasi ahlaksızlık“ yapıldığını görmek için.
Elbette herkesin istediği gibi etkinlik örgütleme hakkı var; ama çarpıtmak; „A“yı, „B“ gibi göstermeye çalışmak olmaz. Dürüst olmaz. Oraya gelenleri kullanmak anlamına gelir…
Keza günlerce YKT başta olmak üzere ( benden, kendisi ile ilgili olan konularda açıkça ismini yazmamı istediği için yazıyorum; yoksa genel olarak yazılarımda isim vermem, çünkü benim için kimin yaptığı değil yapılan iş önemlidir ve tartışılmalıdır) onlarca insan bize „sansürcü“ diyerek demokrasi havariliği yaptılar. Amaç „bir olumsuzlukla özdeşleştirerek“ bizi yıpratmaktı, bunu biliyorduk ve bu gibi söylemler kısa vadede insanların üzerinde etkili olur, yapanların „günü kurtarmalarına“ yarar. Oldu da! Peki uzun vadede kime yararı var bunun?
İşte kendi yayın organlarına ve yaptıkları işlere bakın. Hatta o günlerde bu söylemlerden etkilenmiş (!) olanlara. Facebook gibi alanlarda bile çizgilerine, vermek istedikleri mesaja uygun olmayan yazılara izin vermiyor; siliyorlar. Mesela bir grup, benim geçen hafta yazdığım yazının neredeyse tamamını vermiş; ama „tek çözüm Çerkesya’dır“ mesajımı çıkarmıştı yazıdan. Güldüm! Elbette kendi tasarrufları, ama bu tavır „siyasi olarak“ doğru değil. Doğrusu neden böyle bir sonuca ulaştığımı sormak olurdu. Ben de şu örneği verirdim:
Hani bazı sitelerimizde de yayınlanan bir haber vardı. Rus milliyetçileri ve liberallerin bile Kuzey Kafkasya’nın RF’nundan ayrılması gerektiğini düşündüklerini iddaa eden bir haber. Bu haber tartışmaları tam olarak yansıtmıyordu. „Ayrılma“ veya „ayırma“ aslında şu aşağıda verdiğim haritadaki gibi olsun istiyorlardı. Ama bu, bize böyle yansıtılmadı.
`caption id="attachment_3246" align="alignleft" width="452"` Новая карта Сев. Кавказа может выглядеть так`/caption`
Haritaya bakarsanız şunu göreceksiniz:
Dağıstan, Çeçenistan ve Alanya RF’den ayrılmış; ama Çerkesya, hatta bugün sahip olduğumuz siyasi örgütlenmeler bile yokedilmiştir. Bu durumda bir Çerkes olarak ne dememi bekliyorsunuz benden? Sağol varol mu? Ve doğal değil mi, biz Çerkeslerin daha fazla vakit kaybetmeden herşeyimizle Çerkesya mücadelesini yükseltmemiz gerektiğini söylemem? Bu çağrı sizi neden rahatsız ediyor? Yazık…
„Demokrasi havarisi“ kesilip bizlere „sansürcü“ damgası vurmaya çalışanların yaptıkları bunlarla da sınırlı değil!
Mesela, toplantıya çağırıp sözde „akıllarından yararlanmak istedikleri“ insanların düşüncelerine bile tahammül edemeyen Kaf Fed’in kimi yetkili isimleri başka bir siteye telefon açıp bazı yorumları yayınlamamalarını istediler.
Bu durumda bize, yani birçok nedenle her yazıyı yayınlamayacağını; ölçütünün, „yerleştirmeye çalıştığı bir siyasi ahlakın olduğunu“ ve demokrasinin de küfretme, çarpıtma, yıpratma özgürlüğü demek olmadığını; ya kendileri „oto kontrol mekanizmalarını çalıştırırlar, ya da biz onların yazdıklarını kontrol ederiz“i açıkça ilan etmiş olanlara „sansürcü“ vs demek doğru olur mu?
Evvelki hafta son iki yazısında ( belki de tartışmalara müdahale etmeye karar verdiğinden beriki ilk iki yazısında!) bizi eleştiren bir „yazarı“, bizim Nihal Atsız’dan farklı olmadığımızı iddaa ettiği için, kendisine „tükenmez kalem“ takma ismini vererek eleştirmiş ve eğer bu iddaasını ispatlayamazsa „namusundan şüphe etmek hakkımdır“ demiştim.
„Tükenmez Kalem“ sorumu yanlış anlamış ve iddiasını değil; „tükenmezliğini“ ispatlamak için sayfalar dolusu yazmış yine.
Yazısına „Bu yazı, bir saldırıya yanıt niteliğinde“ diye başlıyor. Allah Allah diyorum. Biz „iddaanı ispatla diyoruz“ o, „bir saldırı var“ diyor. Yani daha baştan „dürüst olmayacağı“nın işaretini veriyor.
Halbuki ne kendisini tanırız, ne de herhangi bir yerde hakkında birşey yazmışız. Kendi kendine „durumdan vazife çıkarmış“ ve bize hakaret etmiş; bizi Nihal Atsız ile aynılaştırmış. Ama ona göre bu, bir saldırı değil. Veya biraz „allengirli“ bir dil kullanınca ve anlamayı zorlaştırınca „bilimsel-akademik bir yazı“ yazdığını sanıyor.
Ama mesela Almanya’da bir insana „faşist veya nazi“ derseniz, o kişi hakkınızda „hakaret“ten dava açar ve kazanır. Çünkü böyle bir niteleme hakarettir, saldırıdır! Bunu mahkemede ispatlamak, ispatlayamazsanız özür dilemek ve cezasına da katlanmak zorundasınız. Ama bizim „yazarımız“a göre bu bir „bilimsel tespit“ ve „ispatla“ demek de saldırı!!! Tam „ortak akıl“lık bir akıl doğrusu?
Sonra bir senaryo yazmış:
„Eğer biz bu değerli yazarımızın (ya da yazarlarımızın) dediğini kabul edecek olursak kısa biz süre sonra derneklerde aşağıdaki gibi ilginç konuşmalara tanık olacağız demektir:
- Bir dakika, sen Çerkesim diyorsun ama söyle bakalım sen hangi boydansın?
- Nasıl yani!
- Söyle… söyle… Açıkça söyle. Çekinmene gerek yok. Sen Adığe misin?
- Vallahi bilmem ki… Annem Adığe, babam Abaza…
- Haaa bak olmadı şimdi... Kusura bakma ama sen Çerkes değilsin.
- Ama neden?
- Nedeni var mı kardeşim? Baban Adığe olsaydı olurdu. Ama senin annen Adığe, bu durumda çok üzgünüm ama mevzuat müsait değil.
- Ama ben kendimi Çerkes hissediyorum.
- Olmaz… Hissetmekle olmaz. Her kendini Çerkes hissedeni bizler Çerkes kabul edecek değiliz“
Ve yazısını-eleştirisini bu senaryonun üzerine oturtuyor. Felaket tellalığı yapıyor veya „kendi yarattığı düşmanları“ dövüyor!
Hatta sorunu daha da trajik hale getirmek için kızlarımızı-kadınlarımızı ve kutsal annelik duygusunu karıştırıyor işin içine:
„Şimdi yukarıdaki bu sorgulamayı yapanlardan birinin bir Adığe genç kız olduğunu düşünelim. Yarın bu kızımız (olur ya) bir Abaza, Asetin ya da Çeçen’le evlendiğinde, doğacak çocukları bu anlayışa göre Çerkeslikten çıkmış olmayacak mı? Böyle bir şey olabilir mi Allah aşkına! Haydi bu yaklaşımı, bu düşünceyi erkekler savunuyorlar diyelim, onlar için problem yok; ama siz, Çerkes kadınları böyle bir düşünceyi nasıl savunabilirsiniz? Kadınlarımız ya da kadın yazarlarımız bu yaklaşımla bir de kendi çocuklarını sorgulasınlar, bakalım ne ilginçlikler ortaya çıkacak!
Bu düşünceler erkek egemen toplumun yüzyıllardır beynimize işlediği miadı dolmuş kof düşüncelerdir. Bu düşünceleri artık bir kenara atıp kendimizi (Çerkes toplumunu) her uygar toplumun kabul ettiği çağdaş değerler bağlamında yeniden tanımlamamız gerekir.“
Duygu seli barajları yıktıktan, izleyenler gözyaşlarına boğulduktan sonra da senaryonun final sahnesi.
„Bırakalım insanlarımız kendilerini istediklerini tarif etsinler, adlandırsınlar. Çerkesim diyen, kendini Çerkes gören herkes Çerkes olsun. Karaçay, Türk, Kürt etnik kökeninden gelen bir insan “ben Çerkesim” diyorsa varsın desin; ne güzel bir şey! Bundan bizim sadece gurur duymamız gerekir. Bunu söyleyen insanın kökenini, kanını, soyunu sopunu araştırmaya gerek yok. O tür kan milliyetçiliği artık tarihin karanlığında kaldı. Çağdaş dünyada bunların yeri yok. Hele Çerkes toplumunda hiç olmamalı. O zaman biz de deriz ki, bu yaptığınız Nihal Atsızlıktır…“.
Hollywood filmleri gibi…
Sonra Nihal Atsız’ın anlatımlarından bir demet sunmuş:
„Bir Kürt kendisinin safkan Türk olduğuna inansa, hatta Türklüğün iyiliği için çalışsa çabalasa bile ona Kürt muamelesi yapmak lazımdır (yani bir Kürt ağzıyla kuş tutsa da Türk olamaz diyor).
…Türkler için milliyet her şeyden önce bir kan meselesidir. Yani Türküm diyecek olan adam Türk neslinden olmalıdır. Türk nesli de tarihten malûm ve meşhur olan Türklerdir…
Sibirya’nın buzlu bir bucağında yaşayan bir Saka veya Litvanya’da yaşayan bir Kıpçak Türk’tür. Saka’nın dili bize pek aykırı gelebilir. Litvanyalı Kıpçak çoktandır öz dilini unutup Litvan diliyle konuşmuş olabilir. Fakat onlar kanca Türk oldukları için Türk’türler. Bunun için biz onlara bir yakınlık duyarız. Fakat yabancı kan taşıyan bir insan Türkçeden başka dil bilmese bile, o Türk değildir. Bunu şöyle bir misalle izah edebiliriz: Memleketimizde epeyce zenci vardır. Bunların hepsi Türkçe konuşur. Bazılarının dili tam bir İstanbul şivesidir. Başka dil bilmezler. Kanun bakımından da Türk sayılırlar. Fakat onlar Türk müdür? Bir Türk köylüsü onun Türk olduğuna kat’iyen inandırılamaz. Hakikatte de onun Türk olduğunu iddia etmek gülünçtür. Zaten memlekette herkes bunlara Arap der, geçer. Türk kanına yabancılığı bakımından bir İngiliz, bir Yahudi, bir Çerkes, bir Arnavut, bir Kürt veya bir Lâzdan farkı olmayan zencilerin, sırf tabiat ona kara damga vurdu diye Türk olmadığı ittifakla kabul olunuyor da, dış şekilleri Türk’e benzeyen başka yabancılar neden Türküm deyince Türk sayılıyor? Mademki zencinin Türklüğünü kimse kabul etmiyor, o halde şekli Türk’e benzeyen yabancı da Türk değildir. Mesele yalnız dış şekil meselesi olsaydı zenciyi Türk saymayıp ötekini saymak belki doğru olurdu. Fakat mesele bir iç meselesidir. Zenci, Türk’e olan sadakatinde ötekilerden, muhakkak ki, daha samimidir. Fakat mesele bir iç meselesi olduğu için Türk’e şeklen benzeyenlerden daha çok sakınmak lazımdır. Malum ya: yılanın bile en tehlikelisi bulunduğu yerle aynı renkte olanıdır (Orhun dergisi 1934).
…Onun için bizce anlaşılmıştır ki Türk olmak için kanı Türk olmaktan başka çıkar yol yoktur ve olamaz da… (Orkun, 16 Temmuz 1934, sayı:9)
Şimdi, şu neticeye varıyoruz demektir:
Türk olmak için önce kanı Türk olmak lazımdır. Ondan sonra dili Türk olmak lazımdır. Ondan sonra dileği Türk olmak lazımdır (Orkun; 16 Temmuz 1934, sayı 9).
Türk olmak için Türk ırkının maddi ve manevi hasletlerini tevarüs etmek icap eder.
Türkçülük, Türk milliyetçiliğinin adıdır. Gerçekten Türkçü olmak kolay değildir. Her önüne gelen Türkçü olamayacağı gibi, her Türkçüyüm diyen de Türkçü olamaz (Nihal Atsız, Orkun, 10. sayı, 1 Ekim 1943)…“
Bundan kendi anladığı da şu:
„Nihal Atsız kısaca bunları söylüyor: Yani ona göre Türk milleti üstün bir ırktır. Öyle isteyen herkes (Yahudi, Kürt, Çerkes, İngiliz, Arnavut, Alman) Türk’üm demekle Türk olamaz. Bu durum Türk milletini kirletir. Arılığını ve asilliğini ortadan kaldırır. Türk milleti diğer düşük ırklarla karışıp kirlenmek üzeredir, bunu önlemek için gerçek Türk’ü korumak lazım.“
Ardından bu ırkçı-faşistle karşılaştırmak-aynılaştırmak için bizim yazdıklarımızdan örnekler veriyor:
„Biz Çerkes=Adığedir ve Çerkesya’da yaşayan herkes Çerkes değildir; gelecekte de olmayacaktır derken, işte böyle her halkın kimliğine saygı duyacağımızı; Çerkesya’nın hepimizin vatanı olacağını ilan ediyor; diasporanın bu perspektifle yeniden örgütlenmesini istiyoruz.
...Diasporanın ilişkilerinden yola çıkarak Kuzey Kafkasya halklarına veya Çerkesya halklarına ‚hepimiz Çerkesiz’ demek hem Kuzey Kafkasya’daki siyasi haritaya uymaz, hem de kendilerini Çerkes hissetmeyen halklarda ‚Çerkes şövenizmi’ olarak algılanır. Ki bugün Çerkesya halklarından yıllardır bizimle birlikte yaşayan, dilimizi; kültürümüzü benimsemiş Abazinler dahi ‚biz Çerkesiz’ demez, böyle söylemlere karşı çıkarlar. Bu tepki Karaçaylar da çok daha büyüktür.
…önceden ‚Tüm Kuzey Kafkasya Halkları Çerkestir’ diyorlardı, ama artık Çeçenler, Dağıstanlılar, Karaçaylar da Çerkestir diyemiyorlar. Bunun yerine ‚Adığeler, Abazalar ve ben Çerkesim diyen herkes’ Çerkestir demeye başladılar. Osetler içinse henüz karar veremediler. Belki de önce papatya falı açacaklar: ‚Çerkes mi, değil mi? Çerkes mi, değil mi?...’ diye.
…Anavatandan yükselen ‚Biz Adığeyiz, Biz Çerkesiz’ söylemleri onları ırgalamıyor. Henüz açıkça ilan edemediler ama eğer ‚arkadaşlar, söyleyin ama yazmayın. Yoksa bir daha değiştiremez ve geri alamazsınız. Bu da, ileride başka şeyler söylemek istediğimizde bizi zor durumda bırakır’ diye uyaran ‚Abiler’ini dinlemezlerse büyük ihtimalle ‚Çerkes anavatanda başka, diasporada başka bir anlama gelebilir’ veya ‚niye anavatanın tanımını kabul edelim, anavatan bizim tanımımızı kabul etsin’ gibi bir bilimsel buluşa! imza atmak üzereler.
…Dün Abhaz Dayanışma Komiteleri veya Abhazya'nın Dostları gibi platformlar örgütlemişlerdi; bugün Abhaz'ı ağızlarına bile almıyor, ‚Abaza’ diyorlar. Ne dilleri, ne tarihleri, ne de siyasi gelecekleri için özel hiçbirşey yapmadıkları; Adığe olduklarını, Adığeleştiklerini bildikleri Ubıhları sırf Çerkes=Adığe dememek, manupile etmek için dillerinden düşürmüyorlar.
Dün ‚Kuzey Kafkasya Halkları’ Çerkes'ti, bugün ‚Adığe, Ubıh, Abaza ve kendisini Çerkes gören herkes’…“
Ben bizim yazdıklarımızdan birkaç örnek daha vererek kendisine yardımcı olayım:
„Somutlamak gerekirse: tarihi topraklarımız Çerkesya’da kendileri Çerkes kabul etmeyen halklar: Abazinler, Karaçaylar, Balkarlar, Ermeniler, Ruslar...da yaşıyorlar. Biz mümkünse Çerkesya’yı bu halklar ile birlikte inşa etmek, Çerkesya’da birlikte yaşamak istiyoruz. Ama kimseyi buna zorlamayacağız. Ve kimseyi Çerkes yapmaya çalışmayacak, herkesin kimliğine, iradesine ve tercihine saygı duyacağız…
Bugün en doğru olan demokratik, insan hak ve özgürlüklerine saygılı; dünya ile ekonomik, politik, sosyal ve kültürel olarak bütünleşmiş bir Çerkesya’dır. Biz bu ideali bizimle paylaşan herkesle birlik olmaya hazırız ve yurtseverlerin ‚halkımız’ dedikleri bu ideali paylaşan insanlar ve insan topluluklarıdır…“
„…Bir coğrayfa üzerinde yaşayan halkı ‚halkımız’ olarak görmek ve sevmek için ‚aynılaştırmak’; onlara mutlaka ‚ortak bir kimlik’ vermek gerekmez. Bu, kendileri tam tersini iddaa etseler de, aslında başka kimliklere saygısı olmayan ‚milliyetçi’ ve ‚şövenist’ tavırdır. Doğrusu, her halkın kendini nasıl tanımladığına, kimliğine saygı duymak ve ortak bir ideal etrafında bütünleşmelerini sağlamaktır…
„…Farklı olanları aynılaştırarak veya aynılaştırdıktan sonra sevmek ‚şövenizm’ veya en fazla ‚anti demokratik milliyetçilik’, farklılıklara saygı duyarak sevmek ise ‚yurtseverlik’tir. Türk milliyetçilerinin farklı olanları ‚alt’ veya ‚etnik köken’ düzeyine indirerek Türk kimliği altında toplamaya çalışmaları buna en güzel örnektir. Bize ‚milliyetçi’ vs diye suçlamalar getiren ‚ulusalcılar’ın veya ‚ezberleri bozalım’ diyen ‚en akıllı’ların halk sevgisi de, yurtseverlik anlayışı da Türk milliyetçilerinden alınmıştır; şövenisttir, asimilasyoncudur ve halkların iradesine saygı duymamaktır...“
“… ‚Çerkesya kapsayıcı bir yurdun adı ise neden Karaçaylar, Balkarlar, Abazinler Çerkesyalı olmasın’ ve ‚neden Çerkesya da bulunan, şu an Adıgey, Kabardey-Balkar, Karaçay Çerkes halkları gururla kendisini Çerkes olarak adlandırmasın’ diye soruyor…lar.
‚Neden Çerkesyalı olmasın?’ veya ‚neden kendilerini Çerkes olarak adlandırmasınlar?’ derken ‚Çerkesyalı’ ile ‚Çerkes’ kavramlarını birbirinin yerine kullanıyorlar. Peki bunlar aynı mı? Mesela ‚Türkiyeli’ ve ‚Türk’ deyince anlatılmak istenenler aynı mı?
Veya biz Çerkesya’da yalnızca Çerkeslerin yaşadığını nerede söylemişiz? Bunu söyleyen ve ‚herkesi Çerkes’ yapan kendileri değil mi? Bizim ‚Çerkesya, Çerkeslerin (Adıgelerin) anavatanıdır’ söylemimizden bu anlam çıkar mı?
Asıl önemli olan ise ‚Neden Çerkesyalılar kendilerine Çerkes demesinler?’ ricası! Bunun ‚Türkiye’de yaşayan herkes Türktür’ veya kendi sözleriyle ‚Türkiye’de yaşayan herkes neden kendisine Türk demesin?’ demekten farkı var mı? ‚Neden… demesin’ diye sorar gibi yaparken aslında ‚ruhunun derinliklerindeki’ veya ‚teslim olduğu’ şövenizmi dışa vurup, bugüne kadar Türkiye’de ve Rusya Federasyonu’nda neden ulusal kimliğimize sahip çıkamadıklarının da ipuçlarını vermiyor mu?
‚Neden Adıgey, Kabardey-Balkar, Karaçay Çerkes halkları gururla kendisini Çerkes olarak adlandırmasın?’ cümlesinin, yani ‚gurur sosu’na bandırılan bu sorunun demo;ji yapmaktan başka bir anlamı var mı? Sanki bu halklar ‚biz Çerkesiz’ demek için yanıp tutuşuyorlarmış da, biz onları dışlıyormuşuz gibi?...“
Kafa karıştırmaya gerek yok. Irkçılık sözlüklerde şöyle tanımlanıyor:
“Irkçılık genel olarak çeşitli insan ırkları arasındaki biyolojik farklılıkların kültürel veya bireysel meseleleri de tayin etmesi gerektiğine ve doğal sebeplerle bir ırkın (çoğunlukla kendi ırkının) diğerlerinden üstün olduğuna ve diğerlerine hükmetmeye hakkı olduğuna duyulan inanç veya bu değerleri kabul eden doktrindir. Ortaya çıkış nedenleri arasında çoğunlukla ekonomik nedenleri olması yanı sıra düşünsel nedenlere de dayanmaktadır.”
En bilinen ırkçı akımlar, beyazların siyahlar ve Almanların tüm dünyada tahakkümünü savunan “Ku Klux Klan”, “Apartheid” ve “Alman ırkçılığı”dır. Ama bunların yanında kendi dilini veya kültürünü; kısaca devletini-milletini diğerlerinden üstün gören, başkalarına hükmetmeye ve yoketmeye çalışan ırkçı akımları dünyanın hemen her yerinde görmek mümkündür.
Peki söyler misin… Çerkes=Adıge demek bu tanımın neresine girer? Biz ne zaman Çerkesler (Adıgeler) belli bir kan grubuna veya genetik yapıya sahip etnik topluluğudur demişiz? Veya kendimizi başkalarından üstün görmüş, onlara hükmetmek iştemişiz?
Biz şunu söylüyoruz:
…Adıge kabileleri tarihsel olarak ortaya çıkarken savaşlar, göçler ve sosyal ilişkiler nedeniyle birçok etnik grup ve kavim içiçe geçmiş, kaynaşmıştı. Adıgelerin ataları olan bu insan toplulukları artık tarihe karışırken ulus öncesi toplumsal ilişkiler içerisinde şu veya bu oranda birbirlerinden farklılaşan Abzah, Shapsugh, Bjeduğ, Vıbıh… kabileleri ortaya çıkmış; bunlar 18. Yüzyılda birlikte uluslaşma iradesini ortaya koymuş, Çerkesya’yı anavatanları ilan etmiş, yani aynı kaynaktan doğup ayrılan; ama bir kaç kilometre sonra tekrar birleşen bir nehir gibi birleşmiş, Adıgeleşmiş; ancak Çarlık Rusyasına karşı savaştan yenilgiyle çıkmaları nedeniyle uluslaşmalarını tamamlayamamışlardır…
…Yani "Çerkes", daha 13. Yüzyılda Adıgelere verilen ve tarihsel süreç içerisinde Adıgeleşen insan topluluklarının, kavimlerin, kabilelerin veya etnik toplulukların uluslaşma kimliğidir. Soykırım ve sürgün sonrası kesintiye uğramıştı, ama kendini Adıge (Çerkes) halkına ait hissedenlerce yeniden örgütlenecektir. Saf, bilimsel, birleştirici-bütünleştirici vb görüntüler altında Çerkesya’nın bütünlüğünü, Çerkes (Adıge) halkının birliğini bozma çabası içerisinde olanlar boşu boşuna uğraşmasınlar: “Ben Çerkesim” diyen herkes Adıge, “ben Adıgeyim” diyen herkes de Çerkestir.
…Tarih farklı bir şekilde yaşansaydı elbetteki tüm Kuzey Kafkasya Halklarından veya bunların bir kaçından bir “Çerkes ulusu” veya “Kafkas ulusu” çıkabilirdi. Ama yaşanmadı; Kuzey Kafkasya Halkları birlikte bir merkezi otorite kuramadı; denedi, ama olmadı, yaşatamadı ve bu nedenle de birlikte uluslaşamadı. Bugün ortaya çıkan siyasal, sosyal ve ruhsal harita bu halkların birlikte uluslaşamamış olmaları nedeniyledir. Ve bu tren artık kaçmıştır…“
Sonra yazılarımızda anavatandan ve diasporadan verdiğimiz örnekler var. Xaselerimizin kararları. Cumhuriyetleririmizin açıklamaları. Fahri Abi’nin yazıları. Hatta Rusya Bilimler Akademisinin açıklaması…Mesela Sayın Şovmen:
„…‘Adıgeyliler’ dediğiniz insanlar, Adıge halkının ayrılmaz bir parçası olan Batı Adıgeleri (Bjeduğlar, Çemguylar, Abzahlar ve diğer alt etnik gruplar) dir. Karaçay-Çerkessk’teki Besleneyler ve Kabardeyler bu Adıge halkının iki alt etnik bileşenidirler. Aynı şekilde, Stalin’in etnik sorunlarla ilgili politikası sonucu ayrı bir halk statüsü verilmiş olan ve bugün Kabardey Balkar Cumhuriyetinde yaşayan Kabardeyler de. Gerçekte Kabardeyler, farklı diyalektler konuşan Çerkes (Adıge) halkının bir alt etnik bileşenidir. Bu nedenle, Kuzey Kafkasya’da tek bir Adıge (Çerkes) halkı yaşamaktadır ve ‘Adıge’, RF’nun üç Cumhuriyetinde yaşayan tek bir halkın kimliğidir. Kuzey Kafkasyada yaşayan Adıgelerin toplam sayısı 700 bin, Adıgey’de yaşayanların ise 100 bindir. Adıgelerin bir kısmı, Shapsugh Adıgeleri, Krasnodar’da Tuapse ve Lazarevsky’de yaşamaktalar. Artı, diasporada da bir kaç milyon Adıge yaşar. Yani Adıgeler küçük bir halk değildir…
…eğer RF Adıgey’in bir Cumhuriyet olarak statüsünü yoketme niyetlerinden vazgeçmezse, o zaman Çerkesler de RF içindeki tarihsel topraklarında kurulu Adıgey’in, Kadardey’in, Çerkesya’nın ve Shapsughya’nın tek bir Adıge (Çerkes) Cumhuriyetinde birleşmelerini talep edeceklerdir…” demiş 2006 yılında Caucassus Times’ a verdiği bir röportajda.
Ama bunları yalnız biz dile getirmiyoruz. Mesela „Ortak Akıl Toplantısı“ na katılan Sayın Murat Papşu:
„…Türkiye’nin ve dünyanın bugünkü siyasi ortamında kimliğin siyasallaşmasını ve kimlik siyasetini çok önemsiyorum ve Çerkes tanımını da bunun ayrılmaz bir parçası olarak görüyorum. “Diasporada Adığe, Abaza, Ubıh ve diğer Kuzey Kafkas halklarını bütünleştiren, onlara siyasi hüviyet kazandıran ‘Çerkes’in ortak ad ve ortak siyasi tanım olarak kalması doğru olacaktır” diyen KAFFED ortak aklının tam tersini düşünüyorum. Evet, Türkiye’deki kullanımıyla Çerkes etnik değil kültürel bir kimliğin adıdır. Ancak bu şekildeki kullanımıyla ‘Kafkaslı’dan farkı yoktur ve siyasi bir kimlik olamaz. ‘Çerkes’in bir halkın adı olarak değil, sosyo-kültürel, folklorik bir topluluğun adı olarak kullanılması kimliği siyasallaştırmak değil, tam tersine siyasallaşmasının önünü tıkamaktır. Bunu tartışmayı, tanımı diğerlerini dışlayıcı bir anlayışla yapmadığımı belirterek daha sonraya bırakıyorum. Ancak KAFFED’in muğlak kalan şu konulara açıklık getiren bir söylem geliştirmesini beklemek hakkımızdır diye düşünüyorum: 1) Çerkes “Adığe, Abaza, Ubıh ve diğer Kuzey Kafkas halkları”nın ortak adı mıdır yoksa sadece Adığe, Abaza ve Ubıhların mı? Çünkü KAFFED, bildiride aksi söylense de son yıllarda pratikte “Adığe, Abaza, Ubıh” formülünü tercih ediyor.
1) Bu formülde yer alan Ubıhlar bugün Adığe ve Abazalardan ayrı bir halk mıdır? Benim bildiğim, çoğu sürgünden sonra Adığe ve Abazalara karıştı; ayrı köyler halinde kalan Ubıhlar da Adığece konuşuyor ve kendini Adığe sayıyor. 150 yıl önceye bakıp bugüne yönelik tanım yapılması doğru mu?
2) “Diğer Kuzey Kafkas halkları”ndan hangileri Çerkes ortak adına dahildir? Çeçenler, Osetler, Dağıstanlılar…? Peki Karaçaylar ve Balkarlar neden bu listeye hiç dahil edilmiyor? Anadolu’da yaşadıkları yerlerde onlara da Çerkes deniyor ve aynı kültürel kimliği paylaşıyorlar. Farklılarsa diğerleri de farklı.
3) Kendilerini Çerkes ortak adı altında görmeyen “diğer Kuzey Kafkas halklarına” ve hatta Batı Anadolu’daki Abazalara (Apsuvalara) bu adın nasıl benimsetilmesi düşünülüyor?
4) Türkiye’ye özgü bu Çerkes tanımı ne Kafkasya’da, ne yazılı literatürde, ne de diğer dillerde var. Artık iletişimin, bilgiye ulaşmanın çok kolaylaştığı günümüzde iyice belirginleşen bu çelişki nasıl giderilecek?
5) Çerkes halkı, Çerkes tarihi, Çerkes kültürü, Çerkes müziği vb. başında Çerkes sıfatının olduğu her kullanımda buna “Adığe, Abaza, Ubıh ve diğer Kuzey Kafkas halklarının” dahil olması gerekmez mi? Bu, birçok durumda Çerkes adının kullanılmasını imkansız kılar. “Ortak adımız” tezini savunanların bile ‘Çerkes’ olarak çoğunlukla Adığeleri esas aldığını görmek için basit bir söylem analizi yapmak yeterli…“ diye yazmış.
Veya Sayın Zeynel Abidin:
“ 1864’de biten Kafkas savaşı sonrasında yurtlarından sürgün edilen Adığeler, Abazalar ve Ubıhlar (ve diğer Kuzey Kafkas halkları) bugün dünyanın en büyük ve en geniş diasporalarından birini teşkil etmektedir. Nüfuslarının büyük çoğunluğu diasporada yaşayan Adığe, Abaza ve Ubıhların, tarih boyunca sürdürdükleri kader birliği devam etmektedir. Birlikte yaşama ve birlikte mücadele etme ihtiyacı eskisinden daha yakıcıdır ve daha vazgeçilmezdir. Adığeler, Abazalar, Ubıhlar ve diğer kardeş Kuzey Kafkas halkları için, hem diasporada hem anavatanda toplumsal-ulusal varlığı sürdürmek, birlik ve dayanışma içinde mümkündür.”
“Diasporada ve anavatanda yaşayan kardeş Kafkas halklarının kendi etnik-ulusal adlarını kullanmaları ve öne çıkarmaya çalışmaları elbette doğal haklarıdır ve teşvik edilmelidir. Ancak bunun diğerini dışlayıcı, ayrıştırıcı, birbirinden uzaklaştırıcı olması kabul edilemez. Bu bağlamda, 1908’deki ilk örgütlenmemizden bu yana olduğu üzere, özellikle diasporada Adığe, Abaza, Ubıh ve diğer Kuzey Kafkas halklarını bütünleştiren, onlara siyasi hüviyet kazandıran ‘Çerkes’in ortak ad ve ortak siyasi tanım olarak kalması doğru olacaktır.”
Özellikle ‘Bu bağlamda, 1908’deki ilk örgütlenmemizden bu yana olduğu üzere, özellikle diasporada Adığe, Abaza, Ubıh ve diğer Kuzey Kafkas halklarını bütünleştiren, onlara siyasi hüviyet kazandıran ‘Çerkes’in ortak ad ve ortak siyasi tanım olarak kalması doğru olacaktır’ cümlesine katılmadığım ve böyle bir fikri ifade etmediğim gibi o toplantıya katılanların arasında benim dışımda birçok kişinin de bu tanımlamaya farklı farklı nedenlerle karşı çıktığına şahit olduğumu belirtmek istiyorum…“ diyor.
Örnekleri daha fazla çoğaltmayayım. „Çerkes’in Adigeleri tanımladığı“nı söyleyen kurumların veya tek tek insanların; hatta sözlüklerin açıklamalarını Cherkessia.net’in sayfalarında bulabilirsiniz.
Şimdi bunların hepsi Nihal Atsız’ın soyundan mı? Aynı sütü mü emmişler? Aynı kanı mı taşıyorlar?
Kendisinin de belirttiği gibi, „Nihal Atsız’a… göre Türk milleti üstün bir ırktır. Öyle isteyen herkes (Yahudi, Kürt, Çerkes, İngiliz, Arnavut, Alman) Türk’üm demekle Türk olamaz. Bu durum Türk milletini kirletir. Arılığını ve asilliğini ortadan kaldırır. Türk milleti diğer düşük ırklarla karışıp kirlenmek üzeredir, bunu önlemek için gerçek Türk’ü korumak lazım.“
Evvelki hafta Sayın „Tükenmez Kalem“e şunu sorduk: „Biz nerede bu anlamda bir Çerkes tanımı yaptık?“ Veya „Çerkes=Adıge demek neden ırkçıdır?“ Nerede Çerkes (Adıge) halkını bir gen, kan veya veya ırk ekseninde tanımladık?
Ne zaman ve nerede Çerkes halkının üstün olduğunu, saf olduğunu, başkaları ile karışmaması gerektiğini, bu karışmanın bizi kirletebileceğini söyledik? Veya nerede başka bir halkı küçümsedik? Aşağı gördük?
Ama Sayın „Tükenmez Kalem“ bunlara cevap vermek yerine senaryo yazıyor ve kendi senaryosunu eleştiriyor.
Halbuki aylardır tartışılan şudur: „ ‚Çerkes’, Adıgelere mi denir, yoksa bütün Kuzey Kafkasya Halkları’na veya bu halklardan birkaçına ( bazan Adıge-Abhaz-Oset’lere, bazan Adıge-Abaza-Ubıh’lara, bazan Adıge-Abhaz’lara, bazan bunlarla birlikte ‚diğerleri’ne…) mi?“
Yani senaryosunda yazdığı gibi „ Ben Çerkesim“ diyene „yok sen Çerkes değilsin“ diyen yok veya Çerkes olup olmadığını tespit etmek için bir kan-gen testi ve idrar tahlili yaptırmak gerekir diyen de.
Sorun, kendilerini Çerkes diye tanımlamayan halkların Çerkes kimliği altında toplanmak istenmesidir. „Ben Çeçenim“ diyene, „yok sen aslında Çerkessin“; „ben Oset’im“ diyene, „seni kandırmışlar, sen aslında halis Çerkessin“ veya „ben Abhaz’ım“ diyenlere „siz hakiki Çerkessiniz“ denmesidir.
Karaçaylar-Malkarlar kendilerinin Türk olduklarını anlatıyorlar yıllardır, işte sitelerine bakın! Ama bazılarımız hala „Nuh Nebi’den kalma belgeler“le onların „Kara Çerkesler“; yani Çerkes olduklarını ispat etmeye çalışıyorlar.
Abhazlar „bir Abhazız“ diyorlar, bağımsız devletleri var; ama birileri hala onlara „Çerkes olmayı dayatıyor“; „Abhaz-Abaza“ ikilemi yaratarak diasporalarını bölmeye çalışıyor; dizginlenemez siyasi emelleri için Abhaz kardeşlerimizin ele geçirdikleri bu tarihsel fırsatı çarçur etmek istiyorlar.
Ki bu senaryo yazarı, yazısının sonunda „* Ne yazık ki bu sakat anlayış bugün Abhazya’da kendine uygun bir liman bulmuş ve diasporadan gelenlere karşı uygulanmaya çalışılmaktadır. Ben de bundan utanç duyuyorum” diyerek aslında kendi senaryosuyla da çelişiyor ve sorunun kendini Çerkes görenlerin “Çerkesliğe kabul edilmemeleri” değil; başkalarının kendilerini istedikleri gibi tanımlama özgürlüklerinin ellerinden alınması olduğunu itiraf ediyor.
Yani sorun “ben Çerkesim” diyene “yok sen Çerkes değilsin” denmesi değil; kendilerini Çerkes görmeyenlere “Çerkes kimliği verilmek istenmesi”dir. Bunu yaparken, kimliği temsil edecek kurumların değil; birkaç ismin veya diasporada ulus öncesi ilişkilerin ve bizleri asimile etmek isteyen güçlerin projeleri sonucu ortaya çıkmış yapının örnek alınmasıdır. Bu yapının önümüze çıkardığı zorlukların “annesi Abaza olanı ne yapacağız”, “Karaçay ile evli olanlar nereye gitsin” gibi söylemlerle kullanılması; politik çıkarlara alet edilmesidir.
Abhaz, Çeçen, Dağıtan, Oset veya Kuzey Kafkasya’nın diğer halklarını temsil edenler bu halkların siyasi örgütlenmeleri; varsa devletleri veya Cumhuriyetleri ve onların kurum ve kuruluşlarıdır. Tek tek fertleri değil. Yoksa dünyada ulustan, milliyetten veya etnik topluluktan sözedemezsiniz. Çünkü her milletten asimile olmuş veya kendi ulusal kimliğinin farkında olmayan, bu kimliği benimsemeyen veya önemsemeyen insanlar çıkar. Mesela Türkiye’de “ben Türküm” veya “Türk kökenli Çerkesim” diyen binlerce, hatta yüzbinlerce Çerkes var; ama bunlardan dolayı Çerkesler Türk olmaz veya Türk ulusunun bir alt kimliği.
Bunları veya bu sorunları “kimlik” başlığı altında değil; uluslaşmanın sorunları, demokrasi, hak ve özgürlükler, asimilasyon, diasporik halk olmanın sosyolojik sonuçları başlığı altında tartışmak lazım.
Dahası sorun, Çerkes’in bir siyasi kimlik olarak, bir ulusu ve bir halkı tanımlamak için değil; birden çok ulusun veya halkın „ortak kültürel kimliği“ olarak kullanılmasıdır. Çünkü bu durumda: kendilerine Çerkes diyen Adigelerin dil, kültür, toprak, tarih ve bugün Kuzey Kafkasya’daki siyasal şekillenme nedeniyle gelecek ülküsü gibi ortaklıkları, yani uluslaşmanın objektif şartları yokedilmektedir.
Bu neye yarar:
1- Anavatanımızda kendisini Çerkes olarak gören halkımızın „birlik ve birleşme“ talebinin RF Anayasası ile ( 5. ve 6. maddelerinde formüle edilmiştir bu) de tanınmış meşruiyetini ortadan kaldırır. Çünkü RF anayasası „bir ulusun tek bir siyasi birimde yaşaması“na olanak tanır; ama tarihi olarak RF’nda Çerkes=Adigedir. Çeçenlerin, Dağıstanlıların, Osetlerin veya Abhazların da Adigelelerle birlikte tek bir halk veya ulus oldukları iddiası yoktur.
2- Keza diasporada anavatana rağmen böyle bir Çerkes tanımı yapmak, anavatan ile diaspora arasında daha sağlıklı ve uluslaşmaya hizmet edecek ilişkilerin kurulmasına engel olur. „Diaspora“ kavramının içini boşaltır ve başkalarına bunu istediği dibi doldurma fırsatı verir.
Daha dün Samsun’da bizim „diaspora“ söylemimizin bile yanlış olduğunun iddaa edilmesi tesadüf değildir. Ve kimlik böyle „kültürel bir öge“ durumuna düşürülürse, bir yandan siyasal taleplerinizin ( azınlık bir ulus veya sürgün bir halk olma gibi ) önü tıkanır, diğer yandan da kendi insanlarınızın bilincini çarpıtıp onlara içerisinde yaşadıkları ülkelerde „bir kültürel zenginlik“ olarak yaşamalarını çözüm olarak sunar.
Adıgelerin Çerkes kimliğini neden sahiplendiklerini anlamak için de müneccim olmaya gerek yok: Bunun tarihsel bir gerçeklik olması, bugün pratikte zaten başka bir anlama gelmemesi bir yana; Adigelerin siyasi olarak ulusal hak ve özgürlüklerini talep etmeleri Çerkes kimliği altında mümkündür.
Çerkes Soykırım ve Sürgünü derken, mesela, „biz Çerkesler; yani Adıgeler, Abhazlar, Osetler, Çeçenler vs“ diye dünyanın karşısına çıktığınızda size gülerler. Bu halkların ne tarihte yaşadıkları, ne bugünkü realiteleri ve ne de talepleri bu kimlik altında veya kimliğin altını bu şekilde doldurarak anlatılamaz. Bunu haklarında konuşmaya çalıştığınız o halkların kendileri bile istemezler!
Ama daha da önemlisi bizlerin Çerkesya talebidir. Bu hak, „bütün Kuzey Kafkasyalılar Çerkestir“ dediğinizde otomatik olarak ortadan kalkar. Çünkü Çerkesya bütün Kuzey Kafkasyalıların değil, „Çerkeslerin“ ve geleceğini Çerkesya’da görenlerin bir siyasi örgütlenmesidir.
Kısaca bugün tartıştığımız sorun, „geleceğini diasporada örgütlemek isteyenlerle, anavatanda örgütlemek isteyenler“; „diasporanın bir kültürel zenginliği olarak yaşamak isteyenlerle, anavatanlarında uluslaşmak isteyenler“ ve „içerisinde yaşadıkları ülkelerde demokratikleşerek daha iyi yaşam şartlarına sahip olmak isteyenlerle, bu demokratikleşmeyi ulusal varlığımızın devamı için gerekli hak ve özgürlükleri kazanmak; anavatanla daha sıkı ekonomik-siyasal-sosyal ve kültürel bağlar kurmak; ama önceliği anavatanda birleşmek olanlar“ arasındadır.
Peki Çerkes kimdir?
Çerkes=Adigedir. Yani Adıge dilini, kültürünü, tarihini benimsemiş, kendini onun bir parçası olarak gören; geleceğini Adıge olarak örgütlemek isteyendir. Kanla, genle veya ırkla bir alakası yoktur. Ve herkes Çerkes veya Adige olabilir. Ama kimsenin Çerkes’i bir ulusal-siyasal kimlik olmaktan çıkarıp, kültürel bir kavram haline getirmesine de müsaade etmeyeceğiz. Nasıl ki „Basklar“ veya İspanyolca „Vascos” dendiğinde „Euskaldunak“ anlaşılıyorsa, „Çerkes“ dendiğinde de „Adıge“ anlaşılacak.
Bu anlamda kullanılabilecek, Kuzey Kafkasya Halkları arasında bugün birlik-yardımlaşma ve dayanışma olmasına; gelecekte de daha ileri siyasi birliklerin yaratılmasına yarayacak kimlik „Çerkes“ değil; „Kuzey Kafkasya“ veya „Nart“ veyahutta „Kafkas“ vs dir.
Ve Türkiye’de yaşayanların dilleri dendiğinde nasıl ki Türkçe, Kürtçe, Arapça, Lazca, Çerkesçe vs deniyor; bunlar Türkçenin değil, Türkiye’nin bir zenginliği olarak kabul ediliyorsa; Çerkesçe dendiğinde de yalnızca bir dil ve onun lehçeleri anlaşılacak; Rusça, Ermenice, Rumca, Abazaca vs „Çerkesya dilleri“ olacaktır.
„Üslubumuz“ konusuna gelince…
Biz kendimizi ifade ederken, düşüncelerimizi dile getirirken bilinçli bir tercih yaptık. Yani amacımız sadece doğrularımızı veya bildiklerimizi anlatmak değil; beraberinde ulaşmak istediğimiz hedefe yürüyebilecek, bunun yükünü kaldırabilecek, iddaalı, cesur, talepkar insanları ve bu „ruh halini“ yaratmayı hedefliyoruz.
Elbette „dalgalarla boğuşurken“ yanlış söylemler olabiliyor. Bize yakışmayacak laflar edebiliyoruz. Ama gerektiğinde birbirimizi bu konuda uyardığımızı da biliyorum. Hatta bizim kendimize yönelik eleştirilerimiz zaman zaman başkalarının bize yönelik eleştirilerinden bile ağır oluyor.
Ama bizim dilimizin-üslubumuzun akademik veya bilimsel değil; siyasi bir dil veya üslup olduğu da bilinmelidir. Ve sadece bilgi sahibi olmayı veya bilgilendirmeyi hedeflemediği; örgütlemek istediği...
Bunu ve farkı daha iyi anlayabilmek için en „pasifistinden“ en „radikaline“ dünya siyasi mücadeleler tarihine, örgütlenmelerine, önderlerine veya biyografilerine; yazı çizilerine daha bir alıcı gözle bakmak gerekir.
Akademisyenler veya „entellektüeller“ bu dilden dünyanın her yerinde rahatsız olurlar. Ama akademisyenlerin, entellektüellerin veyahutta „laboratuvarında materyalist, laboratuvarından çıkınca da idealisttir“ olan bilim insanlarının „akademik“ kimlikleriyle bir toplumsal-siyasal hareket örgütledikleri; ciddi bir siyasi örgütlenme yaratabildikleri de dünyada görülmemiştir. Destek olurlar, kısmen içerisinde yeralırlar; ama örgütleyemezler; sürükleyemezler. „Alışkanlıkları“ ve „karakterleri“ buna müsaade etmez.
Onlar olmazsa siyaset de sağlıklı olmaz. Çünkü siyaset ile uğraşanlar gıdalarını bu akademisyenlerin veya biliminsanlarının ürünlerinden alırlar; onlardan yararlanırlar. Ama bu hamuru bir kez daha yoğurup; hedefe ulaştıracak bir kalıba dökerler.
Yani bütün toplumsal hareketler tezlerini, teorik bilgilerini „entellektüellerin, akademisyenlerin veya biliminsanların emeklerine ve ürünlerine“ borçludurlar; ama siyasetin kendine özgü bir dili ve ruhu vardır.
Ve dünyanın her yerinde, özellikle de bir toplumsal hareketin gelişimi sürecinde, „biliminsanı-entellektüel-akademisyen“ çevrelerle siyasal hareketlerin önderleri ve aktivistleri arasında göreli bir uyuşmazlık olur. Çünkü, siyasi mücadelede ve bu mücadelenin dilinde bireysel alan daralır, kollektif olan öne çıkar. Akademisyenler bunu „özgürlüklere bir saldırı“ olarak yorumlarlar.
Bunun en önemli nedeni onların „siyasal-kültürel“ yaşamlarının ve üretimlerinin „kişisel“ eksende gerçekleşiyor olmasıdır. Sayın Aydın Turan bunu bir söyleşisinde „Aydın yalnızdır“ diye formüle etmişti. Evet bu „emekçiler“, ne kadar değerli olurlarsa olsunlar veya ne kadar değerli ürünler verirlerse versinler, çoğunlukla „yalnızdırlar“.
A
yrıntılarda gizli olan doğruları bulmaya yoğunlaşırlar.Ama/ve bu ayrıntıları bulup ortaya çıkaran „entellektüeller-akademisyenler ve biliminsanları“, bir paradoks gibi görünse de, bu „ayrıntılardan çıkan doğruları soyutlayıp genel eğilimi ortaya çıkarma, bu genel olanı benimseme-benimsetme ve birbirinden çok farklı alışkanlıkları, beğenileri, özlemleri olan bir kitleyi tek vücut halinde hareket ettirebilme sanatı“ da denebilecek siyasetin dilini ve ruhunu anlamakta veya buna uyum göstermekte zorlanırlar. Ayrıntıda doğruyu bulan veya mükemmeli arayan bir insanın, genelle yetinmesi; „genel“in eksik ve zaafları ile uğraşması kolay olmaz.
Zaten „biliminsanları-akademisyenler veya entellektüeller“ ya denize açılmadan bir „cennet adası“nı anlatır, hatta en ince ayrıntısına kadar tarif ederler; ya da göründükten sonraki bu cennet adasında örgütlenecek „cennet yaşamı“. Ama denizde dalgalarla boğuşmazlar.
Bir siyasi hareketin kitlesi ama, onlar gibi „eğitimli“ değildir, onlar kadar „ince“ düşünmezler. „Denizci“ gibidirler biraz. Hayatın içinde ve bu hayatın olumlu-olumsuz herşeyi vardır karakterlerinde.
Bu fark zamanla bir çelişki gibi gösterir kendini, hatta „çatışma“ya neden olur. Ama ikisi de bir toplumsal mücadelenin „olmazsa olmaz“ tarafındadırlar, ikisinin de eğer samimi iseler birbirlerine ihtiyaçları vardır. Birbirlerini anlamak kaydıyla ve birbirlerinin rolünü oynamaya kalkmadan. En doğrusu ilişkilerini bir hukuksal zemine oturtabilmektir!
Şu „feylezoflar dünyayı tanımlarlar, ama aslolan onu değiştirmektir“ lafı üzerinde bir kez daha düşünmek gerekir. Çünkü burada anlatılmak istenen yalnızca „tanımlamak“ ve „değiştirmek“ eylemleri değildir.
Bunları da tabii „propaganda savaşı“ veya „psikolojik savaş“ ekseninde dile getirilen „uslup eleştirileri“ ile karıştırmamak lazım.
Eğer biz „cevap hakkımızı“ kullanırken başkaları bize küfredenlere, hakaret edenlere tek bir söz dahi etmeden tek yanlı olarak hep bizi eleştiriyorlarsa burada iyi niyet yoktur. Bunları yapanların safları bellidir; ama tutunacak dalları kalmadığı için „yine de bir bahane“ bulmaya çalışmaktadırlar.
Ve biz „güzel kardeşim, canım, birtanem vs“ diyerek anlatsak bile; onların bizim dediklerimize itiraz edeceklerinden kuşku duymuyorum.
Bakın „Sayın Tükenmez Kalem“ durduk yerde bizi „Nihal Atsız“ ile aynı kefeye koymuştu, biz de ispatla dedik; ama o bunu „bir saldırı“ diye yorumlayıp „mağdur“ları oynamaya kalktı. Yani başkalarına „faşist, ırkçı“ demek, „saldırmak“ veya „hakaret etmek“ olmuyor da; „ispat et“ demek „saldırganlık“ anlamına geliyor, öyle mi?
Veya başkaları „altın suyuna batırılmış“ küfürler yağdırıyor; ama biz cevap verince; saldırdığımızı iddaa ediyorlar. Şimdi bize „g…ler“ diye küfredenlere veya buna „anlayacaklar“ diye destek veren zavallıya biz ne diyelim? „Sağol kardeş“ mi diyelim? Sonra çıkıp, „saldırgan bir diliniz var“ diyorlar. Allahtan korkun emi!...
Her ne kadar neredeyse yarısı „alıntı“ ise de, yazı uzadı biliyorum; ama biraz da içimi döktüm işte…
Bir hikaye ile bitireyim bu haftaki yazımı…
Ünlü bir müzik grubu Afrika’daki aç çocuklara yardım için bir turnuvaya çıkar. Türkiye’ye de gelir. Stadyum tıka basa doludur. Konserin bir yerinde ve şarkının ortasında susar, müziği de susturur. Ve elini şaklatmaya başlar: Bir, iki, üç… Sonra stadyuma sorar:
„Elimi her şaklattığımda Afrika’da bir çocuğun öldüğünü biliyor musunuz?“
Bir Malatyalı cevap verir:
„Sen de şaklatma bire ciğerim!“
Bunun gibi, biz bazı gerçeklere dikkat çekiyoruz; ama birileri bunu siz „saldırıyorsunuz“ diye yorumluyorlar. Şu Malatyalı gibi…
Hadi yine de ben alçak gönüllü olayım ve bizi Nihal Atsız ile aynı kefeye koyabilen vatandaş bunu ispat edememiş, sadece bir senaryo yazıp sorunu çarpıtmaya çalışmışsa da „artık şüphe duymadığımı“ kamuoyuna ilan edeyim!
Halbuki „amacı aşan bir söylemdi“ dese bile kalbimizi kazanması ve bizim de bu yanlışı unutmamız mümkündü…