Çerkes Sorunu, politik bir sorundur, Çerkes ulusal mücadelesi de politik bir mücadele.
Bu nedenle Çerkes Sorunu’nu tanımlarken ve çözümü üzerinde kafa yorarken; nasıl bir dünyada ve ülkede yaşıyoruzdan başlamak üzere bir çok parametreyi hesaba katmak zorundayız.
Bu da yetmez; bunları yakından izlemek; değişimi görmek ve ayak uydurmak. Yakın tarihten bir örnek vereyim: Suriye. Bugün artık kimse üzerine konuşmuyor. Ama Suriye’de büyük hata yaptık. Savaş resmen geliyorum diyordu. Konuyu mutlaka ve hızla gündemimize almamız gerekiyordu. Epey dil döktük, ama dinleyen olmadı. Suriye’de yaşayanlar dahil, bazı büyüklerimiz, derneklerimiz ve Federasyonumuz bizim sorunu abarttığımızı söylediler. Savaşa hazırlık yapmadılar. Ve Çerkeslerin vatanının Çerkesya olduğunu politik olarak “tescillemek”, vatana en az birkaç bin Suriye Çerkesini yerleştirmek için büyük bir fırsatı kaçırdık.
Bu nedenle veya böyle hataları en aza indirmek için, Çerkes Sorunu ile ilgilenen, onu örgütlemek isteyen herkes hem felsefeyi, ideolojiyi, politikayı kavramlar düzeyinde çok iyi bilmeli; hem de Çerkeslerle ilgili herşeyi ideolojik-politik düzlemde tanımlayabilmelidir. Çünkü insana, topluma, hayata dair şeylerin altında yatan ideolojik-politik nedenleri ve/veya motivasyonu göremeden onları doğru anlayamayız, doğru tanımlayamayız.
“Hiçbir şey göründüğü gibi değildir” veya “gerçek ayrıntıda gizlidir” gibi sözleri duymuşsunuzdur. Politik açıdan bakarsak, anlatılmak istenen, duyu organlarımızla algıladığımız insan ve toplum davranışlarının altında, ancak akıl-bilgi-deneyim yardımı ile görebildiğimiz ve anlayabildiğimiz ideolojik-politik nedenlerin yattığıdır. Ama sadece bir şeyin “önünü-arkasını” görebilmek için değil, bize “getirisini-götürüsünü” ölçebilmek; dostu düşmanı tanıyabilmek için de ihtiyacımız var ideolojik-politik bakış açısına ve birikimine. Günlük hayatta çabalarını takdir etmek istediğimiz insanlar için çok sık “emekçi”, “çalışkan”, “fedakar” deriz mesela. Bir insanın “emekçi ve fedakar” olması güzeldir elbette; ama bunlar, tek başına onun iyi bir insan olduğunun veya iyi bir iş yaptığının kanıtı olabilir mi? Belki de aşık olduğu birini etkilemek, ona yakın olmak veya toplumda bir yer edinmek, saygı görmek istemiştir. Veyahutta narsistir, populisttir… Daha da önemlisi, bize zarar veren düşüncelerin de emekçileri, çalışkanları, fedakarları yok mu?
Bir zamanlar bir “Yeşil” var/dı mesela veya Çatlı. Keza bugünlerde Suriye’de kelle kesen, kadınlara kızlara tecavüz eden yamyamlar var. İnandıkları davanın emekçisi adamlar. Fedakarlar. Dağlarda yaşıyor, ölüyor öldürüyorlar. Bunlar için de “emekçi”, “çalışkan”, “fedakar” diyebilir miyiz? Diyenler var. Neye göre diyorlar? İdeolojik-politik duruşlarına ve/veya tercihlerine göre. Aynı şekilde insanları statükonun köleleri haline getirmek, beyinlerini dumura uğratmak için 7/24 yazıp çizen gazeteciler, akademisyenler, entellektüeller var… B. Kuzu mesela. Bir profesör. Ve çalışkan. Bunlar “iyi” insanlar mı? “Biz”den mi? Eğer evinize bir eşya alıyorsanız buna kimse karışamaz elbette, ama Çerkes Sorunu söz konusu olduğunda analizlerimiz ve kriterlerimiz ideolojik-politik olmak zorundadır. Ve “bir şey ancak Çerkes Sorunu’nun çözümüne hizmet ediyorsa doğrudur; değilse yanlıştır”. Doğruyu ve yanlışı görebilmek ise kim olduğunu ve ne istediğini bilmekle; ideolojik-politik birikimle, bilgiyle, akılla mümkündür. Allah vergisi bir yetenek değildir bu.
Özetle, sorunu doğru tanımlayabilmek, bir çözüm bulmak, doğru bir yol haritası çıkarmak; kim olduğumuza ve ne istediğimize karar verebilmek; doğruyu yanlıştan ve iyiyi kötüden ayırd edebilmek, özgürleşmek, görünen ve görünmeyen düşmanı yenebilmek için politikaya, ideolojiye, bunları iyi bilmeye ihtiyacımız var. İdeolojik-politik alanda ne kadar ustalaşırsak, sorunu çözmek o kadar kolaylaşır. Çünkü hiçbir şey tesadüf değildir. Eğer bir şey bizi şaşırtıyorsa, doğru analiz edemediğimiz, görüntünün altında yatan politik nedenleri göremediğimiz içindir. Çünkü bir insanın-toplumun bütün tavırlarının ve davranışlarının altında, bilinçli veya bilinçsiz, kendisi farkında olsa da olmasa da ideolojik-politik tercihleri yatar.
Toplumsal ilişkileri dört kategoride ele alabiliriz: 1- Ekonomik ilişkiler, 2- Siyasi ilişkiler, 3- Sosyal ilişkiler, 4- Kültürel ilişkiler. Ekonomik ilişkiler “altyapı”, siyasi ilişkiler ise “üstyapı” olarak da tanımlanırlar.
Son tahlilde ekonomik ilişkiler, kendisine özgü siyasal, sosyal ve kültürel ilişkiler yaratıyorsa da, belli bir ekonomik-toplumsal ilişkiler sistemi içinde belirleyici olan; yöneten-yönlendiren, bozan-yeniden inşa eden üstyapıdır: siyasal ilişkilerdir. Örnek mi? Fazla uzağa gitmeyin, Türkiye’ye bakın: Kemalist Türkiye’nin sosyal kültürel ilişkileri ile AKP’nin sosyal kültürel ilişkileri, toplumsal yapısı, sokaktaki insan davranışları aynı değildir. Ama kapitalist ekonomik ilişkiler değişmemiştir. Sosyal kültürel ilişkiler, gelenek görenekler, alışkanlıklar siyasi ilişkilere göre değişirler. Önce siyasi ilişkiler, sonra sosyal-kültürel ilişkiler. Çünkü yaşanılanı veya zamanı bunlar temsil ettiği; insani ve toplumsal ilişkiler bunlar üzerinde örgütlendiği için, en tutucu olanlar ve değişime en çok direnenler bu sosyal ve kültürel ilişkilerdir. Bir insan topluluğu ne kadar siyasallaşırsa, tercihlerinde sosyal kültürel ilişkilerden o kadar bağımsız olur. Veya sosyal-kültürel ilişkileri üzerindeki hakimiyeti o kadar artar. Kendiliğinden bir toplum olmaktan kendisi için bir toplum olur. Hayata, sosyal ve kültürel ilişkilere, çıkarına göre iradi müdahaleler yapar. Kendi kendisini yönetmeye başlar. Ve ne kadar apolitikse, sosyal kültürel ilişkiler, gelenek görenekler, değerler ve normlar o kadar güçlü bir rol oynar siyasal yaşamında.
Biz, ikinci gruba giriyoruz. Yani bizde sosyal kültürel ilişkiler, gelenek görenekler, değerler-normlar, akrabalık, hemşerilik gibi bağlar toplumsal-“siyasi” ilişkilerimizi hala güçlü bir şekilde etkiliyor. Bunu günlük hayatta nerede görebilirsiniz, her hangi bir konuda tavır alırken, eş-dost, aile-akraba ilişkilerinin, şuralı-buralı olmanın, alışkanlıklarımızın, bu düzen içinde şekillenen beğenilerimizin-zevklerimizin belirleyici olmasında. Çerkesya için mücadele ettiğini söyler, büyük bir ideali vardır; ama dayısı buna izin! vermez mesela? Veya bir karar alırken arkadaşını “kırmak” istemez. Bazen de yoldaşına değil; hemşerisine veya wunekoshuna daha çok güvenir...
Neden böyle? Çünkü bizim bir devletimiz veya onun görevini üstlenebilecek bir siyasi örgütlenmemiz olmadı. Boşluğu, içerisinde yaşadığımız ülkelerin politik vizyonları, örgütleri ve siyasi ilişkileri doldurdu. Ve bizi asimile eden de bu. İçerisinde yaşadığımız ülkelerin siyasi ilişkilerinden görece bağımsız olduğumuz köylerimizde kimliğimizi, kültürümüzü ve gelenek göreneklerimizi görece koruyabilmiş olmamızın nedeni de. Bu nedenle biz ısrarla, “içerisinde yaşadığımız ülkelerin siyasi ilişkilerinin dışına çıkmalıyız, kurumlarında-örgütlerinde çalışmamalıyız; onların ulusal vizyonlarına, sembollerine tavır almalıyız” diyoruz. Çünkü Çerkesler önce içerisinde yaşadıkları ülkelerin siyasi hegemonyaları altına giriyor ve sonra sosyal-kültürel değerlerini yitiriyor, asimile oluyorlar.
En güçlü ve karmaşık siyasi örgütlenme devlettir. Devlet, bir toplumsal grubun veya ulusun ( ulus devlet ) çıkarlarını örgütler ve korur. Sonra ulusal-politik örgütler gelir. Çerkeslerde bu ikisi de yoktur.
Çarlık Rusyasına karşı yürütülen bağımsızlık ve özgürlük savaşının sonlarına doğru başlayan uluslaşma sürecimiz henüz daha nüve halindeyken yıkılmış, sürgün ile kesintiye uğramış ve sürgünde Çerkes halkını kucaklayacak, ona vizyon olacak ulusal bir politika üretememiş, örgütlenememişiz. Bunun sonucu olarak, içerisinde yaşadığımız ülkelerin siyasi ilişkilerine entegre olmuş, ulus öncesi geri ilişkileri ve alışkanlıkları kendi ulusal dinamiklerimizle tasfiye edememişiz. Ve Çerkes olduğunun farkında olsa bile bu ülkeyi vatan bellemiş, Çerkes kimliğini, dilini, kültürünü asimile eden Türk ulus devletinin varlığı ile mutlu olan, bu devlet için ölen öldüren, kendi geleceği ile ilgilenmeyen ucube bir “Çerkes karakteri” çıkmış ortaya.
Burası önemli: Toplumsal-politik ilişkileri veya hayata bakış açısını kim değiştirirse, yerine, yeni olanı da o örgütler. Parlamenter demokratik sistemi faşizm yıkarsa, yeni sosyal ve kültürel ilişkiler faşist karakterli-ırkçı olur. İslami bir örgütlenme yıkarsa, islami yaşam tarzı; sosyalist bir güç yıkarsa o zaman da sosyalist toplumsal-sosyal ilişkiler ve kültür hakim olur.
Bizde yıkılanın-yok olanın ( siyasi duruş, vizyon ) yerine yeniyi içerisinde yaşadığımız ülkelerin devletleri örgütlediği için, sosyal ve kültürel ilişkilerimiz hala şu veya bu biçimde yaşamaya devam ederken bile, hayata bakış açımız; yani ideolojik-politik duruşumuz hakim ulusun idelojik-politik hegemonyası altına girdi. Kültürel olarak bir şeyleri korurken bile politik olarak Türkleştik, Araplaştık…
Yani hayata bakış açımız, gelecek vizyonumuz ve siyasi duruşumuz Türkleşti veya Araplaştı. Başlangıçta ve zaman zaman “zor”a başvurdular elbette, ama daha çok ideolojik söylemlerle fethettiler kalelerimizi.
Önce Türkiye’yi vatan olarak bellettiler bize ve Çerkesçe’nin kullanım alanını yok eden bir “Kafkas Halkı” uydurdular. Bu, Çerkes halkının düşmanlarının bir projesiydi. Çerkes dilini iletişim dili olmaktan çıkarmanın araçlarından biriydi. Bir Çerkesin bir Abhazla, Osetle, veya Çeçenle… evlenmesi veya birlikte örgütlenmesi durumunda iletişim dilinin mecburen herkesin bildiği Türkçe olacağını biliyorlardı. Bu nedenle Çerkesi yasakladılar, Kafkas olmayı özendirdiler. Veya herkesi Çerkes yaptılar. Bugün bile, Çerkesçe bilenler eğer aralarında Çerkesçe bilmeyen bir kişi varsa, mecburen Türkçe veya Arapça konuşuyorlar. "Büyüklerimiz" bunu biliyorlar, görüyorlar; ama değiştirmek için hiç bir şey yapmıyorlar; tam tersine değiştirmek isteyenleri ırkçı, “mikro milliyetçi” olmakla suçluyorlar. Kim bunlar, artık isimlerini herkesin bildiği bazı “thamateler”, dernek veya Federasyon yöneticileri… İlginç olan iletişim dilinin mecburen Türkçe olduğu yapının değişmesini istemeyenlerin, Anadil günlerinde “bir dil onu bilenler konuşmadığı için yokolur” sloganını kullanmaları. Yani bir yandan Çerkesçenin iletişim dili olması için gerekli şartlardan birine, en önemlisine karşı çıkıyorlar; diğer yandan "bilenler konuşmalı" diyorlar. Komedi! Halbuki bugün mutlaka Çerkesçenin kullanıldığı alanları çoğaltmamız gerekiyor. Ev, aile, okul gibi, derneklerimiz de bu alanlardan biri, hatta en önemlisidir.
Bunları anlatınca bize “tabela değişince ne değişecek canım” diyorlar? “Tabela” o kadar önemsizse neden devlet o tabelayı yasaklamıştı? Siz çocuklarınıza neden Çerkes isimleri koyuyorsunuz?
Özetle, varlığımızı tamamen inkar ederek değil; vatan, kimlik, dil gibi uluslaşmamız için olmazsa olmaz değerleri bulanıklaştırarak, bilinçlerimizi dumura uğratarak, varlığımızı garanti altına almamız için gerekli olan hak ve özgürlüklerden mahrum bırakarak tabii içeriden de destek alarak, fethettiler kalelerimizi. Bizim Türk ulusunun bir bileşeni olduğumuzu söylüyor ( alt kimlik üst kimlik esprisi ) ve Türkiye’yi bize vatan olarak benimsetmeye çalışıyorlar. Günde beş vakit tekrar ediyorlar bunu. Niye? Çünkü kendinizi bir ulusa ait hisseder ve bir coğrafyayı vatan olarak benimserseniz, geleceğinizi de o coğrafyada örgütlersiniz. Bir coğrafyayı vatan olarak benimsemek veya sahiplenmek, geleceğinizi o coğrafyada örgütlemenin kapısını açar. O coğrafyanın dilini, kültürünü benimsemenizi kolaylaştırır, meşrulaştırır. Yani vatan, bir insan topluluğunun veya kimliğin geleceği demektir.
Ve vatan karnımızın doyduğu, dedelerimizin mezarlarının olduğu değil; varlığımızı garanti altına alabildiğimiz, geleceğimizi örgütleyebildiğimiz coğrafyadır. Kimliğimizin, dilimizin, kültürümüzün yok olduğu; asimile olduğumuz bir coğrafya, kesinlikle bir etnik-ulusal kimliğin vatanı olamaz. Tersini söyleyen ya zır delidir, ya da cahil… Veya aslında vatan millet derdi yoktur. Samimi değildir.
Kimilerine yeni gelebilir bu yazdıklarım. Ama siyaset biliminin ABC’sidir bunlar. Ve Felsefenin Başlangıç İlkeleri’nin başının başı! Elinizin altında dünyanın en büyük kütüphanesi google var, açın okuyun. Thamatelerimiz veya kurumlarımızı yönetenler bilmiyorlar mı bunları? Bilenler olduğundan eminim. Ama yanlıştan dönemiyorlar? Çünkü bazılarının bizleri asimile eden güçlerle organik ilişkileri ve/veya yaşadıkları ülkelerde çıkarları var; diğerleri çoktan geleceklerini Türkiye’de, Suriye’de, Ürdün’de… örgütlemeye karar vermişler ve bu ülkelerin egemenleri ile çatışıp huzurlarını bozmak istemiyorlar.
Çerkes Sorunu’nu çözmek değil; Çerkes dilini ve kültürünü ne kadar mümkünse o kadar yaşatmak istiyorlar.
Bu nedenle Çerkes Ulusal bilincini yükseltecek, Çerkes Sorunu’nun çözümüne hizmet edecek söylemlerden ve eylemlerden uzak duruyor, toplumsal statülerini kaybetmemek için, geri-feodal veya ulus öncesi ilişkileri bilinçli olarak yaşatmaya çalıyorlar.
24-02.2018 Devam edecek…