02 Ekim 2014 Perşembe
Almanya'ya 1991'in Aralık ayında gittim ve Mart 1992'de üniversiteye başladım. İlk yılımdı# Almancam kötüydü; ama arkadaşlar öğrenci derneğinde çalışmamın iyi olacağını düşündüler.
Bu nedenle Nisan ayında yapılan Öğrenci Parlamentosu seçimlerine ağırlıklı olarak yabancı öğrencilerin, anti faşistlerin, sosyalisterin, demokratların koalisyonu olan “İnternationale Liste”den aday oldum. İnternationale Liste, seçimler öncesi bir propaganda bildirisi hazırlamıştı. Benim de bir gözatmamı istediler. Herşey iyiydi; ama talepler kısmı kulağımı tırmalamıştı. “Marjinal gruplar”a, homoseksüellere falan sahip çıkılıyordu. Türkiye'den beraberimde getirdiğim politik, kültürel, ahlaki değerler, kalıplar ve önyargılar ile “ben bu bildirinin altına imza atmam” dedim. İran'lı, Filistinli arkadaşların “böyle tavır alacağını tahmin etmiştik; ama eğer bize güveniyorsan karşı çıkma. Almanya'daki ilişkileri tanımak için kendine zaman tanı lütfen” dediler. İçime sinmese de dediklerini yaptım. Ve Öğrenci Parlamentosu'na seçildim...
Sonraki yıllarda da birçok ülkede yaşadım, politik ilişkilere girdim. Avrupa'da yaşadığım 20 yılda, henüz “sapına kadar Türkiyeli” iken “marjinal” diyerek veya önyargılarımla reddettiğim insanlarla tanıştım. Eylemde, işyerinde, mahallede falan... Arkadaş veya iş arkadaşı oldum. Ve sanırım değiştim. Akdeniz insanı, Avrupalı da olsa, biraz bize ( Türkiye'li ) benziyor. Daha heyecanlı, veya gürültücü, ve köşeli. Felsefi olarak zayıf. Biraz da disiplinsiz. Kuzeye doğru çıktıkça trafik dahil herşey daha sakin, daha bakımlı, daha temiz, daha düzenli. Ve daha barışçıl. İnsanlar sade veya “basit”; ama rengarenk giyinip kuşanıyor; giydiklerini kendilerine yakıştırmasını biliyorlar. Çoğu... Bir başkasının dış görünüşü ile uğraşan pek yok diyebilirim. “İltifat etmek” daha yaygın bir tepki. Hatta insanlar kendilerine yakışmayacağını düşündükleri şeyleri bile arkadaşlarının üzerinde gördüklerinde “bu ne ya!” demiyor, arkasından çekip çekiştirmiyor, bir iki güzel laf edebiliyorlar. Baktığın bir şeyde, arkadaşlıklarda, çok “aykırı” olan da bile, küçük de olsa güzel olanı görebilmek ve olumlu olanı öne çıkarabilmek bir meziyet olsa gerek. Ve belki, birlikte yaşamanın sırlarından biri. Politik ilişkiler de az buçuk böyle. Yani farklı olanın yaşam hakkı var. Hatta ben çok “aykırı” düşünceleri savunduğum zamanlarda bile, kendi kurumlarımızda olduğumdan daha özgürdüm. Herşeyi bilen, daha da kötüsü: herşeye karar vermek isteyen “thamate”ler yoktu. Elbette “Alleme-i Cihan” değiller. Herşeyi bilmiyorlar. Ama başkalarının, farklı olanların hak ve özgürlüklerine daha saygılılar. Bu nedenle, ve tabii ilişkilerin daha mesafeli ( veya “soğuk” ) olması nedeniyle “pire için yorgan yakan”, kızan, küsen fazla insan yok. Zaten “beğenmeme”nin, dedikodunun, kızıp küsmenin nedeni, çoğu zaman, küsülenin “yanlışları” değil; e;izmdir, narsizmdir. Ve itiraf edilmesi zor olan bu hastalıklar örgütlenmenin önündeki engellerin başında gelirler. Bu nedenle politik örgütler, mücadele ettikleri alanlarda sadece ekonomik-politik değil; sosyal kültürel ilişkileri de analiz eder ( veya “çözümler” ); örgütlenmenin ve öngörülen politik mücadelenin önündeki engelleri; davranış biçimlerini; gelenek görenekleri ve önyargıları tasfiye etmeye çalışırlar. Böylece örgütlülük güçlenir ve yaratılmak istenilen toplumsal ilişkilerin tohumları atılır. Biz de umarım birgün bunu başarırız... Sanırım herkes izliyor, Ortadoğu karıştı. Stratejiler, taktikler, yalanlar, yanıltma çabaları havada uçuşuyor. Görünene aldanmamaya ve önyargılarımızdan kurtulmaya en çok ihtiyaç hissetiğimiz bir dönemden geçiyoruz. Evet bu kolay bir iş değil; çünkü biz “iktidar aşkı” büyük bir halkız. Yaşadığımız her alanda, evimizde, işimizde, dernekte... iktidar olmayı; bunu yapamazsak iktidara yakın olmayı severiz ve kimimiz kaşıkla, kimimiz kepçeyle kaymak yedik. Bu nedenle antenlerimiz iktidarın kanallarını çekmeye ayarlı. İşte Ortadoğu'da katliamlar yaşanıyor, insan yaşamının bir değeri kalmadı. Ve oyun içinde oyun oynanıyor. Diğer boyutlarını bir kenara bırakıyorum; ama bizler, üzerinde yaşamadığım topraklara: Çerkesya'ya sahip çıkar, bu konuda dünyadan destek isterken; kapı komşumuz Kürtlere bu hakkı çok görmenin mantıklı bir yanı yok. Politik süreçlerden-sorunlardan uzak durduğumuz için politik analiz vs yapamıyoruz. Bu anlaşılır. Keşke eğriye eğri, doğruya doğru diyebilsek; ama hiç olmazsa insani tavırlar geliştirebilmeliyiz. Kurumlarımız, “aydınlarımız” sessiz kalmamalı. Çerkeslerin de bir tavrı olmalı... Demokrasiden, insan haklarından, iyiden-güzelden yana olmalı; Arap, Kürt, Süryani halklarının acılarını paylaşmalıyız. Kurban Bayramınızı insanlık alemine barış dileklerimle kutlarım...