İlk bir iki yazıdan sonra “ÖRGÜTLENME ÜZERİNE” başlıklı, 27 sayılık, bir yazı dizisine başladım. Hazırlığını önceden yapmıştım. Bir manifesto demeyeyim, ama hayata ve Çerkes Sorunu’na bakış açımın köşe taşları vardı bu yazı dizisinde.
Herşeyi burada tekrar etmek istemiyorum, daha sonra da birçok yazımda bu görüşlerimi tekrar tekrar anlattım, güncelledim, geliştirdim. Özetle şöyle: Diğer ulusal ve yerli hareketleriyle birebir yaptığım sohpetlerimde ve araştırmalarımda şunu görmüştüm: Bizim gibi henüz ulus olamamış, bu nedenle asimile olan halkların hepsinin; Baskların, Katalonların, İskoçların, Mapuchelerin, Maorilerin, bir yerli hareketi olan Zapataların ve hatta birkaç bin kişilik yerli kabilelerin bile ulus olma vizyonları vardı ve politik mücadele örgütlemeye çalışıyorlardı.
Elbette hepsinin kendine özgü koşulları var ve bu koşullara uyan mücadele yöntemleri geliştirmişler; ama uluslaşmak istiyor, “ulus olamayan etnik topluluklar yok olacak” diyorlar.
UNESCO’nun her yıl yayınladığı veriler de bu tespiti doğruluyor.
Bunun için, atalarının yaşadığı coğrafyalarda, yani tarihi vatanlarında egemen halk olma mücadelesi veriyorlar.
“Vatan”ı o kadar güçlü vurguluyorlar ki, Basklar “biz, 5000 yıldır bu coğrafyada yaşıyoruz”, Maoriler, “kimse bizim ormanlarımızı, nehirlerimizi, denizlerimizi bize sormadan kullanamaz…”, Mapucheler, “Arjantin ve Şili bizim tarihi vatanımızı aralarında paylaştılar…” diyorlar.
Aborijinler topraklarından izinsiz maden çıkartan bir şirkete, hatta kendileri için kutsal olan bir taşın tablosunu çizdiği için İngiliz Prensine karşı dava bile açmışlardı.
Yani hepsi, “vatan, ille de vatan” diyor ve bu vatan üzerinde egemen bir halk olmak için mücadele ediyorlardı.
Yerli halkların mücadelelerinin sonucu olarak BM, 2006 yılında bir “Yerli Halkların Hakları Deklerasyonu” yayınlamıştı. 44 maddelik bu deklerasyonu elbette bütün ülkeler imzalamadı, ama yerli halkların geleceğe daha güvenli bakabilmelerini mümkün kılabilecek bir deklerasyondu bu. Ve BM’in, “üye devletlerin sınırlarının değişmezliği” ilkesi ile çelişmiyordu.
Bizde eksik olan bu ulus olma perspektifiydi. Kendimize ait veya üzerinde egemen olacağımız bir coğrafya, yani vatan vizyonuydu.
Biz asimile olan dilimizi, kültürümüzü, gelenek göreneklerimizi koruma-yaşatma eksenli bir sosyal-kültürel mücadele veriyorduk. Ama içerisinde yaşadığımız ülkelerde dağınık-azınlık olarak yaşadığımız, kapalı ekonomiler kapitalizme entegre ve bu ülkelerin siyasal sistemleri tek ulusçu-şövenist oldukları için ne yaparsak yapalım başarılı olamayacaktık. Hatta bu ülkeler bir gün demokratikleşseler bile “hayat” bizi asimile etmeye devam edecekti.
Bunun en güzel örneği Almanya’daki Sorb’lardı. Eski Doğu Almanya’nın Sachsen eyaletinde iki kasabada topluca yaşayan Sorbların demokratik hakları iki Almanya’nın “birleşme anlaşması”na göre garanti altına alınmıştı. Federal Almanya Sorbları maddi olarak destekliyordu. Bu iki kasabadaki yollarda levhalar, bakkal-çakkallarda etiketler iki dilde yazılıydı. Kreşleri, okulları, gazeteleri vardı. Ama yine de asimile oluyorlardı.
İleri, güçlü ve kalabalık olan geri, zayıf ve az olanı yutuyordu.
Çerkes halkı da ulus olma vizyonu, uluslaşma perspektifi ile örgütlenmeli, buna göre bir kimlik ve vatan tanımı yapmalı, az-azınlık psikolojisinden kurtulup ulus olma-uluslaşma perspektifi ile mücadele etmeliydi. Bu, politik mücadele olacak, diğer sosyal ve kültürel faaliyetler de politik mücadelenin ihtiyaçlarına göre ve politik mücadeleyi büyütecek karakterde örgütleneceklerdi.
Bunun için öncelikle Çerkes kimliğini vatanı ile buluşturmalı, vatan sevgisini, başlangıçta belki de sadece kalbimizde ve bilincimizde, büyütmeliydik. Çünkü bir etnik-ulusal topluluğun varlığını garanti altına alabilmesi için, kalbinin, bilincinin ve ayaklarının mutlaka vatan topraklarına basması gerekiyordu.
Dünyada ulus olma kriterleri bellidir: Kimlik, vatan, dil, ülkü ve ekonomik birlik olmalıdır. Bizde bunların hepsi eksikti, zayıftı. Kafalarımız karışıktı.
Kimlik tanımını bile yapamamıştık daha.
Kimileri bütün Kuzey Kafkas Halklarının Çerkes olduğunu söylüyordu. Kimileri bu tanıma sadece Çerkesleri, Abazaları ve Osetleri alıyordu.
Vatan ise kimilerine göre Kafkasya’ydı veya Kuzey Kafkasya. Kimilerine göre de içerisinde yaşadığımız ülkeler. Bu ülkelere “yeni vatan”, tarihi vatanımıza ise “anavatan” veya “atavatan” diyorlardı. Türkleşenleri veya Türkiyelileşenleri ve Araplaşanları hiç saymıyorum bile.
Ekonomik, ülküde veya vizyonda birlik zaten yoktu.
Böyle uluslaşabilir miydik? Hayır! Bu nedenle hepsini reddettik!
Bir halkın diasporasının kafasına göre kimlik, vatan, dil… tanımı yapma, diasporik kimliğini ve yaşamını meşrulaştırma hakkı olamazdı. Diaspora, ancak ve ancak vatan özlemini ve bir gün vatana geri dönme hayalini canlı tutabilirse, vatanı ile bütünleşebilirse “diaspora” olabilir, diaspora olarak kalabilirdi.
Zaten her ulusal mücadelenin siyasi merkezi vatanıdır. Diaspora kendisini vatanına, vatanla birleşme-bütünleşme esasına göre gözden geçirmeli, gerekirse yeniden yaratmalı ve yine bu perspektifle örgütlenmeli, mücadele etmeliydi.
Vatanda, özellikle SSCB dağıldıktan sonra, bu konuda çok net kararlar alınmıştı. Çerkes Adığedir, diğer halklar komşumuz-kardeşimizdir deniliyordu. Kabardey Balkarya ve Adığey Cumhuriyetlerinin parlamentoları Çerkes halkının soykırımdan geçirildiğini ve sürgün edildiğini karara bağlamışlardı. Sovyetler Birliği Bilimler Akademisi Wubıhların Çerkes ( Adığe ) olduğunu söylüyordu.
Aynı şekilde Abhazlar, Osetler, Çeçenler, Karaçay Balkarlar… uluslaşma sürecine girmiş, diasporalarını da uluslaşmanın ihtiyacına cevap verecek tarzda örgütlüyorlardı. Hiçbirinin Çerkes olma iddiası yoktu.
Şimdilerde birilerinin vatana “bırakın şu Çerkesi, siz de Adığe olun yaa” deme ve diasporada kendi kendine gelin güvey olma cesaretini ve cüretini nereden aldıklarını bilmiyorum.; ama biz, “herşey vatana göre, herşey vatan için” dedik.
Ve artık “ЗЫ ЛЪЭПКЪ, ЗЫ ХЭКУ, ЗЫ БЗЭ, ЗЫ ХАБЗЭ” sloganında formüle ettiğimiz gibi, “Biz Çerkesiz, Çerkesler Adığelerdir. Dilimiz Çerkesçe-Adığabze, vatanımız da AdığeXeku-Çerkesya’dır” diyerek tartışmaya ve kafa karışıklıklarına noktayı koyduk!
Kıyamet koptu...
Hatko Schamis