#244 Ekleme Tarihi 15/10/2015 11:42:22
09 Kasım 2014 Pazar
“Camide cemaatle namaz kılarken
arka saflarda yaramazlık yapan, gülen çocuk sesleri yoksa,
gelecek nesiller adına korkun...”
Politik tespitler, bir yol haritası, strateji... bunlar önemliydi elbette; ama yeterli değildi. CircassianCanada'daki ilk yazılarımda ve tartışmalarda, şimdiye kadar söylen/e/memiş olanları söylemek istiyoruz demiştim. Toplumsal yapımız ve sosyal-kültürel ilişkilerimiz dahil. Çünkü, politik mücadelenin malzemesi, ustası da harcı da, insandır.
Cemiyetimizde her ne kadar her kafadan bir ses çıkıyor ve onlarca grup birbirinden çok farklı şeyler söylüyormuş gibi görünse de, gerçekte “İki Çizgi” arasına sıkışıp kalmıştı/r Çerkes halkı: “Kurtarıcılar” ve “Statükocular”.
Ama bu iki “Çizgi” de toplumsal ilişkilerimiz, gelenek göreneklerimiz ve insan unsuru söz konusu olduğunda ( yeni ) hiçbir şey söylemiyor, söylemeyi göze alamıyor/du. Bir konsensus vardı toplumumuzda. Veya bir hegemonya!
Öyle ki, politik olarak birbirinden farklı şeyler söyleyenler bile, bu konsensusu tabu gibi kabulleniyor, bu nedenle politik söylemlerin toplumumuzu değiştirici-dönüştürücü gücü olmuyordu. Olması da mümkün değildi. Çünkü her politik çizgi, o çizgiyi hayata geçirebilecek insan malzemesine ihtiyaç duyar, bu insanı yaratır. Eski insan malzemesi ile yeni politikalar yapmak veya politikalarınızı “eski insan”larla hayata geçirmek istediğinizde, kaybeden politik çizgi olur.
Çünkü insan ve insanın kendisine kurmuş olduğu düzen, yüzyılların mirası değer yargıları-önyargıları sanıldığından daha güçlüdür. Buna karşı bilinçli bir mücadele verilmeli ve yeni politik çizgiyi hayata geçirebilecek yeni insan yaratılmalıdır.
Geleneksel kurumlarımızın, belki kendilerinin de farkında olmadıkları, en ciddi sıkıntıları, toplumsal yaşamımızın her alanına nüfuz etmiş, insanları: heyecanlarını, coşkularını, cesaretlerini törpüleyen; herkesi giderek kendisine benzeten, benzemeye zorlayan bu konsensustur.
Çoğunlukla “xabze” şemsiyesi altında formule edilen bu “hegemonik güç” herşeyi kontrol etmekte ve kalıba girmeyenleri tasfiye ederek gelişmenin önünde bir engel olarak durmaktadır. Çünkü kurumlarımız bu konsensusu bir “olmazsa olmaz” gibi benimsedikleri için yeni birşeyler söylemek isteyenler ya kendilerini kurumlarımızda rahat hissetmiyor ve zamanla yokolup gidiyorlar/dı ya da “farklı olmanın dayanılmaz baskısı” altında eziliyor, bir süre sonra da hegemonyaya teslim olup “kurtuluyorlar/dı”.
Bu hegemonya veya konsensus kırılmadan, “eski insan malzemesi” ile yeni bir söylem ve gelecek örgütlemek mümkün değildi. Kurumlarımızın bugüne kadar kitleselleşememelerinin nedenlerini biraz da burada aramak gerekiyordu. Çünkü “eskiler” geçmişi ve eski olan herşeyi Çerkes kimliğinin “olmazsa olmazı” gibi formule etmişlerdi, yeni olmak veya yeni bir şey söylemek Çerkeslikle ters düşmek anlamına geliyordu. Dünya ile iletişim içerisinde olan, hayatın ara veya ”Çerkes olmayan” tonlarını da seven özellikle gençlere bu “siyah-beyaz” dünyada pek yer yoktu.
Bu, “Xabze”lere yüklediğimiz mistik anlam ve misyon nedeni ile bizde daha ciddi bir rol oynuyor olabilir. Ama bu sorun, sadece bize özgü değil. Avrupa'da bazı platformlarda avrupalıların da bizim dinlediğimiz müzikleri dinlemelerini, bizler gibi oturup kalkmalarını isteyen çok “devrimci” ile karşılaşmıştım. Bizim dinlediğimiz müzikti devrimci olan. Disco veya dans, hatta bu ülkelerin devrimci sanatçıları bile, dejenerasyondu... Sanki devrimci olmak için, herkesin halay çekmeyi, Türkiyeli bir devrimci sanatçıyı veya müziği sevmesi gerekiyordu!
Geleneklerin, olumlulukları ile birlikte, bir de böyle olumsuz rolleri vardır. Ki bu nedenle, Çarlık Rusyası bile özgürlük savaşımızın yoğunlaştığı dönemlerde geleneksel kurumlarımızın, örf adetlerimizin yaşatılması için özel bir çaba sarfetmişti. Hep dilimize doladığımız “biz birlik olamadığımız için yenildik” veya “biz birlik olamayız” gibi sözlerin, gerçeğin, nedenlerinden biri de budur.
Yine çok dilimize doladığımız “biz birbirimizin kuyusunu kazarız” sözünün, toplumumuzda hakikaten çok yaygın olan dedikoduculuğun, ikiyüzlülüğün, arkadan konuşmanın, “bel altından” vurmanın nedenlerinden biri, kanımızda veya genimizde bir bozukluk olduğunu düşünmüyorsak eğer, Çerkes kimliğinin sosyal kültürel normlarla, ahlaki değer yargıları ile tanımlanması, ölçünün bu olması/ydı. Çünkü “Çerkes şöyle oturur, böyle yatar...” vs derseniz, insanları bu kriterler ekseninde sınıflandırmanın, herkese bu konuda konuşmanın kapısını açar, insanları “Çerkes ortamları”nda, oldukları gibi görünmemeye zorlarsınız. Çerkeslik bir ritüeller toplamına dönüşür ve gerçek-pratik hayatla bağları kopar. Bunun sonu, Çerkes kimliğine olan aidiyetin körelmesidir.
Bakın, “en kralımız” dahi, politik olarak tıkandığı yerde, politik olmayan yöntemlere başvurur, “hasmını”, çoğunu aslında kendisinin de hayata geçiremediği ve toplumsal yaşamımızda pek bir anlam ifade etmediğini bildiği değer yargılarına uyup uymadığı ile yargılar. Çerkesçe bilmek veya öğrenmek, gelenek görenekler, ahlak, din... gereklidir, önemlidir; ama o bunu bir silah olarak, birilerini itibarsızlaştırmak için kullanır. Bunu yaptığında asimilasyon gerçeğini gözardı ettiğinin, hitap ettiği kitleyi birkaç bin Çerkesle sınırladığının ve kendi ayağına sıktığının farkında bile değildir.
Bu yanlışla, kaba ahlakçı yöntemlerle mücadele etmek mümkün değildi. Sorunun köküne inmek, herşeyden önce “Çerkes kimliği”ni gelecek projemiz ekseninde yeniden tanımlamak, politikleştirmek gerekiyordu. Asimilasyona karşı direniş dinamikleri güçlendirmeli; ama asimile olmuş veya asimile olan o daha büyük kitle kaybedilmemeli, onların da, herşeye rağmen, Çerkes toplumuna aidiyetleri güçlendirilmeli, birikimlerini ve deneyimlerini toplumumuzun hizmetine sunmaları sağlamalı, bunun yolları üzerine kafa yorulmalıydı. Yabancı ile evlenmek asimilasyonu hızlandırır demek, doğru; ama kolay olanıydı. Peki bu evlilikleri yapanlar kayıplar hanesine mi yazılmalıydı? Yoksa bu insanların da ulusal mücadeleye bir katkıları olabilir miydi? Nasıl?
Bask ulusal hareketini bir yazımda anlatmıştım. Bask ülkesinde etnik Baskların toplam nüfusa oranları % 25 kadardı; ama Bask milliyetçi örgütleri seçimlerde % 60 kadar oy alıyorlardı. Bu, haklı bir ulusal mücadeleye, o ulusa kan bağı ile bağlı olmayanların bile destek verebileceklerinin bir göstergesiydi. Doğru söylemler ve yöntemler ile bu mümkündü.
Keza Yeni Zelanda'da Maorilerin “yeniden diriliş okulları”nın 5 ilkesi vardı. Bunlardan biri, “kimseye buraya gelmeden önce neredeydin, ne yapıyordun diye sorma” idi. Çünkü Maoriler artık “bitti” denilecek bir noktaya gelmişlerdi. Alkol, uyuşturucu, fuhuş çok yaygındı. “Yabancı” ile evli olmayan, neredeyse, kalmamıştı. İkide birde geçmişi hatırlatmak, insanların Maori kültürüne ne kadar yakın-uzak olduklarını tartışmak veya sorgulamak yarayı kanatmaktan başka bir işe yaramayacaktı. Maoriler geleceğe odaklandılar. Kendilerine-etnik kimliklerine olan sevgiyi, saygıyı büyüttüler ve kurtuldular!
Bir yanda akıp giden bir hayat, dünya ile kurulan iletişim, yaşamımıza girmiş yeni “zevkler ve renkler” var/dı ( ki bunların hepsi “ahlaksızlık”, “çürüme” veya asimilasyon demek değildi ) diğer yanda yüzlerce yıl önce yapılan, hiç değişmesin istediğimiz bir Çerkes tanımı veya kimliği ve gelenek görenekler. Sanki hayat bir yerlerde durmuştu. Veya durmasını istiyorduk. Ekonomik-politik gerçeklerden habersiz bazılarının “köye dönüş”ü, bir “kurtuluş reçetesi” gibi sunmaları bu nedenledir.
Bu statüko veya hegemonya öylesine güçlüydü ki, “Çerkes kimliği”nin, “Çerkes olmanın” veya “ben Çerkesim” diyebilmenin zorlaştığının ve bazı kriterlerin hayatın akışı ile çeliştiğinin, bu nedenle özellikle gençlerin “yok ben almayayım” deme noktasına geldiklerinin farkında olanlar bile, bazı saldırılara muhattap olmamak veya dışlanmamak için sesini çıkarmıyor, çıkaramıyordu. Bu, hem bizi günden güne eritmekte, hem de gerici unsurların ekmeğine yağ sürmekteydi.
Çünkü bu gerici unsurlar, en azından bir kısmı, aslında hiçbir özel yetenekleri olmadığı; bilimden, sanattan, politikadan, hayattan hiçbir şey anlamadıkları halde “thamate” olabiliyor, kendilerinde toplumu yönlendirme misyonunu görebiliyor, bu nedenle de toplumsal statülerini ve saygınlıklarını borçlu oldukları düzenin devam etmesi için canla başla çalışıyorlardı. “Caddede karşıdan karşıya geçemiyor”, interneti kullanamıyor ve günümüzde en az bir yabancı dil bilmeyen iş bile bulamazken, bunlar Çerkesçe bildikleri için, topluma önderlik yapmak istiyorlardı. Peki bu “thamateler”in gençlere, “dilinizi öğrenin, gelenek göreneklerinize sahip çıkın, büyüklerinize saygılı olun, düğünlerde pantolon giymeyin, çocuğunuzu kayınpederinizin önünde sevmeyin...” den başka anlatabilecekleri bir şey olabilir mi/ydi?
Bu nedenle artık “yaşlılık” ile eşanlamlı olan, ilericilik-yöneticilik misyonu kalmamış, hatta gelişmenin önünde engel olarak duran “thamate”lik kurumu ya yeniden tanımlanmalı ya da yokedilmeli, modern toplumsal örgütlenmeler yaratılmalı ve bu örgütlerin normları toplumsal yaşamımıza girmeli/ydi.
Bu yapılmazsa kendini geliştirmiş, dünyaya açılmış pırıl pırıl gençlerimizi kaybetmeye devam ederdik. Çünkü geleneksel toplumsal yaşamımızda ve örgütlerimizde bu insanlara yer açamazdık. Bu beyinler, bilgi ve birikimlerini başka ülkelerin ve toplumların hizmetine sunarlar/dı.
Niyetim, büyüklerimize saygısızlık yapmak değil; ama bu sözlerimi bazılarının “saygısızlık” olarak algılamalarından da korkmuyor, birilerinin artık bunları yüksek sesle dile getirmeleri gerektiğine inanıyorum.
Bu arada “genç thamateler”i de unutmuyorum. Politik mücadele vermeye cesareti olmayan, ama veriyormuş gibi yapan, “büyümüş de küçülmüş” gençler. İnsanların orasına burasına, saçına sakalına takmış, işleri güçleri başkalarının davranışlarını ellerindeki “Çerkesmetre” ile ölçmek olan gençler...
Yok düğünde pantolon giyilirmiymiş? Evli kadınlar düğünlerde oynar mıymış? Elele tutuşulur muymuş? İçki içilir miymiş?Falan filan... İnsanlar tatile gitmiş, deniz kenarında şortları-mayoları ile şeşen oynamışlardır, bu bile batar onlara. Ne yapsınlar? Tatile veya denize gitmesinler mi? Yoksa denize takım elbise ve “döpyes”le mi girsinler? Veya tatilde düğün yapmak yasak mı olsun? İşi gücü bırakmış, mayo veya şort ile şeşen oynayanın Çerkesliğini, ne kadar Çerkes olup olmadığını tartışıyorlar... Belki de yapılması gerekeni yapmak zor olduğu için!
Bunun tersi de var elbette. Laik veya sol düşünceleri benimsemiş insanlarımız da, böyle bir dünya görüşünü Çerkesliğin olmazsa olmazı gibi anlatıyorlardı yani. Halbuki neden dindar bir Çerkes olmasın? Neden dindarlık, Çerkeslikle çelişsin? Neden başörtüsü Çerkese yakışmasın? Yanlış olan din mi, müslümanlık mı; yoksa herkesin müslüman olmasını veya bizim inandığımız müslümanlık yorumuna göre yaşamasını istemek, bunu herkese dayatmak, karşı çıkana cihat ilan edip kafasını kolunu kesmek veya kırbaçlamak mı? Sanki müslümanlık İŞİD veya El Nusra demekmiş gibi...
Bence yanlış olan, “Çerkes”in veya “Çerkes kimliği”nin tanımının kültürel ve ahlaki normlarla, gelenek göreneklerle veya bir dünya görüşüne uygun olup olmaması ile yapılması ve farklı olana yaşam hakkının tanınmamasıdır. Bu yöntem asimile olan ulusal topluluklarda birlik ve beraberliğin önünde engeldir. Kendimizi koruyacak siyasal örgütlenmelerden veya kurumlardan yoksun olduğumuz için karşı duramadığımız, içerisinde yaşadığımız dünyadan, toplumlardan etkilenen insanlarımızı kaybetmek demektir. Çünkü kendilerini böylesine, en hafif deyimiyle, “daraltılmış” bir Çerkes kimliğine ait hissetmeyen insanlarımız toplumumuzdan uzaklaşıyor, asimile oluyorlar.
Elbette dünya görüşü önemlidir; ahlak, din ve gelenek-görenek önemlidir. Ama bir ulusal kimliğin ölçüsü bunlar olamaz. Yoksa 100 yıl önce kara çarçaf giyen İtalyanlar veya Yunanlılar artık asimile oldular, bugün bu ülkelerde yaşayanlar uzaydan geldiler demek gerekir.
Bunları açık açık ve hiçbir yanlış anlamaya neden olmayacak şekilde anlatmak gerekiyor/du. Ama kolay değildi. Çünkü bunun önünde güçlü bir statüko ve bu statüko üzerine kurulmuş sosyal ilişkiler, aileler, akrabalıklar vardı. Hatta kurumlarımız bu ilişkiler üzerinde ayakta duruyorlar/dı. Ama herşeye rağmen Çerkesya Yurtseverleri bu mücadeleyi verebilmeli; biraz da, kurumlarımızda kendilerine yer bulamamış veya “asimile” olanların sesi olmalıydı. Devrimci bir rol oynamalı; tabuları ve statükoları yıkmalı/ydı. Elbette bizlerin de ahlaki normları ve değer yargıları olacaktı; ama ahlaklısı “ahlaksızı”, dindarı dinsizi, sağcısı solcusu, mini eteklisi başörtülüsü, uzun saçlısı, küpelisi... herkes gururla “ben Çerkesim” diyebilmeli, kendini Çerkes toplumuna ait hissedebilmeli/ydi.
Kendimizi kandırmamalı ve gerektiğinde topluma ayna tutabilmeliydik. Mesela hep kadınlara ne kadar saygı duyduğumuzu anlatır dururuz. Evet, 150 yıl önce, henüz kadının “insan” bile sayılmadığı çağlarda, kadına verdiğimiz değer ile bir örnektik. Ama o köprünün altından çok sular aktı.
Bizde hala kadınların erkeklerle aynı yemek masasına oturmadığı evler var. Hala “ev işi, kadın işi” diyenler; bütün evde-kahvede oturup yaşamı örgütleme görevini kadınlara bırakmış olanlar var. Kalkıp çayını kendisi doldurmayan, yemekten sonra sofranın toplanmasını, kahvenin veya suyun ayağına getirilmesini bekleyen “beyler” var. Karısına bir kez olsun “seni seviyorum” dememiş, hep “evdeki” diye hitap etmişler var. Fas'ta bile mecliste 60 küsur kadın milletvekili varken, bizde kadın yönetici sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Bu nasıl sevgi? Bu nasıl saygı? Bu nasıl eşitlik?
Elbetteki dünyanın en akıllısı biz değildik. Çerkeslerin de onlarca örgütü veya grupları olacaktı/r. Ama biz, Çerkesya Yurtseverleri olarak, politik mücadenin örgütlenmesi için çalışmalı; sosyal-kültürel yaşamımızdaki, politik mücadelenin önündeki eksikleri ve yanlışları korkmadan dile getirmeli; kurumlarımızın demokratikleşmeleri ve farklılıları “yıkıcı”, “bölücü” ve “düşman” gibi görmeyip, bir zenginlik olarak sahiplenmeleri gerektiğini anlatmalı/ydık.
Bizim için en iyi Çerkes, yüzünü vatanına dönmüş, Çerkesya'nın inşası için elinden geleni yapmaya, mücadele etmeye hazır Çerkes olmalı/ydı. Bunun için kanının-geninin Çerkes ve “asil” olması da gerekmiyordu.
Yani biz birilerinin: Çerkes olmadıklarını düşündüklerimizin kurumlarımızdan çıkmalarını değil; kurumlarımızın öncelikle Çerkes kimliğinin ve Çerkesya'nın inşası için mücadele etmelerini ve politikleşmelerini istedik, istiyoruz. Böylece, aynı zamanda, politik ilişkilerde, bilimde, kültürde, sanatta kendisini yetiştirmiş yetenekli gençlerimizi de kaybetmeyecek, bu yetenekli gençlerimizin bilgi ve birikimlerine alan açabilecek, dünyaya kendimizi daha iyi anlatabilecek ve içe kapanıklığımızı kırabilecektik.
Kendi küçük dünyamızda, gelenekleri-görenekleri veya dili yaşatmaya çalışarak asimilasyonu durduramayacağımıza ve geleceğimizi garanti altına alamayacağımıza inanıyor; asimilasyonu durdurmanın yolunun, ulusal-siyasal kurumları yaratmaktan, demokratik hak ve özgürlüklere sahip olmaktan geçtiğini söylüyorduk.
Bu bir politik mücadeledir. İttifaklar kurmayı gerektirecektir. Söylemlerimiz ve ruh halimiz buna göre değişmelidir. Hem Türklerden, Kürtlerden, Almanlardan veya Ruslardan destek ara; hem de onları “düşman” gör, “gavur” de olmazdı. Sadece biz istediğimiz, ihtiyacımız olduğu zaman kapılarını çalamazdık.
Büyük düşünmeliydik. Kendimizi dünyaya anlatmak için, dünyanın tanıdığı ve sahiplendiği, etkili kurumlarla ve şahsiyetlerle ilişkilerimiz olmalıydı. Dernekte yapılan bir 21 Mayıs anması ile, sokaklarda partilerin, akademisyenlerin, sanatçıların destek verdiği bir anmanın etkisi aynı olmazdı. Sadece kendi sanatçılarımızla düzenleyeceğimiz bir gece, kamuoyunda, atıyorum, Sezen Aksu'yu, Joan Baez'i katarak örgütleyeceğimiz bir festival kadar etkili olmazdı. Ama bu ilişkiler de öyle bir günde kurulmazdı. Bu ilişkileri kuracak bir çizgi ve insanlar olmalıydı. Ama sanırım bu boyutu yeterince anlatamadık...
Statükoyu eleştirdiğimiz, statüko da kurumlarımızda örgütlü olduğu için; bu süreci herkesin göğüsleyemeyeceğini; çünkü bu çatışmanın arkadaşlıkları ve dostlukları bile zedeleyebileceğini biliyorduk. Ama doğruları, doğrularımızı eğip bükmeden, kıvırmadan dile getirmeli; bunun üzerinde politika inşa etmeliydik. Akademik bir dilin, mülayim-ortayolcu bir tavrın değiştirme-dönüştürme gücü olmazdı. Ki, “onu-bunu siz mi buldunuz?” deyip, bizim söylediklerimizi bilmem hangi tarihlerde de dile getirenlerin olduğu örneklerini verenlerin anlamadıkları buydu. Sanki doğruları, herşeyi bizim bulduğumuzu iddaa etmişiz gibi...
Doğrular ancak politik bir güç olurlarsa, politik bir gücün elinde devrimci olurlar. Yoksa birgün tarihin tozlu raflarında yerlerini almaya mahkumdurlar.
Çerkesya Yurtseverliği, Çerkes milliyetçiliğidir. Demokratik milliyetçiliktir. Çünkü ezilen bir halkın milliyetçiliğidir. Girdiğimiz polemiklerde, bizlerin milliyetçi, kendilerinin devrimci, demokrat, yakışıklı vs olduklarını iddaa edenler oldu. Halbuki, Çerkes halkı için varolan, Çerkes halkı için mücadele eden ( Kaf Fed veya herhangi bir Çerkes/Kafkas derneği de dahil ) her örgüt Çerkes milliyetçisidir. Sosyalist gelecek düşlese de milliyetçidir. ETA'nın Bask milliyetçisi, İRA'nın da İrlanda milliyetçisi olduğu gibi.
Ve Çerkesya Yurtseverliği bir gelecek projesi, Çerkes halkının, kurumlarımızın ve Çerkes ulusal mücadelesinin eleştiri-özeleştirisidir. Misyonu ideolojik-politik önderliktir, kurmaylıktır; kurumlarımızı ve toplumumuzu değiştirip dönüştürmek, demokratikleştirmek ve Çerkesleştirmektir.
Bu misyonunu yerine getirebilmesi için aydın karakteri ve ideolojik-politik birliği olmalı/ydı. Faşist, ırkçı, asosyal ve hastalıklı tiplerle sağlıklı-demokratik bir örgütlenme yaratmak ve bir gelecek örgütlemek; idelojik-politik birliği olmayan örgütlenmelerle politik mücadele vermek mümkün değildi.
Çerkesya Yurtseverleri öncelikle “örgütleyicileri” örgütlemeli, ideolojik politik mücadele vermeli, doğruları-söylenmeyenleri söylemeli; ahlaklı, dürüst, sabırlı, Çerkesya Yurtseverliğini Çerkes halkına-dünyaya anlatacak kadroları ve güçlü bir yayın organı olmalıydı.
Bu nedenle hiçbir zaman yeni dernekler örgütleme, kurumlarımızı bölme düşüncesinde ve çabasında olmadık. Derneklerin, gerekli ve önemli, ama böyle bir misyonu yerine getirebilecek örgütlenmeler olabileceklerini düşünmedik.
İstediğimiz her şeyi başaramadık. Bunun objektif ve subjektif nedenleri var. Yanlışlardan ve Çerkesya Yurtseverliğini anlamadan, şu veya bu nedenle aramıza katılmış olanlardan arınarak, temizlenerek yolumuza devam edeceğiz.