#303 Ekleme Tarihi 16/10/2015 09:38:27
19 Nisan 2015 Pazar
"İlk balkonlara güneşi taşıyor kuşlar
kanatlarında.
Bir yürek çarpıntısı var
her putrelinde, her tuğlasında, her kerpicinde.
Yükseliyor
yükseliyor
yükseliyor yapı kanter içinde."
Türkiye’de kimi „sol gruplar“, bir çok konuyu olduğu gibi, „ulusal sorun“u ve „milliyetçilik“i „Türkiyelilik“ kimliği ve „Türkiye devriminin çıkarları“ açısından ele almış; ezilen uluslara-ulusal topluluklara ve „klasikler“e veya „usta“lara karşı yeterince dürüst olamamışlardır.
Bunun sonucu olarak yoğun çabalara ve büyük fedakarlıklara rağmen Türkiye’de halkların „yakın“ ve „uzun vadeli“ hedeflerine ulaşmaları mümkün olamadığı gibi, Türk halkı ile henüz asimile olmamış veya devşirilmemiş, ulusal-etnik kimliğinin ve çıkarlarının farkında olan kitle arasındaki makas gittikçe açılmıştır.
Bu makasın açıldığının aslında herkes farkında; ama yine herkes „acaba nerede hata yapıyoruz“ diye düşünmek yerine; işin kolayına kaçarak kimliklerini örgütleyen ve ulusal-etnik çıkarları için mücadele etmek isteyen insanları suçlamayı tercih ediyor.
Halbuki tarihin hiçbir döneminde ve hiçbir yerinde „örgütlenmek veya ayrılmak isteyen“ler saldırgan olmamışlardır. Tam tersine, başkalarının örgütlenme ve ayrılma hakkını şu veya bu nedenle reddedenler, halklar ve ulusal topluluklar arasındaki çatışmaların ve düşmanlıkların nedeni olmuşlardır.
Norveç İsveç’ten, Finlandiya Rusya’dan veya Çekya Slovakya’da bir kişinin dahi burnu kanamadan ayrılmış ve bu halklar, ayrıldıktan sonra aralarında çok daha dostça ilişkiler kurabilmişken; bunun mümkün olamadığı yerlerde halklar birbirine düşmanlaştırılmış ve bu düşmanlıklar, zamanla her iki tarafta da „ırkçı-şöven“ önyargıların oluşmasına neden olarak, sözkonusu halkların geleceklerini teslim almıştır.
Ama, tekrar etmek gerekirse, bu olumsuzlukların nedeni, ulusal, etnik veya demokratik hak ve özgürlüklerini talep eden, kısaca „ben ayrı örgütlenmek-ayrılmak istiyorum“ diyen insan toplulukları değil; „biz ayrılamayız“ diyenlerdir.
Bu nedenledir ki, „ustalar“ veya „klasikler“ ayrılmak isteyenler ile ayrılmaya karşı çıkanların tavırlarını aynı kata;ride değerlendirmezler. Hatta ikisinin de, etnik veya ulusal, belli bir insan topluluğunu ve onların çıkarlarını temsil etmesi, yani „milliyetçi“ olmaları durumunda dahi, bu iki tarafın „milliyetçiliği“ni aynı kefeye koymazlar.
Birine „ezenlerin milliyetçiliği“, diğerine „ezilenlerin milliyetçiliği“ derler. Ezenlerin milliyetçiliğini; yani „şövenizmi“; kesin bir dille mahkum ederken; ezilenlerin milliyetçiliğini meşru ve haklı görür; hatta kimi durumlarda ezilen kitlelerin milliyetçiliğinin ezen ulusun da kurtuluşu için gerekli, zorunlu olduğunu söylerler.
Kısaca hatırlatmakta yarar var:
Her ulus ve etnik veya ulusal topluluk, kendi ulusunun veya etnik kökeninin milliyetçiliğini yapabilir, milliyetçisi olabilir. Bu mümkündür. Ama her milliyetçilik nitelik olarak aynı değildir. Üretim araç gereçleri karşısındaki ve devlet mekanizmasindaki konumlarına göre, bu milliyetçilikler, „ezen veya hakim ulus milliyetçiliği“ ve „ezilen ulus milliyetçiliği“ olmak üzere ikiye ayrılırlar. Bunlardan sadece „ezen veya hakim ulus milliyetçiliği“dir „şövenist“ olarak nitelenen.
Yani „ezilen ulus“ un şövenizmi olmaz. Ezilen ulusların veya ulusal toplulukların demokratik hak ve özgürlük talepleri şövenizm olarak nitelenmez. Ancak ve ancak, eğer bir ezilen ulus; kendisi “ezen” konumuna gelmiş, bu ulusun veya ulusal topluluğun gerici sınıfları hakim sınıf olarak kendilerinden küçük halklar üzerinde ulusal baskıyı örgütlemeye başlamışlarsa, ancak o zaman bu ulusun da şövenizmden bahsedilir.
Zaten şövenizm ustalarda veya klasiklerde „büyük ulus“a özgü bir politik tavır olarak mahküm edilmektedir.
Bir ezilen halkın ulusal mücadelesini; demokratik hak ve özgürlük veya eşitlik ve ayrılma talebini „faşizm“ ile suçlamak ise tam bir saçmalıktır. Sosyolojik, politik ve ekonomik hiçbir maddi temeli yoktur bu suçlamanın.
Çünkü, faşizm, en kabul gören tanıma göre, „tekelci burjuvazinin en kanlı, en şöven tercihi“ dir. Yani hakim ulusun burjuvazisinin, onun da „en kanlı-en şöven“ kesimlerinin bir tercihidir. Burjuva demokratik devlet krize girdiğinde kendini dayatan bir devlet örgütlenmesidir. İşçi ve köylü kitlelerin, emekçilerin ve tüm muhalefetin bastırılması; demokratik hak ve özgürlüklerinin yokedilmesi; azgın sömürü ve yeni pazar-hammadde savaşı için devletin militarize edilmesi demektir.
Kimi zaman devletin „kolluk güçleri“nin, kimi zaman da „sivil“ faşist örgütlenmelerin üstlendiği bu rolü oynayabilmek için „hakim ulus“ veya onun hizmetinde olmak gerekmektedir. Bu konumu olmayan, hatta faşist örgütlenmelerin hedefi olan ulusal toplulukların mücadelelerini veya örgütlenmelerini „faşist“ veya „faşizm“ diye suçlamak „absürd“dür, abesle iştigaldir!
Bu çarpıtmaların, hele hele „mürekkep yalamış“ kesimler tarafından yapılması bilinçlidir. Yani bu insanlar doğruları-yanlışları bildikleri halde çıkarlarına ters düşen grupları ve insanları karalamak, gözden düşürmek ve başkalarını onlara karşı kışkırtmak için bilinçli olarak bu suçlamaları yapmaktalar. Bu yalanlara kananlarsa neyin ne olduğunu bilmeyen; okuma ve düşünme tembeli, önyargılı insanlardır.
Ama bu kirli yöntemin, bir başka önemli nedeni de, bu insanların hakim ulusun „eğitimi“nden geçmiş, onun vizyonunu, politik kültürünü, yöntemini ve „uluslaşma karakterini“ benimsemiş devşirmeler olmalarıdır.
Bu kültür, hakim ulusun egemen sınıfının kültürüdür. Çünkü uluslaşma sürecinde, hakim ulusun, giderek de tüm toplumun karakteri uluslaşma sürecine uygun olarak yeniden şekillenir ve bu sürece, uluslaşma hareketine önderlik yapan güç veya egemen sınıf damgasını vurur!
Eğer uluslaşma demokratik bir yol ve yöntem izlemiyor, Türkiye’de olduğu gibi birden çok etnik-ulusal topluluktan tek ulus yaratılmaya çalışılıyorsa, bu durumda, hakim ulusun olumlu gelenekleri ve değerleri törpülenir, bunların yerini ulusun üstünlüğü, kahramanlığı, devleti, vatanı vs alırken; diğer halklara ve ulusal topluluklara karşı olumsuz duygu ve düşünceler yayılır. Önyargılar yaratılır. Bunlar devletin ideolojik aygıtları vasıtasıyla insanların bilinçlerine ve bilinç altlarına kodlanır.
Çünkü, bir etnik kimliği topluma hakim kılabilmek ve diğer halkları asimile edip bu etnik kimlik ekseninde uluslaştırmak için, hakim ulus yüceltilirken, diğer insan toplulukları aşağılanmalıdır ki; bu topluluklara ait insanlar kendi, „prestij kaybeden“, kimliklerinden uzaklaşıp hakim ulusun kimliğini ve değerlerini benimseyebilsinler.
Böyle, başka ulusları ve ulusal toplulukları asimile etme ekseninde uluslaşan devlet anti demokratik ve şövenisttir. Şövenizm, bütün toplumsal yaşama ve siyasi ilişkilere damgasını vurur. Anti demokratik bir politik kültür ve kişilikler yaratır. Sağı da, solu da ve elbette bizim kurumlarımız da bundan nasibini alır.
Türkiye’de bir çok politik örgütlenmenin örgüt içinde ve aralarında demokrasiyi hayata geçirememelerinin ve militarist karakterlerinin nedeni bu şövenist kültürdür. Ve şövenist devlet tasfiye edilmedikçe, siyasal ilişkilerin demokratikleşmesi de, normalleşmesi de mümkün değildir.
Bu nedenle, şövenizme karşı mücadele eden ulusal kurtuluş hareketleri ile etnik-ulusal toplulukların kimlik, eşitlik, demokratik hak ve özgürlük mücadeleleri demokratikleşmenin ve siyasal ilişkileri demokratikleştirmenin motorudurlar.
Kapitalist olsun,“ sosyalist“ olsun, şövenizme teslim olan bütün toplumlar demokrasi özürlüdür ve militarize olmuşlardır. Lenin’in „Büyük Rus Şövenizmi“ diye mahkum ettiği, SSCB’inin bütün tarihine damgasını vuran bu şövenist kültür, tasfiye edilmediği; tam tersine „proleteryanın çıkarları“ gerekçesiyle teorileştirilerek sosyalizme eklemlendiği için, toplumda ve şövenizmin taşıyıcısı, örgütleyicisi „Rus kimliği“nde kök salmış ve süreç içerisinde Rus insanının karakteri haline gelmiştir.
SSCB’de Rus, Yu;slavya’da Sırp, Çin’de Han uluslarında anti demokratik kültürün, saldırganlığın ve militarizmin, aynı topraklar üzerinde birlikte yaşadıkları topluluklara göre, daha çok gelişmiş olması bir tesadüf değildir. Çünkü şövenizim bu halkların kimlikleri ekseninde örgütlenmektedir.
Aynı şekilde, Türk uluslaşması da şövenist bir uluslaşmadır. Türk olmayan insan topluluklarının asimilasyonu, Türkleştirmeleri, demokratik hak ve özgürlüklerin inkarı eksenlidir. Saldırgandır, tahammülsüzdir. Ve bunlar, Türk’ün karakteri olmuşlardır.
Yani Türkiye’de devletin ve Türk ulusunuın karakteri şövenisttir, saldırgandır. Ve bu terminolojiyi kullanan başka ulusların da karakterleri aynı şekilde deforme olmakta, bu deformasyonu halkların örgütlerine ve kültürlerine taşıyanlar da devşirmeler olmaktadır. Bu nedenle, Çerkeslerin diasporanın Türkiye’sinde, Ürdün’ünde, Suriye’sinde; yani devletlerinin kurulmasında ve uluslaşmalarında „kurucu unsur“ olarak aktif görev aldıkları ülkelerde devşirmeliğin gelişmiş olması; demokratik kültürden uzaklaşmaları tesadüf değildir. Ve bu nedenle devşirme Çerkeslerin politik kültürü, tavırları, alışkanlıkları ve refleksleri anti demokratiktir, saldırgandır, tahammülsüzdür. Çünkü gıdasını şövenizmden almaktadır.
Kurumlarımıza sirayet etmiş bu hastalık Çerkes kültüründen ve alışkanlıklarından kopma ve dejenerasyon anlamına gelir. Bundan kurtulabilmek için Çerkeslerin hem RF’nda hem de Türkiye ve diğer diaspora ülkelerinde kendi özlerine dönmeleri, özlerini politikleştirmeleri; yani kendi etnik-ulusal politik örgütlenmelerini yaratmaları gerekmektedir.
Bunun „anti Marksist“ olduğunu iddaa edip „Komunist Manifesto“dan, sanki Marks bu konuda başka bir şey söylememiş gibi, sadece o ünlü! „İşçi sınıfının vatanı yoktur!“ sloganının cımbızlayanlar marksizmi tahrif ediyorlar.
Elbette Marks’a hiçbir tez gökten zembille inmemiştir. Her „usta“ gibi Marks da düşüncelerini geliştirmiş, gerektiğinde değiştirmiş ve „yanılmışım“ diyebilme alçakgönüllülüğünü gösterebilmiştir. Ama bizim „şövenist sol“cularımızın dillerine doladıkları o sloganın geçtiği cümlenin de devamı vardır:
„İşçilerin vatanı yoktur. Onlardan sahip olamadıkları şeyi alamayız. Proleterya her şeyden evvel siyasal gücü ele geçirmek, ulusun önder sınıfı haline gelmek, bizzat ulusu oluşturmak zorunda olduguna göre, kendisi bu ölçüde ulusaldır, ama sözcügün burjuva anlamında degil.”
Yani, Marks burada geleceğin toplumunu tarif etmekte; komünizmin, devletlerin, sınırların, ayrı ayrı vatanların olmadığı bir sistem olduğunu söylemektedir. Ama bu sisteme ulaşabilmek için proleterlerin „ulusun önder sınıfı haline gelmek ve ulusu örgütlemek“ zorunda olduklarını da eklemektedir. Bu anlamda, Marks’ın işaret ettiği, hedeflenen sistemin, yani komünizmin ortak bir “dünya vatanı”nın olacağı, işçilerin, burjuvazinin tanımladığı anlamda değişmez bir vatanlarının olamayacağıdır.
Böyle bir sistemin bir ütopya olduğunu düşünsek dahi, burada anlatılmak istenen, „vatansız“ olmak değildir. Hayır, proleterler, devrimi, enternasyonalliği de kapsayan ulusal bir anlayışla gerçekleştirecek, yurtlarını ve uluslarını örgütleyeceklerdir. Ama dünya halkları arasındaki ulusal karşıtlıklar ve farklılıklar giderek azalacak, komunizmde de tamamen ortadan kalkacaktır.
İşte „İşçilerin vatanı yoktur!“ sözlerinin anlamı, böyle geleceği işaret etmesi ve bugün farklı farklı ülkelerin halkları arasında yardımlaşmayı, dayanışmayı; yani enternasyonalizmi vurgulamasıdır.
Peki „Komunist Manifesto“da o bir cümleden başka birşey söylenmemiş midir acaba ulusal sorun konusunda? Söylenmiştir elbette. Ama bizim simyacılarımızın işlerine gelmez bunları görmek.
Türkiye’de yaygın bir hastalıktır bu ve politik literatüre „cımbızcılık“ veya „simyacılık“ olarak geçmiştir. Yani bir konuyu bütün boyutları ile anlamaya ve doğruyu bulmaya değil; kafadaki doğrulara uydurmaya çalışmak; „kafadaki doğrulara“ uyacak kaynaklar aramak ve bu kaynaklardan da sadece “işe yarayacak” cümleleri çekip çıkarmak demektir.
Bazıları bu konuda o kadar ileri gitmişler ki, Türkçeye çevirdikleri kaynaklarda tahrifat bile yapmış; bazı bölümleri ve cümleleri çıkarmış, çevirmemişlerdir. Resmen bir ahlaksızlıktır bu. Ki bizde de mesela kimi çevirilerde „Kafkas“ın „Çerkes“ veya „Çerkesya“nın „Kafkasya“ olarak çevrilmesi aynı mantığın veya ahlaksızlığın dışa vurumudur.
Dürüst olsalar, mesela Komunist Manifesto’daki şu cümleleri de görmeli ve anlamları üzerine kafa yormalıydılar:
“….proleryanın burjuvaziyle mücadelesi başlangıçta millet çapında bir mücadeledir.” Veya, “Proleterya her şeyden önce siyasî üstünlüğü ele geçirmek, milletin önde gelen sınıfı olmak, kendisini millet yerine kaim etmek zorunda olduğu için, bu bakımdan, kelimenin burjuva anlamında olmakla birlikte, zaten millîdir.”
Keza, Manifesto’nun daha sonraki basımlarına yazılan önsözlerde ortaya konan görüşleri vardır. Bunlar, Marks ve Engels’in düşüncelerinin, yaşanan toplumsal mücadelelerden çıkardıkları deneyimleri yansıtması anlamında Komunist Manifesto’dan bile önemlidir. Mesela, 1892 Lehçe basımının önsözünde şöyle denilmektedir:
“Avrupa milletlerinin milletlerarası alanda samimi işbirliği, ancak, her birinin kendi toprakları üzerinde tam anlamında bağımsız olmalarıyla mümkündür.”
Veya 1893 İtalyanca basımında şu sözler yer almaktadır:
“Her bir milletin bağımsızlığı ve birliği sağlanmadıkça, proleteryanın milletlerarası birliğini, ya da bu milletlerin ortak amaçlar uğrunda barışçı ve akıllıca işbirliğini gerçekleştirmek mümkün olmayacaktır.”
Marks ile Engels’in İrlandalılar’ın İngiliz emperyalizmine karşı yürüttükleri millî mücadeleyi desteklemelerinin, İrlandalıların öncelikle millî bağımsızlıklarını kazanmaları gerektiğini; hatta İrlanda’nın kurtuluşunun İngiltere’nin de kurtuluşu olacağını söylemelerinin nedeni de budur.
Onların bu tavırlarından çıkartılabilecek tek sonuç, belli şartlar altında, milliyetçiliğe destek verilebileceği; yani milliyetçi olunabileceği, daha da önemlisi, Marks ve Engels’in milliyetçiliği kata;rik olarak asla reddetmedikleridir.
Hatta Lenin, Marks’ın, ulusal sorun konusundaki tavrın, bir insanın devrimci olup olmadığı konusunda belirleyici olabileceğini düşündüğünü bile söylemektedir. Bu konuda Marks’tan verdiği örnek bu tavrını açıkça göstermekte:
“Sosyalist tanıdıklarının zekalarını ve inançlarının gücünü denemek için, kendi deyimiyle, onları ‚sınavdan geçirme’ Marx'ın adetiydi. Marx, Lopatin'le tanışınca, Engels'e yazdığı 5 Temmuz 1870 tarihli mektupta genç Rus sosyalisti için övücü sözler kullanmakla birlikte, şunu da ekliyordu:
'... Zayıf yanı Polonya. Bu konuda tıpkı bir İngilizin İrlanda' dan sözettiği gibi konuşuyor-örneğin eski ekolden bir İngiliz çartistinin.’"
Marx, ezen bir ulusun sosyalistinin ezilen ulus karşısındaki tutumunu soruşturuyor ve ardından, ( İngiliz olsun, Rus olsun ) egemen ulusların sosyalistlerinin ortak kusurunu açığa vuruyor: bunlar ezilen uluslara karşı sosyalist görevlerini anlayamıyorlar ve ‚egemen ulus’ burjuvazisinin önyargılarına yankı oluyorlar.“
Marks’ın ulusu veya ulusal topluluğu inkar ettiği iddaası da resmen yalandır. Tam tersine, Marks bu konuda Proudhon’u eleştirmekte, ulus gerçeğine dikkat çekmektedir. Şu sözler bunun kanıtıdır:
„Marx, Engels' e yazdığı mektupta Paris'teki ‘prudoncu kliğin’ tutumunu eleştiriyor: bu klik ‚... Ulusal-topluluğun bir saçmalık olduğunu söylemekte ve Bismarck ile Garibaldi'ye saldırmaktalar. Şovenliğe karşı polemik olarak bu taktikler yararlı olabilir ve açıklanabilir. Ama Proudhon'a inananlar ( buradaki iyi dostlarım Lafargue ve Longuet de bunlar arasındadır ), bütün Avrupa'nın, Fransa'daki baylar, yoksulluğu ve bilisizliği kaldıracakları güne kadar sessiz ve sakin yerlerinde oturabileceğini ve oturması gerektiğini sandıkları zaman gülünç oluyorlar.’ ( 7 Haziran 1866 tarihli mektup. )“
Tıpkı bizde de bazılarının, “devrimciler”in faşizmi ve şövenizmi yıkacakları güne kadar ulusal kimliğimiz için birşey yapmadan sessizce oturup beklememizi veya ulusal sorunlarımızı bir kenara bırakıp, kendilerine katılmamızı salık vermeleri gibi...
Devam edelim:
Marx'ın bütün bu eleştirici sözlerinden çıkan sonuç açıktır: ulus sorununu bir fetiş haline getirecek son sınıf, işçi sınıfı olacaktır. Çünkü kapitalizmin gelişmesi, mutlaka bütün ulusları uyandırıp bağımsız bir yaşama yöneltmez. Ama yığınları kapsayan ulusal hareketler başladıktan sonra umursamamak ve bunlardaki ilerici olan şeyi desteklememek, sonuç olarak, ‚kendi ulusunu’, ‚örnek ulus’ sayarak ( ya da, biz ekleyelim, kendi ulusunu devlet kurma ayrıcalığı tekeline sahip ulus sayarak ) milliyetçi önyargılara kapılmak olur.”
Yine Marx, 10 Aralık 1869'da, Enternasyonal Konseyinde okunacak olan İrlanda sorunu üzerindeki raporunun aşağıdaki temellere dayanacağını yazıyordu:
“... Enternasyonal Konseyinde benimsenmesi pek doğal bir şey olan İrlanda için 'uluslararası' ve 'insanca' adalet konusunda söylenecek sözler bir yana, İrlanda ile bugünkü ilişkilere son vermek, İngiliz işçi sınıfının doğrudan doğruya ve mutlak çıkarı gereğidir. Ve bu, tamamen benim kanımdır; bu kanımın dayandığı nedenlerin bir kısmını, İngiliz işçilerinin kendilerine de söyleyemem.
İrlanda rejiminin, İngiliz işçi sınıfının gelişip güçlenmesiyle devrilmesinin olanaklı olacağına, uzun süre inandım. Bu görüşü,The New York Tribune'de ` Marx'ın uzun süre yazarlığını yaptığı Amerikan gazetesi ` her zaman ifade etmişimdir.
Sorunu daha derinliğine inceleyince, şimdi, bunun tam tersine inanmaktayım. İrlanda kurtulmadığı sürece İngiliz işçi sınıfı, hiç bir zaman herhangi bir başarı gösteremeyecektir... İngiltere'de İngiliz gericiliğinin kökleri, ... İrlanda'nın boyunduruk altında tutulmasındadır...”
Marks, şövenizmin bir ülkede gericiliğin, gerici kültürün ve ilişkilerin kökleri ve kaynağı olduğunu çok net olarak dile getirmektedir burada.
Ama Marks’tan bu alıntıları yapan ve aktaran Lenin’in bu konudaki görüşleri ve tavırları da, anlayan veya anlamak isteyen için, oldukça nettir. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı adlı esrinden aktaracağım aşağıdaki paragraflar bunu ortaya koymaktadır:
“Polonya proletaryası Rusya'nın bütün proleterleri ile birlikte ortak savaşı aynı devletin çerçevesi içinde vermek istemesine karşılık, Polonya toplumunun gerici sınıfları, bunun tersini, Polonya'nın Rusya'dan ayrılmasını isterlerse, ve bunlar bir referandumda oyların çoğunluğunu sağlarlarsa... nasıl davranmalı?
Biz, sosyal-demokratlar, merkezi parlamentoda, Polonyalı yoldaşlarımızla birlikte ayrılmaya karşı mı oy vermeliyiz, yoksa ulusların kaderlerini serbestçe tayin hakkını ihlal etmemek için oyumuzu ayrılmadan yana mı kullanmalıyız?
Böylesine bönce, böylesine tedavisi olanaksız olan bir kafa karışıklığını yansıtan sorular sorulduğunda, gerçekten nasıl davranmalı?
Ulusların kaderlerini tayin hakkı, bay likidatör, bu sorunun merkezi parlamentoda değil, ayrılan azınlığın parlamentosunda, meclisinde ya da referandumunda karara bağlandığı anlamını taşır. Norveç ( 1905'te ) İsveç'ten ayrıldığı zaman, buna karar veren tek başına ( İsveç'in yari büyüklüğünde olan ) Norveç oldu.“
Elbette, kimileri burada „bir ayrılma“ sorunu tartışılıyor diye düşünebilir, Ama önemli olan mantıktır, ilkedir. Ayrılma hakkının, ki ayrılmak demek ayrı örgütlenmek demektir, „ayrılmak isteyen“in bir sorunu olduğu ve buna sadece kendisinin karar verebileceğidir. Kitabın tamamında bu ilkenin vurgulandığını da belirteyim. Mesela:
„’Kendi Kaderini Tayin Hakkı’, demokratik bir düzeni zorunlu kılar…sorunu demokratik olmayan yoldan çözüme bağlamak olanaklı değildir ve Proletarya, bir ulusun, bir devlet sınırları içinde zorla tutulmasını olanaksız kılan bir demokrasiden yanadır. Bu yüzden, ‘ulusların kaderlerini tayin hakkını ihlâl etmemek için’, pek akıllı Bay Semkovski'nin sandığı gibi, ‘oylarımızı ayrılma lehinde vermek’ değil, ayrılan bölgenin sorunlarını bizzat kendisinin çözüme bağlayabilmesine izin verilmesi amacıyla kullanmak zorundayız.“
„Ulusların kaderlerini tayini hakkının tanınması burjuva milliyetçiliğinin ‚oyununa gelinmesi’dir diyor Bay Semkovski. Bu çocukça ve saçmadır! Tam tersine, ayrılma hakkının reddi, tartışma götürmez biçimde en kesin gerici Büyük-Rus milliyetçiliğinin ‚oyununa gelinmesini’ sağlar.“
Bu paragrafta anlatılan çok açıktır. Kendi kaderini tayin hakkının, dolayısıyla da bir halkın örgütlenmesinin reddi, „gerici şövenizm“in oyununa gelmektir. Şövenizme götürür!
Ulusal hareketlerin rolü ve bir ülkenin demokratikleşmesindeki önemi konusunda da oldukça açık ve nettir Lenin.
„…burjuva demokratik devrim…bütün dünyada böyle bir devrim, ulusal hareketlerle birlikte gelişir. Rusya'da sınır bölgelerinde öyle ezilen uluslar görüyoruz ki, bunlar, komşu devletlerde daha büyük bir özgürlüğe sahiptirler. Çarlık, komşu ülkelerden daha gericidir. O, özgür iktisadi gelişme önünde en büyük engeli oluşturuyor ve bütün gücüyle Büyük-Rus milliyetçiliğini körüklüyor.“
Bu cümlede dikkat çekilen ikinci konu, gericiliğin ekonomik gelişmenin de önünde engel teşkil ettiği ve şövenizmi destekleyip derinleştirdiğidir. Devam edelim…
“Her ulusal kültür, gelişmiş olmasa bile, demokratik ve sosyalist bir kültürün öğelerini içerir, çünkü her ulusta, yaşam koşulları zorunlu olarak demokratik ve sosyalist bir ideolojiyi doğuran, sömürülen bir emekçi yığını vardır. Ama her ulusta, aynı zamanda ( çoğunlukla aşırı gerici ve yobaz nitelikte olan ) bir burjuva kültür de vardır ve bu, ulusal kültürün ‚bir öğesi’ olarak kalmaz, egemen kültür biçimine bürünür. Böylelikle, ‚ulusal kültür’, genel olarak büyük toprak sahiplerinin, papazların ve burjuvazinin kültürüdür.“diyor Lenin.
Ve tam da Türkiye’de hakim Türk kültürünün neden „şövenist“ olduğunu, Türk milliyetçiliğinin devletin karakteri ve toplumun kültürü haline geldiğini anlatıyor.
Peki, “şövenist sol”cular neden Lenin’e de dayandıklarını iddaa ederler. Lenin böyle şeyler söylemiş midir?
Evet, kitabın bir yerinde şöyle bir cümle var: “En ‘adil’, ‘saf’, en ince ve en uygarı olsa bile, marksizm milliyetçilikle bağdaşamaz. Onun yerine, marksizm, enternasyonalizmi ileri sürer…“ Ama eğer sadece bu cümleyi cımbızlar ve kitapta anlatıları, o kadar örneği bir kenara bırakırsanız, tıpkı Marks’ın “işçilerin vatanı yoktur” sözü gibi, Lenin’in de “milliyetçilğe karşı olduğu sonucunu çıkarabilirsiniz. Ama bu, ne kadar dürüst olur, o da başka bir konu!
Çünkü hemen devamında Lenin, şunları söylemektedir:
“Feodal uyuşukluktan çıkan yığınların uyanışı ilerici bir şeydir, nasıl ki bu yığınların halkın egemenliği uğruna, ulusun egemenliği uğruna her türlü ulusal baskıya karşı savaşımı da ilerici bir şeyse. Marksistin en kararlı ve en tutarlı demokratizmi, ulusal sorunun bütün yönlerinde mutlak savunma görevi, buradan gelmektedir...”
Ama elbette Lenin bir milliyetçi değil; marksisttir. Sonuçta, o da Marks gibi, bütün ulusların birleşmesini, ulusal farkların yokolarak ulusların birbiri içinde “erimesini” istemektedir. Ama bu zorla değil; halkların ve ulusların tarihsel gelişimi içerisinde şartlar oluştuğunda kendiliğinden olacaktır. Şöyle diyor Lenin:
“Ulusal boyunduruğa karşı savaşım mı? Evet, elbette. Her türlü ulusal gelişme için, genel olarak ‘ulusal kültür’ için savaşım mı? Elbette ki hayır. Kapitalist toplumun iktisadi gelişmesi, bütün dünyada gelişmesi tamamlanmamış ulusal hareketler örnekleri, bazı küçük ulusların birbiriyle kaynaştırılmasıyla ve bunların zararına olarak büyük ulusların kurtuluşu örnekleri, bize ulusların özümlenmesi örnekleri sunmaktadır.
Burjuva milliyetçiliğinin ilkesi, genel, olarak, milliyetin gelişmesidir, burjuva milliyetçiliğinin tekelci niteliği buradan gelir, sonu olmayan ulusal kavgalar burdan doğar. Proletarya ise, herhangi bir ulusun ulusal gelişmesini desteklemek şöyle dursun, yığınları bu gibi hayallere karşı uyarır, kapitalist değişim için en geniş özgürlüğü savunur ve zorla özümleme ya da ayrıcalıklara dayanan özümleme dışında, ulusların özümlenmesini olumlu karşılar.”
Yani Lenin, öncelikle ulusların ve ulusal toplulukların bütün şövenist baskılardan kurtarılması, kendi ayakları üzerinde durabilmeleri gerektiğini söylemektedir. Bu, bağımsız örgütlenme ve devlet kurma hakkını da içeriyor. Ancak gelecekte, ekonominin gelişmesi sonucu bu uluslar kendiliğinden ve kendi iradeleriyle birbirlerini özümleyeceklerdir.
Bunun ne zaman ve nasıl gerçekleşeceğini kimsenin bilmesi mümkün değildir. Ve böyle ne zaman ve nasıl gerçekleşeceği belli olmayan bir gelecek öngörüsü nedeniyle, Lenin’in ısrarla savunduğu, ulusların ve ulusal toplulukların önce ulusal baskıdan kurtarılması ve özgürleştirilmeleri görevini savsaklamak, sadece şövenizme hizmet etmek demektir.
Bunu, her tür ulusal örgütlenmeyi ve mücadeleyi reddeden Rosa Lüxemburg ile yaptığı polemiklerde daha iyi görebiliriz.
„…Rusya'da, ulusal hareketler, ilk kez ortaya çıkmıyor; ve bu hareketler; yalnızca Rusya'ya özgü şeyler de değildir. Bütün dünyada kapitalizmin feodalizme karşı sonal zaferi dönemi, ulusal hareketlerle ilgili olmuştur. Bu hareketlerin iktisadi temeli, meta üretiminin, tam zaferini sağlamak için yurt-içi pazarı ele geçirmek zorunda olması, aynı dili konuşan bir halkın yaşadığı bölgeleri siyasal bakımdan birleştirme zorunda olması gerçeğinde yatar, ve bu dilin gelişmesini ve yazınsal alanda kök salmasını önleyen bütün engeller ortadan kaldırılmalıdır.
Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan en önemli araçtır. Modern kapitalizme uygun ölçüde, gerçekten özgür ve geniş ticari alışveriş için, ayrı ayrı sınıflar halinde özgürce ve geniş ölçüde gruplandırılabilmesi ve ensonu, pazarda, büyük ya da küçük, satıcı ya da alıcı durumunda her meta sahibiyle ayrı ayrı sıkı bağlar kurabilmek için en önemli koşullar, dil birliği ve dilin engelsiz gelişmesidir.
Onun için, her ulusal hareketin eğilimi, modern kapitalizmin gereksinmelerinin en iyi karşılanabileceği ulusal devletlerin oluşumuna doğru bir eğilimdir. En derin iktisadi etkenler bizi bu amaca doğru sürükler, ve bundan ötürü, bütün Batı Avrupa için, ,hayır, bütün uygar dünya için kapitalist dönemin tipik, normal devleti, ulusal devlettir.
Demek ki, eğer biz, ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi kavramının anlamını, hukuksal tanımlamalarla cambazlıklar yaparak ya da soyut tanımlamalar ‘icat ederek’ değil de, ulusal hareketlerin tarihsel ve iktisadi koşullarını inceleyerek öğrenmek istiyorsak, varacağımız sonuç, kaçınılmaz olarak, ulusların kendi kaderlerini tayin etmesinin o ulusların yabancı ulusal bütünlerden siyasal bakımdan ayrılma ve bağımsız bir ulusal devlet oluşturmaları anlamına geldiği sonucudur.”
İşte Lenin, bu kadar nettir. Hatta “...aynı dili konuşan bir halkın yaşadığı bölgeleri siyasal bakımdan birleştirmek zorunda olması gerçeği...” sözleriyle, aynı dilin; yani Çerkes dilinin konuşulduğu siyasal birimlerin birleşmelerinin; yani Çerkesya’nın ve bu dili konuşan Çerkeslerin birliğini sağlama mücadelesinin meşru ve zorunlu, bunun ekonomik ve toplumsal gelişme için de bir gereklilik, bir öncelik olduğunu teyit etmektedir.
Elbette kimse Leninist olmak zorunda değildir. Ben de değilim. Ama birilerinin ortalıkta büyük devrimciler, sosyalistler veya „marksist-leninistler“ olarak dolaşıp, Lenin’i çarpıtmaları, böylece sosyalizme eğilimli dürüst insanları kendi ulusal kimliklerine ve mücadelelerine tavır aldırtmaları da sahtekarlıktır.
Bunlar, „bütün milliyetçilikler hastalıktır, yanlıştır“ demeyi pek severler, ama Lenin’in, bütün milliyetçilikleri kesinlikle bir tutmadığını ve öncelikle şövenizme karşı mücadele edilmesi gerektiğini söylediğini atlarlar.
“Niçin Büyük-Rus milliyetçiliği? Çünkü Rusya'da, Büyük-Ruslar, ezen bir ulustur, ve ulusal sorunda, milliyetçilik, elbette ki ezilen uluslar arasında, ezen uluslar arasında ifade edildiğinden başka şekilde ifade edilecektir...
Bize şöyle deniyor: ulusların ayrılma hakkını desteklemekle, ezilen ulusların burjuva milliyetçiliğine de destek olmaktasınız. Rosa Luxemburg'un dediği budur…
Bizim buna yanıtımız şudur: hayır, bu sorunda ‘pratik’ bir çözüm, burjuvazi için önemlidir. İşçiler için önemli olan, iki akımın ilkelerini ayırdetmektir. Eğer ezilen ulusun burjuvazisi, ezen burjuvaziye karşı savaşırsa, biz, her zaman ve her durumda, herkesten daha kararlı olarak bu savaştan yanayız; çünkü biz, zulmün en amansız ve en tutarlı düşmanlarıyız...
Polonya'daki milliyetçiliğe karşı savaşıma dalan Rosa Luxemburg, Büyük-Rus milliyetçiliğini unutmuştur; oysa Büyük-Rus milliyetçiliği, şu anda en güçlü olanıdır, bu milliyetçilik, daha az burjuva ve daha çok feodal olanıdır, ve demokrasi ile proletaryanın savaşımı önünde en büyük engel budur.
Her ezilen ulusun burjuva milliyetçiliği, zulme karşı yönelmiş olan genel bir demokratik içerik taşır, ve bizim ulusal ayrıcalıklar sağlama eğiliminden bunu kesin olarak ayırdederek; Polonyalı burjuvanın Yahudilere zulmetme eğilimine karşı savaşım vererek vb., vb. kayıtsız şartsız desteklediğimiz işte bu içeriktir.“
İşte Lenin’in tavrını, en iyi bu paragraflar özetlemektedir. Yani önce, ezilen ulusun burjuvazisi öncülük ediyor olsa dahi, şövenizme karşı tavır alınmalı, mücadele edilmelidir. Ama ezilen ulusun burjuvazisinin bu mücadeleden kendi sınıfsal çıkarları için yararlanmasına karşı da dikkatli olunmalıdır.
“Burjuva devrimleri döneminde, bütün ulusların ileriye doğru yaptıkları sıçrayışlarda, ulusal devlet kurma hakkı üzerinde çatışmalar ve savaşımlar olanaklı ve olasıdır. Biz; proleterler, önceden, Rusların ayrıcalıklarına karşı olduğumuzu ilan ediyoruz, ve bizim bütün propagandamıza ve ajitasyonumuza yön veren budur.“ Öyleyse, öncelik „ezen ulus milliyetçiliği”ne; yani şövenizmine karşı mücadele etmektir.
Lenin’den devam edelim…
“Bu propaganda, Rus zalimleri açısından olduğu gibi, ezilen ulusların burjuvazisi açısından da ‘pratik olmayabilir’ ( bunların her ikisi de kesin bir ‘evet’ ya da ‘hayır’ yanıtı istiyorlar, ve sosyal-demokratları ‘muğlak’ olmakla suçluyorlar ). Gerçekte ise, yığınların gerçekten demokratik, gerçekten sosyalist eğitimini sağlayan bu propaganda ve ancak bu propaganda olabilir. Ancak böyle bir propaganda, eğer Rusya türdeş olmayan bir uluslar devleti olarak kalacaksa, bu ülkede olanaklı olan en sağlam ulusal barışı, ve eğer uluslar için bölünmek sorunu sözkonusu olacaksa, en barışçı bir biçimde ( ve proletaryanın savaşımı için de en zararsız biçimde ) ayrı ayrı ulusal devletlere bölünmeyi sağlamada en büyük şansa sahiptir.“
Görüldüğü gibi, Lenin için bölünmek de bir tabu değildir. Uluslar ayrılabilir, ayrı örgütlenebilirler. Önemli olan bunun barışçıl ve dostça olabilmesidir. Ama bunun için öncelikle „ayrılma hakkını, hatta ulusların varolma haklarını tanımayan şövenizm mahkum edilmelidir!“ Ayrılmak ve örgütlenmek isteyen, ezilen uluslar veya ulusal topluluklar değil.
İşi gücü bırakıp, ezilen ulusların ve ulusal toplulukların varolma mücadelelerini ve milliyetçiliklerini mahkum etmeye çalışmak da yeni değildir. Geçmişte de kendi ulusunu “günah keçisi” ilan edenler olmuş, ama Lenin’in böylelerine cevabı şöyleymiş:
“Birinci iddia, Kautsky'nin hemen hemen yirmi yıl önce tartışma götürmez bir biçimde tanıtlamış olduğu gibi, kendi milliyetçiliğinden ötürü başkalarını suçlama halidir; çünkü ezilen ulusların burjuvazisinin milliyetçiliğinden korkmakla Rosa Luxemburg, gerçekte Büyük-Rusların kara-yüzler milliyetçiliğinin oyununa gelmektedir...
...ulusal eşitliğin tanınması, ulusların ayrılma ‘hakkının’ tanınmasını içermekte midir, içermemekte midir?
Boşanma serbestliğini savunan bir kimseyi, aile bağlarını yıkmak istemekle suçlamak ne kadar ahmakça ve ne kadar ikiyüzlüce bir davranışsa, ulusların kendi kaderlerini tayin etme özgürlüğünü savunanları da, yani ayrılma özgürlüğünü savunanları da, ayrılmayı isteklendirmeyle suçlamak, o ölçüde ahmakça ve ikiyüzlü bir davranıştır.
Tıpkı burjuva toplumda, burjuva evlenme kurumunun üzerine kurulu bulunduğu ayrıcalıkların ve ahlâksızlıkların savunucuları boşanma özgürlüğüne karşı çıktıkları gibi, aynı şekilde, kapitalist devlette, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını, yani ulusların ayrılma hakkını reddetmek, egemen ulusun ayrıcalıklarını ve demokratik yöntemlere karşı polis yönetim yöntemlerini savunmaya eşittir...
Halk her günkü deneyiminden, coğrafi ve iktisadi bağların, değerini ve büyük bir pazarla büyük bir devletin üstünlüklerini bilir. Onun için halk, ancak ulusal zulüm ve ulusal sürtüşme, yaşamı dayanılmaz hale getirdiği ve iktisadi ilişkileri baltaladığı zaman, ayrılmaya, bir çare olarak başvurur. Böyle bir durumda kapitalist gelişmenin ve sınıf savaşımının özgürlüğünün çıkarlarına en iyi şekilde hizmet, ancak ayrılmayla sağlanabilir..."
Yani önemli olan, mutlaka birlik veya birlikte yaşamak değil; bu birliğin ulusun ve ekonomik ilişkilerin gelişmesine ne kadar hizmet ettiğidir. Ne birlik ne de ayrılık tabu değildir. Eğer gerekirse, ayrılma özgürlüğü olmalıdır. Ve uluslar arasındaki kardeşliğin, barışın ve dostluğun garantisi ayrılma ve ayrı örgütlenme hakkının olması, bu hakkın tanınmasıdır.
Peki, ayrılma ve ayrı örgütlenme hakkına düşmanlığın nedenleri neler olabilir? Bunu da şöyle yanıtlıyor Lenin:
„Ulusların siyasal kaderlerini tayin etme ilkesine liberallerin düşmanlığı, sınıf açısından, tek bir anlam taşıyabilir; o da, ulusal-liberalizmdir, yani Büyük-Rus burjuvazisinin devlet ayrıcalıklarının savunulması.
Ve bugün… ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkına gayretkeşlikle karşı koyan Rusya marksistleri arasındaki oportünistler… gerçekte ulusal-liberallerin peşinden gitmekte ve ulusal-liberal fikirlerle işçi sınıfı arasına fesat sokmaktadırlar.
…Ve ulusların kendi kaderini tayin etme ya da ayrılma hakkının reddedilmesi, uygulamada kaçınılmaz olarak, egemen ulusun ayrıcalıklarının desteklenmesi anlamını taşır.“
Bizim mutlaka „Çerkes kimliği“ vurgulanmalıdır, tanınmalıdır dememizin ve buna karşı çıkanların şövenizme hizmet etiklerini iddaa etmemizin nedeni de budur.
Keza, yine Lenin’in dediği gibi, „ezen ve ezilen uluslar sözkonusu olduğunda eşitlik yetmez. Ezilen ulusun ezen ulusla arasındaki mesafeyi kapatabilmesi, gerçek bir eşitliğin sağlanabilmesi için, ezilen ulusun önce belli ayrıcalıkları olmalıdır“.
Bizde eksik veya fazla bir söylem bulmak için kırk dereden su getirenler, mesela Norveç’in ayrılmasına destek veren Lenin’in şu cümlelerini iyi okumalı ve anlamaya çalışmalılar:
„… asıl konu üzerinde tek bir sözcük söylemekten kaçınabilmek için, güneş altında her konuya değiniyor! Kuşkusuz, paralarıyla kendi krallarını tutmak istemekle ve bir ulusal referandumla cumhuriyet kurma önerisini reddetmekle, Norveç küçük-burjuvazisi, burjuva dargörüşlülüğünü ve zevksizliğini açığa vurmuştur….
Norveç ile İsveç arasındaki coğrafi, iktisadi ve dil bağları Büyük-Ruslarla birçok öteki Slav ulusları arasındaki bağlardan daha az sıkı değildir. Ama Norveç ile İsveç arasındaki birlik, rızaya dayanan bir birlik değildir…
Norveç, Napoléon savaşları sırasında, krallar tarafından, Norveçlilerin iradesine karşı, İsveç'le birleştirilmişti; ve İsveçliler Norveç'i boyunduruk altına alabilmek için, askeri birlikler, göndermek zorunda kalmışlardı.
Norveç'e istisnai ölçüde geniş özerklik tanınmasına karşın ( Norveç'in kendi parlamentosu vb. vardı ), birliğin kurulmasından sonra ,uzun yıllar Norveç'le İsveç arasında sürekli sürtüşmeler oldu, ve Norveçliler İsveç aristokrasisinin boyunduruğunu atmaya uğraştılar. Ensonu Ağustos 1905'te bunu başardılar.
Norveç parlamentosu, İsveç kralının artık Norveç kralı olmadığı kararını verdi, ve daha sonra Norveç halkı arasında yapılan referandumda, pek büyük çoğunluk ( birkaç yüze karşı 200.000 ) İsveç'ten tam ayrılma yolunda oy verdi. Kısa bir kararsızlık döneminden sonra, İsveçliler bu ayrılma olgusunu sineye çektiler.
Bu örnek bize, modern iktisadi ve siyasal ilişkiler içinde, ulusların hangi esaslar üzerinde ayrılıp bağımsız devlet kurmalarının olanaklı olduğunu, gerçekleştiğini, ve siyasal özgürlük ve demokrasi koşullarında bu ayrılmanın, aldığı biçimi gösterir.
İsveçli işçilerin, Norveçlilerin ayrılma hakkını tanımış olmaları, Norveçli ve İsveçli işçilerin kardeşçe sınıf dayanışmasının ve birliğinin güçlenmesine yardım etmiştir.
Çünkü bu davranış, Norveçli işçileri, İsveç işçilerinin İsveç milliyetçiliğine kapılmadıklarını, Norveçli proleterlerle kardeşliği İsveç burjuvazisinin ve aristokrasisinin ayrıcalıklarının üzerinde tuttuklarına inandırmıştır...”
Bu kadar nettir işte: Kardeşlik ve dayanışma, ancak ve ancak özgür iradeler ortaya çıkarsa mümkün olabilir.
Nedeni ne olursa olsun, kafanıza yatsın veya yatmasın ezilen bir halkın ayrı örgütlenmesi, kardeşleri veya komşuları ile daha sağlıklı ve karşılıklı çıkarlara dayalı birlikte örgütlenebilmesi için bir zorunluluktur. Buna karşı çıkanlar sadece kardeşliğe zarar vermekte, hatta bitirmekteler.
Yine Lenin’den bir alıntıyla konuyu bağlayayım...
“Zorluk, bir ölçüde, Rusya'da hem ezilen, hem de ezen ulusların proletaryasının omuz omuza savaşım vermekte olmalarından ileri gelmektedir. Proletaryanın sosyalizm uğruna sınıf savaşımı birliğini korumak ve her türlü burjuva ve kara-yüzler milliyetçiliğinin etkilerine karşı direnmek görevdir. Ezilen uluslar arasında, proletaryanın bağımsız bir parti biçiminde ayrı olarak örgütlenmesi, bazen o ulusun milliyetçiliğine karşı öyle sert bir savaşıma neden olmaktadır ki, perspektifler bozulmakta ve ezen ulusun milliyetçiliği unutulmaktadır...
Büyük-Rus milliyetçiliği, öteki milliyetçilikler gibi, burjuva ülkede, o anda üstün durumda olan sınıflara göre değişik aşamalardan geçer, 1905'ten önce, hemen hemen yalnızca milliyetçi-gericileri tanıdık. Devrimden sonra, ülkemizde ulusal-liberaller ortaya çıktılar...
...bütün Rusya'da ‘ayrılıktan yana oldukları’ için, ayrılmayı düşündükleri için, yabancı ırklara zulmedilmesinin gereği, Dumada, okullarda, kiliselerde, kışlalarda ve yüzlerce ve binlerce gazetede savunulmakta ve uygulanmaktadır.
Bütün Rusya'nın siyasal ortamını baştanaşağı zehirleyen, işte bu Büyük-Rus milliyetçiliği zehiridir. Bu, başka ulusları boyunduruk altında tutarak, Rusya içinde gericiliği güçlendiren bir ulusun bahtsızlığıdır.’’
Yani Lenin, bütün siyasal ortamı zehirleyen “büyük Rus milliyetçiliğidir” diyor; ama bizimkiler ezilen ulusların milliyetçiliği, Kürtler, Çerkesler... bu halkların milliyetçileri diyor; devrimciliği de kimseye bırakmıyorlar!
Çerkes halkının geleceğinden kaygı duyanlar, "milliyetçi" vs gibi suçlamalara gülüp geçmeli, örgütlenmeli, demokratik hak ve özgürlüklerimiz için mücadele etmeli, bütün ezilen halklar ile yardımlaşmalı, dayanışmalı ve önlerine bakmalılar. Asimile olan, geleceği yokedilen bir halkın milliyetçiliği değil; ezen ulus şövenizmidir mahkum ve mücadele edilmesi gereken!