#31 Ekleme Tarihi 02/10/2015 12:26:34
18 Mart 2010 Perşembe Saat 09:24
Erhan Ağabey hikâyeyi bilirsin. Ho Chi Minh birgün birlikleri denetliyormuş. Komutana günlerini nasıl geçirdiklerini, nasıl bir eğitim programları olduğunu sormuş. Komutan “Komunist Manifesto, Karl Marks, Ne Yapmalı…”diye saymaya başlayınca, “yeter anladım! Yani hiçbir şey öğretmiyorsunuz” demiş ve komutanın şaşkın bakışları arasında devam etmiş: “Evet bunları bilmek gerekir, ama savaşçılarımız önce bizim tarihimizi öğrenmeli, bizim ne için savaştığımızı bilmeliler”.
Kıssa’dan hisse…
Bizim kurumlarımıza gelen insanlarımız da kültürdür, gelenek görenektir bir şeyler öğreniyorlar elbette; ama bir Çerkes olarak görev ve sorumlulukları nelerdir öğrenemiyorlar. Ulusal mücadele nedir, mücadelenin gerekleri, insanlarımıza yüklediği sorumlulukları nelerdir bilmiyorlar. Ve nasıl ki genel olarak “sosyalizmi” öğrenmek devrimci olmaya yetmeyecekse insanlarımızın Çerkes olduklarını bilmeleri de ne yapmaları gerektiğini bilmelerine yetmeyecektir.
Şimdiye kadar yapılanların yeterli olduğunu iddia eden kimse var mı bilmiyorum. Görünen köy klavuz istemez: Çerkeslerin durumu bugün 150 yıl öncesine, hatta 20 yıl öncesine göre daha kötüdür; asimilasyon durdurulamamış, anavatana desteğe de, dönüşe de ivme kazandırılamamıştır. Gençlerin önü açılamamakta veya açılmamakta ve ulusal mücadeleyi omuzlayacak yeni kadrolar yetiştirilememektedir. Hala gelişmesine bizim hemen hemen hiçbir katkımızın olmadığı “12 Eylül öncesi”nin mirasını yiyoruz.
Aslında yaygın bir potansiyel var, istek var, kıpırdanma var; ama kurumlarımız veya derneklerimiz bu potansiyele ulaşamıyor, son “on yıllarda” yapılan yanlışlar nedeniyle kırılan umutları ve güveni tazeleyemiyor ve insanlarımızı örgütleyemiyorlar.
Artık kurumlarımızdan umutlarını kesmiş olanlarımızın yeni arayışlar içerisine girmeleri, kurumlarımızı, eksiklerin ve yanlışların farkına varmış oldukları için değil, “dipten gelen dalga” nedeniyle ve “kontrolü kaybetmemek için” biraz harekete geçirmiş görünüyor. Ama hala istenilen düzeyde değil. Hala en gerekli ve sürecin artık dayattığı konularda bile net bir tavır belirlemiyor, sessiz kalıyor veya bir basın açıklaması ile yetiniyor; umutsuzluğu, konformizmi ve korkuyu büyütmeye devam ediyorlar.
Korkuyu özellikle büyütüyorlar; her “aykırı “ söz söyleyenin karşısına özellikle “kan, gözyaşı, tarajedi” söylemiyle çıkıyorlar. Çünkü korku ne kadar büyürse, denetim o kadar kolaylaşır. Hatta gereksizleşir. Çünkü korku, düşünürken bile oto kontrol mekanizmalarınızı harekete geçirir ve sizi teslim alır. Bundan sonra size karşı özel bir önlem almaya gerek kalmaz. (Bunlar tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de Harb okullarında ders olarak, “muhalefeti bastırmak için” “Sahra Talimatları” veya “ST”ler başlığı altında öğretilir.)
Daha ötesini ya birileri yaptırmıyor ya da kendileri yapamıyorlar. Yaptırmayanların neden yaptırmadıkları açık; yapamayanlar ise, ki bunlar iyi niyetli olanlar, gerçekten bir şeyler yapmak isteyenler, ne yapacaklarını veya nereden başlayacaklarını bilmiyorlar. Perspektifleri ve vizyonları yok. Bu nedenle dilinize ve kültürünüze sahip çıkın diyerek topu topluma, daha doğrusu taca atıyorlar. Bu nedenle faaliyetleri derneklerde yaptıkları ile sınırlı kalıyor ve derneklere gelmeyenlerin bu faaliyetlerden haberleri bile olmuyor. Ve yine bu nedenle insanlara ulaşmanın aracı olması gereken sosyal kültürel faaliyetler “amaç” haline gelmiş durumdalar.
Bu durumda daha fazla vakit kaybetmeden politikalarımızı masaya yatırmamız, eksiklerimizi veya yanlışlarımızı dürüstçe ortaya koymamız ve çıkacak sonuçlar ışığında yeni politikalar belirlememiz gerekmiyor mu?
Çarlık Rusyasına karşı yürütülen “özgürlük savaşı“ sürecinde yapılan yanlışlardan veya eksiklerden tekrar tekrar bahsetmenin gereği yok. Sürgün döneminde veya 1920’lere kadarki ilk diaspora yıllarında yapılanlardan da. Bunlardan dersler çıkarılmalı elbette, ama biz bulunduğumuz aşamada öncelikle bugün ve gelecek üzerinde yoğunlaşmalıyız.
Kırılma noktası veya “bugün“, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile başlıyor. Çünkü bu tarihten sonra Türk ulusunu yaratma ve Türkleştirme, yani sistemli asimilasyon politikaları uygulamaya koyulmuş ve Türkiye’de yaşayan Çerkeslerin kaderi de bu yıllarda çizilmiştir. Bu süreçte ve sonrasında belirleyici olan da, Türkiye Cumhuriyetinin yaptıkları değil, bizim ne yaptığımız veya yapmadıklarımızdır.
Özetle ifade etmek gerekirse:
Türkleştirme politikalarına tavır almamış; savaşlar, yenilgi ve sürgün yıllarında yorgun düşmüş, yılmış halkımıza bir perspektif sunamamış, yeniden toparlanma ve varlığını koruma anlamında sürece uygun politikalar üretememişiz. Yada ürettirmemişler! Bu tavırsızlık veya “kaderine razı olma“ durumu direniş dinamiklerimizin körelmesine, insanlarımızın umutlarını yitirmelerine ve anavatanları ile aralarındaki mesafenin açılarak geleceklerini Türkiye’de örgütlemeye başlamalarına neden olmuştur.
Bugün bile hala “kurtuluş savaşımız“ vs söylemleri devam etmektedir. Halbuki soykırım ve sürgün halkımız için bir felaketse eğer, kurtuluş savaşı da diaspora Çerkesleri için “felaketin yavrusu“dur. Halkımız bu savaşta kırılmış, birbirine kırdırılmış; ama bu yetmezmiş gibi savaş sonrasında varlıkları bile inkar edilerek hain ilan edilmiş, “İstiklal Mahkemeleri“nde yargılanmış, yeni sürgünlere maruz kalmış ve dilleri-kimlikleri yasaklanmıştır.
Bu neyin kurtuluşudur, kimin kurtuluşudur?
“Açılım“ veya “Girişim“ ile ilgili eleştirilerimi senin de tam olarak anlayamamış olmanın nedeni yine bu yaklaşımdır. Ben her halükarda ve her şart altında Çerkeslerin kendi örgütlenmeleri olması gerektiğine, kendi örgütleriyle ve kendi talepleriyle sürece müdahale etmeleri gerektiğine inanıyorum.
Aynı türküyü söylesek bile ben bunu kendi enstrümanlarımla çalıp söylemeliyim. Mesela demokrasi için Cumhuriyetçilerle birlikte savaşırım, ama Cumhuriyetçi olmam. Böyle bir tavır kendi dinamiklerimizi harekete geçirebilmemize yarayacağı gibi, bizi ulusal bilincimizin çarpıtılmasından, gereksiz angajmanlardan koruyacaktır.
Yani Türkiye’nin demokratikleşmesine evet; ama Türkiye’yi demokratikleştirmenin aracı olmaya hayır! Çünkü yine “devşirmelerimiz“ eliyle bizi kendi politikalarına alet edecek ve işimiz bittiğinde bizi yine bir kenara atacaklardır…
“Kurtuluş savaşı“ güzel bir örnektir. Ulusal bir örgütlenmemiz olmadığı için insanlarımız niçin savaştıklarını bile görememişler, kandırılmışlardır. Kurtuluş savaşının taşıyıcısı örgütlenmelerin hiçbirinde adımızın esamesi geçmez. (İlginçtir, “Girişim“ciler de bugün aynı şeyleri söylüyor: “Etnik kimlikler“in anılmasını istemiyorlar, o zaman yeterince demokratik olmuyormuş! Etnik bir grubun hak ve özgürlüklerini savunacaksın veya savunduğunu iddia edeceksin; ama bu etnik kimliği ağzına almayacaksın? “Amma ne hanek ya!”) Ve Lozan’da masaya oturduklarında ne Türkiye Cumhuriyeti temsilcilerinin ve ne de bu yeni Cumhuriyetin yetkili ve sorumlu konumlardaki Çerkeslerin, Çerkes halkı için hiçbir talepleri olmamıştır. Çünkü Çerkesler savaşa kendi talepleriyle katılmamış ve savaşırken de ulusal bilinç gelişmemiş, tam tersine bulanıklaşmıştır.
Eğer “Kuvva-i Milliye“nin yanında bir “Kuvva-i Çerkesya“ olsaydı veya Lozan sürecinde “Biz Çerkesler“ diye başlayan bir manifesto sunabilsek ve bu manifestonun arkasında durabilseydik böyle mi olurdu herşey? En azından “bize bir şey verilmeyecekse biz yokuz“ der binlerce insanımızı kırdırmazdık.
Geç de olsa artık buna tavır alınmalıdır, çünkü bu savaşı “kurtuluş savaşımız“ gibi anlatmak ve sahiplenmek halkımızın vatan bilincini çarpıtmış, Türkleşmenin kapısını açmıştır. Hala da buna neden olmaktadır. Bu durumda Türk devletinin bizi asimile eden “kuruluş felsefesi“ tartışmaya açılmışken bizim neredeyse bu felsefenin savunucusu durumuna düşmüş, düşürülmüş olmamıza da, Çerkesler için birşeyler isteyenlerin bunu sağ eliyle sol kulağını göstermek ister gibi “Demokratik Yeniden Yapılanma“ sloganı altında yapmak istemesine de şaşırmamak gerek?!“ Öyle ya, 100 yıldır “kurtuluş savaşımız“, “vatanımız“ vs demişiz, şimdi de korumaya çalışmamızda veya kaderimizi bu devletin kaderi ile bütünleştirmeye çalışmakta şaşıracak ne var?
Sen bu insanlarımızı “devşirmelerimiz“ diye tanımlamamı pek doğru bulmamıştın. Bugün daha da iddaalı bir şey söyleyeceğim sana:
Çerkeslerin “devşirilmesi“ bir tesadüf veya hayatın akışı içerisinde kendiliğinden ortaya çıkmış bir gelişme değil; sürgün ve soykırım ile birlikte planlanmış, bilinçli olarak uygulanmış bir politikadır. Çarlık Rusyası soykırımdan geçirmiş, sürmüş; Osmanlı da gelenlere “kucak açmış“, “devşirmiş“tir. Ama politikalarımızı yapanlar, hatta sürgünde Osmanlı’nın rolünü abartanlar bile bu konuda bir şey söylemezler. Çünkü bunu dile getirmeye başladıklarında bugün elimize tutuşturdukları bütün „teorileri!“ ve bu teorileri anlatmaya yarayan kavramları gözden geçirmek, bu durumda hem günümüz Türkiye’sinin ve hem de RF’nun politikaları ile çelişmek zorunda kalacaklardır.
Konumuz bu değil, ama biraz da uzun bir alıntıyla “Devşirme“ nin ne anlama geldiğini anlatmak istiyorum. Çünkü bizim Osmanlı ve sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nde nasıl konumlandırıldığımız yeterince anlaşılmazsa diasporada sağlıklı bir politik çizginin geliştirebilmesi de mümkün değildir.
“Devşirme, Osmanlı İmparatorluğu’nun ele geçirdiği özellikle Rumeli ve Balkanlardaki Hıristiyan topraklardan genç ve yetenekli çocukların toplanarak, sıkı bir eğitim altında üstün bir asker ve yönetici sınıfı oluşturma sistemidir.” (Vikipedi)
“Orhan Gazi devrinde, yalnız Türklerden teşkil edilen Osmanlı ordusunun kâfi gelmemesiyle, harpte ele geçirilen güçlü ve kuvvetli esirlerden faydalanma yoluna gidilmiştir. Böylelikle ‘Pençik Oğlanı’ denilen ve her beş esirden birinin alınması yoluyla bir ordu teşkil edilmiştir…
Fütuhâtın ilerlemesi üzerine, bir taraftan askere olan ihtiyaç, diğer taraftan siyasî hadiseler neticesinde ordu mevcudunun azalması, Pençik Oğlanından başka Devşirme ismiyle Osmanlıların Rumeli’deki topraklarında bulunan Hıristiyan tebaadan ocağa yeniçeri namzedi olarak efrad alınmasını gerektirdi. Bu suretle, Hıristiyan tebaa evlâdından asker devşirmek için, bir “Devşirme Kanunu“ yapıldı. Bu yeni kanunla, baştanbaşa gayrimüslim olan Rumeli halkı yavaş yavaş
Müslümanlaştırılacak, böylece Müslüman olmuş askerle Türk ordusu kuvvetlenecekti. İki yönlü faydası olan Devşirme Kanunu, artık eski ehemmiyetini kaybeden Pençik Kanunuyla asker alınmasının yerine geçmiş, kuvvetli ve sürekli olarak iki buçuk asır devam etmiştir...
Kanun üzere, Hıristiyan çocukların en asil olanları seçilirdi. İki çocuğu olanın biri ve birkaç çocuğu olanın müsait olan en sıhhatlisi ve yakışıklısı seçilirdi. Bir oğlu olanın çocuğu alınmaz, babasının hizmetine bırakılırdı. Alınacak çocukların orta boylu olmasına dikkat edilirdi. Anası ve babası ölmüş çocuklar, terbiyesi noksan ve aç gözlü olacağı düşüncesiyle, devşirmeye müsaade edilmezdi…
Devşirme Kanunu, bilhassa 17. yüzyılın başından itibaren, Hıristiyan çocuklarının gerekli tetkik ve muayeneler yapılmadan alınmaları, tutulması gerekli olan eşkâl defterine pek ehemmiyet verilmemesi üzerine bozulmaya başlamıştır…
Devşirme Usûlü nereden ve neden çıkmıştır? Çocuklar zorla mı annelerinden alınmıştır?
Devşirmenin başlama sebeplerini şöylece özetlemek mümkündür:
1) Yıldırım Beyazid'in Ankara Mağlubiyeti’nden sonra fetihlerin duraklaması, hattâ muvakkaten (geçici olarak) gerilemesi sebebiyle yeniden esir elde edilememesi, acemi oğlan ihtiyacını arttırmıştı.
2) Ayrıca bugün Amerikan ordusunda asker olmak için can atan çok sayıda üçüncü dünya ülkesi vatandaşı insanların mevcut olduğu inkâr edilemediği gibi, o günün tek süper gücü olan Osmanlı Devleti'nin en önemli ordusu olan Yeniçeri teşkilatında görev almak için Müslüman ve Hıristiyan her çevreden talepler gelmeye başlamıştı.
3)Bir diğer önemli sebep de gayrimüslimlerin askerlik edemeyişleri ve buna karşı cizye vergisi ödemeleri söz konusu olduğundan, gayrimüslimler ve özellikle Osmanlı hayranı Bulgar, Arnavut, Bosnalı ve Ermeniler’in, Osmanlı ordusunda görev alma arzuları gittikçe artış göstermiştir.
İşte bütün bu sebeplere dayanan Osmanlı Devleti, belli bir kanun ve kaide çerçevesinde, sadece gayrimüslim Bulgar, Arnavut, Bosna yerlileri ve Ermenilerden, hem rızaları dahilinde olmak ve hem de belli bir kaide dahilinde yapılmak şartıyla, her kırk haneden bir tane 14 ilâ 18 yaş arasında genci, Osmanlı ordusunun temelini teşkil eden Yeniçeri teşkilâtına girmek veya sarayda önemli vazifeler yapmak üzere devşirmeye başlamıştır…
- A) Yeniçeri teşkilâtına veya saraya girmek, önemli bir şeref olmasından ve hattâ bu yolla Yeniçeri olan yahut saraya girenler, belli bir müddet sonra, önemli mülkî ve askerî makamlara geldiklerinden dolayı, gayrimüslim gençlerin ve ailelerin bunu arzuladıklarını açıkça görüyoruz. Diyarbekir Beylerbeyi ve sonradandaMısır Beylerbeyi olan Hüsrev Paşa, bu yükselenlere verilecek en bâriz misaldir. Hattâ Müslüman Boşnaklar, Müslüman olduklarından dolayı kendi çocukları devşirilmeye tâbi tutulmadığından, ısrarla, bu kanun gereği çocuklarının toplanmasını kendileri arzu etmişlerdir. Israrlı arzuları üzerine, Müslümanlardan sadece Boşnaklar devşirme kanununa tâbi olmuşlardır. Bunlara Poturoğulları
- B) Bu devşirmeden kasıt, rızası dairesinde kalmak şartıyla, önce Müslüman Türk ailelerin yanına verilerek Müslümanlaştırmak ve Türkleştirmektir. Ancak, bunun zorla yapıldığına dair bir şikâyet söz konusu değildir. Belki devşirmeye tâbi olmayan Yahudi, Rus ve Rumlardan “neden bizden de
- C) Avrupalıların anlattığı tarzda, küçük çocuklar ana ve babalarından zorla alınıyor değildir. Belki 14-18 yaşları arasındaki delikanlılar alınmaktadır.
- D) En önemlisi de devşirme yoluyla Acemi Ocağı'na çocuğunu veren gayrimüslimler, belli vergilerden muaf tutulduğundan, kendi elleriyle ve hile yaparak ve hattâ devşirme memuruna rüşvet vererek çocuklarını Acemi Oğlanı yapmaya çalışmışlardır.
- E) Bütün bunların yanında, insan unsurunun girdiği hiçbir işte suistimal olmaması mümkün görünmediğinden, bu konuda bazı suistimaller olmuş olabilir. ( Prof. Dr. Ahmed Akgündüz/Bilinmeyen Osmanlı)