YALNIZ GÜNDEMİNİZE DEĞİL, RÜYALARINIZA DA GİRECEĞİZ!

#177 Ekleme Tarihi 12/10/2015 08:48:02
19 Kasım 2010 Cuma Saat 23:08 Son zamanlarda yazılanları, söylenenleri ve “telefon-mail trafiğini” takip eden herkes olağanüstü bir durumun olduğunu farketmiştir. Bunlar, Çerkes halkı için çok önemli bir süreçten geçtiğimizin ve bundan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının göstergeleri. Bu nedenle herkesin daha dikkatli olması ve bir şeylere “taraf” olmadan veya gelecekte esiri olabilecekleri sözler sarf etmeden önce bir kez daha düşünmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü “dün yanlış düşünmüşüm” veya “doğru tahlil edememişim” demek çoğu insan için kolay değildir. Biz uzun bir süredir kurumlarımızın uluslaşma perspektifiyle ve ulusal kimliklerimizle örgütlenmeleri ve yeni bir program çıkartılması gerektiğini anlatıyorduk. Bunu “mikro milliyetçilik”, “ırkçılık”, “yıkıcılık” veya “bölücülük” olarak görenler de kendi düşüncelerini. Son günlerde söylemleri ve yöntemleri biraz değişti. Artık bir yandan bize “Adıge kimliği altında kendi derneklerinizi kurun” diyerek Çerkes halkı içerisinde “ayrılığı” örgütlemeye; diğer yandan da “vitrinlerini süsleyeceklerini” düşündükleri insanları kendi taraflarına çekmeye çalışıyor, bunu yaparken de “psikolojik savaş yöntemleri”ne başvuruyorlar. Düzce’den “30 gencin açıklaması” ( açıklamayı yapanların sadece 11 kişi olduklarını söyleyenler de var! ) yurtseverleri “tereddüte düşürmek için”di. Kaf Fed’in “elimizi çabuk tutalım, bağlayıcı bir karar alalım, yoksa kitlemiz kendi kararlarını kendisi alacak” diyerek örgütlediği “Başkanlar Kurulu Toplantısı” ise kelepçe vurmak için. Önümüzde bir “ortak akıl”; daha doğrusu dersini iyi çalışmış olanların statükoyu biraz makyaj yaparak korumak için “bir aklı ortaklaştırma” veya “akıllarına ortak arama” toplantısı var. Bakalım “ya kardeşim bu hangi ortaklığın aklı? Çerkeslerin ortak aklı Çerkes Halk Kongresi’nden geçer. En azından bütün kurumlarımızın ve farklı düşünen insanlarımızın da bu toplantıya çağrılmaları gerekirdi. Bu yaptığımız bizim ‘seçtiklerimizin ortak aklı’ ve değişim-dönüşümü veya çocuğun doğmasını geciktirmek için kof bir güç gösterisi olur. Ben bu oyuna alet olmam” diyen çıkacak mı? Bu yazdıklarım kimilerine abartılı gelebilir, ama değil. Çerkes ulusal sorunundan bahsetmek, buna çözüm aramak ve iddialı olmak ciddi bir iştir. Ve ben birilerinin bunu/bizi çok ciddiye aldıklarından eminim. Aramızda yaptığımız işin ciddiyetinin farkında olmayanlar olsa da... Genellikle böyle olur: statükoya karşı mücadele edenler, çoğu zaman ne kadar ciddi bir iş yaptıklarının ve “ne kadar ciddiye” alındıklarının farkında değillerdir. Küçük bir protesto gösterisinin etrafının onlarca polis tarafından sarılmasına, basit bir “aykırı davranış”ın yakından izleniyor olmasına anlam veremezler. Ama statükocular haksız olduklarını bildikleri ve bugün henüz nüve halinde olan bir düşüncenin, kendi dinamikleri ile gelişmesi durumunda büyük bir muhalefete dönüşebileceğini bildikleri için yılanın başını küçükken ezmek isterler. Ve bunun günümüzdeki aracı veya yöntemi “psikolojik savaş”tır. Peki “psikolojik savaş nedir”, “nasıl ve hangi yöntemlerle verilir?,” neden dostlar arasında bu yöntemin yeri yoktur veya ideolojik mücadele demek değildir?” Bildiğimiz gibi, her toplumda ezenler (egemenler) ile ezilenler vardır ve bütün toplumsal ilişkiler ile mücadelelerin ekseni veya toplumsal-ekonomik değişimlerin motoru bu iki güç arasındaki mücadeledir. Bizim her davranışımız, son tahlilde, bu iki gruptan birinin çıkarları ile örtüşür. Bu nedenle insanlık tarihi toplumsal-sınıfsal mücadeleler tarihidir de denilebilir. Bundan binlerce veya yüzlerce yıl önce mücadele açık yöntemlerle verilirdi. Çıkarlar ve bu çıkarları savunan örgütlenmeler karşı karşıya gelir; savaşılır ve bir taraf yener, diğer taraf da yenilirdi. Birileri köleydi, diğerleri köle sahibi veya birileri derebeyi, diğerleri serf. Bir tarafta monarşi diğer tarafta burjuvazi…Saflar netti; dış görünüşlerinden bile kimin hangi toplumsal gruba ait olduğunu, olacağını ayırdedebilirdiniz. Günümüzde toplumsal yaşam daha karmaşık. Sınıflar ve toplumsal gruplar asıl olarak üretim ilişkilerindeki yerlerine göre şekilleniyor, ama birçok ara sınıf, katman veya toplumsal grup çıktı ortaya. Bunlar, anta;nist çelişkileri olanları etkiliyor, “ara çözümler” üretiyor ve politik yaşamı renklendirip çeşitlendiriyorlar. Çıkar çatışmaları veya mücadeleler bitti mi? Bitmedi elbette; ama insan-toplum-doğa bilincinin gelişmesi ile daha ince yöntemler gelişti, geliştirildi. Eskiden saraylarının etrafına surlar örmüşlerdi, ama ezilenlerin öfkesi bunları yıktı. İşkenceler, idamlar, hapishaneler de kar etmedi. Çünkü “bilen”ler ve “bilincinde olan”lar bir yerden sonra herşeyi göze alabiliyor, surları yıkabiliyordu. “Saraylılar” bunu fark ettiklerinde “bilmeyi” ve “bilince çıkarmayı” engelleme veya “beyinleri fethetme” yöntemleri geliştirmeye başladılar. İşte böyle, bu topla tüfekle yürütülmeyen savaşa en genelinde “psikolojik savaş” denir. İdeolojik mücadeleden farkı, gerçekler ve düşünceler üzerinde değil; yalanlar, çarpıtmalar, hileler, dedikodular ekseninde yürütülmesidir. Ve doğaldır ki böyle bir mücadelenin “dostlar arasında” yeri yoktur. Bu konuda Türkiye’de deneyim çok; ama okunacak derli toplu fazla kaynak yok. En detaylı yazıları, psikolojik savaşın öncelikli hedefi olan devrimci örgütlerin yayın organlarında bulabilirsiniz. Mesela Haziran Yayınlarından çıkan “Kontrgerilla Operasyonları” kitabında. Eğer kendi ağızlarından okumak isterseniz “Sahra Talimatları”nı, İngilizceniz varsa o zaman daMichael McClintock’u okumanızı tavsiye ederim. İki ayağı vardır psikolojik savaşın: “Gerçekleri gizleme, çarpıtma, yalanlar uydurma ve böylece bilgi kirliliği yaratma” ve “karşı tarafın moralini-psikolojisini bozma, güven bunalımı yaratma; böylece örgütlü bir güç haline gelmesini engelleme”. Günümüzde çıkar çatışmalarının olduğu her yerde “psikolojik savaş”, dolayısıyla “yalan, iftira, çarpıtma, karalama, kirletme vs” vardır. Çünkü gerçekten de etkili bir yöntemdir. Kansız, darbesiz ve “görünmez”! Devletin ideolojik aygıtlarında hergün yeniden üretilir, zamana-ihtiyaçlara göre yenilenir ve beyinlere enjekte edilir. Binlerce uzmanın ve “düşünce kuruluşu”nun görevidir bu. “Pratisyenler” ise aramızda dolaşan, içimizi dışımızı ve zayıf noktalarımızı bilen, çoğu zaman “bizden birileri”dir. Hedeflerine aldıklarını toplumsal bilincimizde “negatif” anlamları olan işlerle ve davranışlarla ilişkilendirmek; din ile veya ahlak ile çelişir gibi göstermek adettendir. Böylece beynimizde bir delik açmaya, yoldaşlarımıza güvenimizi ve inançlarımızı sarsmaya çalışırlar. Keza psikolojik savaşta bizim yanlış ve güçsüz olduğumuz iddiaları; kendilerinin ne kadar haklı ve güçlü oldukları söylemiyle ele ele gider. Ki değişmeyeceğine inanalım ve çizdikleri sınırlar içerisinde oyalanalım. Ama aynı zamanda “moralleri-psikolojiyi bozmaya, güvensizlik yaymaya, şüphe uyandırmaya” da devam ederler. Ola ki “yıkamazlarsa”, hiç olmazsa büyümemizi veya örgütlenmemizi engellemek için! Bakın neredeyse bütün eleştiri yazılarını “yıkılmaz kaleleri” veya “diasporanın en büyük örgütleri”ni anlatarak bitiriyorlar. Bu, bir tesadüf değil! Psikolojik savaşta çok sık başvurulan yöntemlerden biri de, insanların her konuda yeterince bilgi sahibi olamayacağını bildikleri için yalan yanlış bilgi; daha doğrusu kirli bilgi yaymak, yazılan çizilenleri çarpıtmak; tek tek insanların üzerine oynamak, hata yapmaya zorlamak veya hassas oldukları noktaları kaşıyıp, kendileriyle-inançlarıyla çelişkiye düşürmeye, birlikte oldukları insanlarla aralarında bir güven bunalımı yaratmaya çalışmaktır. “Zararlı” dedikleri insanların “açıklarını” arar, buldukları bir eksik veya yanlışı deşer, bulamazlarsa yaratır, insanları kamuoyu önünde yıpratır; örgütlenmenin ve en önemli ayağı olan önderlik kurumunun yaratılamaması, “sarı önderlik”in devamı için uğraşırlar. Çünkü örgütlenmenin düşüncelerin ete kemiğe bürünmesi; önderliğin de mücadelede süreklilik demek olduğunu bilirler. “Tehlike”yi sezdiklerinde önce “o anı” kurtarmaya çalışırlar! Bunun için her yöntemi dener, kılıktan kılığa girer; ayrılıkları veya farklılıkları abartır, birilerine “bunlarla nasıl birlikte olabilirsin?” veya “sana yakışmaz” mesajları vermeye çalışırlar. Amaç onları bir yanlıştan kurtarmak, kazanmak ve birlikte yürümek değildir! Bilinen farklar nedeniyle bunun mümkün olmadığını zaten bilirler. Amaç, “o an” için birilerini kendilerinden veya inançlarından şüpheye düşürmek ve birlikte oldukları insanlarla aralarındaki mesafeyi açmaktır. Bunu başarırlarsa amaçlarına ulaşmış olacaklardır. Çünkü amaç bir insanı ikna etmek veya kazanmak değil, birilerinden “koparmak” veya insanların bir araya gelmelerini engellemektir. “Tehlike” olarak gördükleri insanları bazen terörist yaparlar, bazen de ırkçı veya sekter, ahlaksız… Bulurlar herhangi bir negatif sıfat! Koparmak veya kışkırtmak istedikleri insanlara ise övgüler dizerler: öyle olmadıklarını düşünseler bile, öyleymiş gibi yapar, pofpoflarlar. Bu artık onlara ihtiyaç hissetmeyecekleri güne kadar böyle devam eder. En etkili olan tavırlarınız ve söylemleriniz için “yanlış oldu, zarar verdi” diyerek sizin kendi kendinizden ve politikalarınızdan şüphe duymanızı sağlamaya; üçüncü kişilerde “bu kadar insan rahatsız oluyorsa, bunlarda bir b… vardır, en iyisi uzak durmak” tavrı geliştirmeye çalışırlar. Bir süredir yurtseverler üzerinde de bu oyunu oynamaya çalışıyorlar. Biz aradan çekilsek, iki sene önce olduğu gibi birbirini yiyecek, birbirlerine selam bile vermeyecek olanlar; bizi eleştiren bir birşey söylediklerinde veya yazdıklarında hemen karşılıklı “eline sağlık” mesajları gönderiyor; “sikoş” veya “kardeşim” edebiyatı yapıyorlar. Biri birşey uydurunca aman uydurmaya devam etsin; yeter ki yurtseverlerle tartışsın diye destek veriyorlar. Uyduran da bu destekten cesaret alıp, daha çok uyduruyor. Mesela bütün dünya son yirmi yılda yeniden yükselen milliyetçiliğin karakterinin etnik kimliği koruma ve uluslaşma çabası olduğunu söylüyor, ama bir sivri akıllı çıkıp “bu milliyetçilik 200 öncesinin milliyetçiliğidir”, hatta ırkçılıktır diyor. Diğeri de hemen atlıyor ortaya: “Çok doğru sikoş, zaten sen bunu söyleyince ben hemen desteklemiştim. Ben de en az senin kadar sivri akıllıyım, değil mi?” diyor. Anlatamıyorlar bu milliyetçiliğin neden yanlış olduğunu ve nedenlerini; bunun yerine sloganlara sarılıyor, “eski” vs deyip bilinçaltına ve önyargılara oynuyorlar. Halbuki 200 yıl öncesinin milliyetçiliğine örnek Fransa’dır. Ve Fransa etnik köken ekseninde değil, vatandaşlık ekseninde uluslaşmış; Fransız milliyetçileri birbirlerine çoğu zaman “vatandaş”; bazen de “yurtsever” diye hitap etmiş; önce devlet örgütlenmiş, sonra birçok etnik topluluktan bir ulus yaratılmıştır. Zaten böyle olmasa neyin vatandaşı olunacaktır? İtalya’da da üç aşağı beş yukarı böyle oldu. Roma İmparatorluğunun çökmesiyle İtalya'da irili ufaklı devletler ortaya çıkmıştı. Venedik Cumhuriyeti, Ceneviz Cumhuriyeti, Papalık Devleti, Lombard Birliği, Napoli Krallığı ve Floransa Cumhuriyeti gibi. 19. yüzyılın başlarında Giuseppe Mazzini ve Giuseppe Garibaldi’nin öncüleri arasında yer aldıkları “bağımsızlık ve birlik” düşünceleri ortaya çıktı. Önce bağımsızlık kazanıldı ve İtalya devleti kuruldu; sonra da İtalyan ulusu yaratıldı. Ki bu nedenle “İtalya’yı kurduk, şimdi sıra İtalyan ulusunu yaratmaya geldi” sözü tarihe geçmiştir. Ancak önce devletleşme, sonra uluslaşma demek olduğu için bu milliyetçilik artık “ayrılıkçılık” olarak görülmekte ve uluslararası ilişkilerde sorun olmaktadır. Keza vatandaşlık eksenli uluslaşmanın etnik kimlikleri erittiği, ulusal baskıyı ve asimilasyonu örgütlediği de ortaya çıktı. 200 yıl önce geçerli olup da miadı dolan ve çok özel şartlar söz konusu değilse mümkün olmayan işte budur. Bugün ise ekonomik gelişmelerin de sonucu olarak “bölgecilik” eğilimleri güçlenmekte ve bu eğilimler belli şartlar altında büyük güçler tarafından da desteklenmektedir. Bu durum etnik topluluklara dokularını, bünyelerini güçlendirme anlamında bir fırsattır. Bu nedenledir ki günümüz milliyetçiliği etnik kökene dayanmakta, “çok uluslu üniter devletleri” sınırları içerisindeki etnik topluluklara daha geniş hak ve özgürlükler tanımaya zorlamakta ve demokratikleşmenin motoru olmaktadır. *** Bir süredir tartıştığımız bu insanların söylemlerinin seyrine bir bakın. Biz söylemlerimizin dayandığı gerçekleri-gerekçeleri anlattıkça, kanıtladıkça yeni “açılımlar” yapıyorlar. Kafkas’tan Çerkes’e ve Abhaz’dan “hokus pokus”la Abaza’ya geçiş yaptılar, Ubıh’ı keşfettiler ve “hiçbir zaman gündemlerine girmeyecek” Çerkesya artık dillerinden düşmüyor. Daha dün “kabile” dedikleri Adıge’yi şimdi ulus yaptılar ve bize Adige kimliği altında örgütlenmemizi öğütlüyorlar. “Tüm Kuzey Kafkasya Halkarı Çerkestir” diyorlardı, ama artık Çeçenler, Dağıstanlılar, Karaçaylar da Çerkestir diyemiyorlar. Bunun yerine “ Adıgeler, Abazalar ve ben Çerkesim diyen herkes” Çerkestir demeye başladılar. Osetler içinse henüz karar veremediler. Belki de önce papatya falı açacaklar: “Çerkes mi, değil mi? Çerkes mi, değil mi?...” diye. Eskiden Adige-Abhaz diyorlardı, şimdi Çerkes-Abaza veya Adıge-Abaza diyorlar. Aralarından bir tanesi de merak edip sormuyor, “ya düne kadar Abhaz diyorduk. Hatta ‚Abhaz Dayanışma Komitesi’ veya Abhazya’nın Dostları’ gibi örgütlenmelerimiz vardı. Şimdi niye Abaza demeye başladık” diye. Dünya yıkılsın; ama Abazalarla birlik bozulmasın istiyorlar. Bütün dertleri bu. Niye? Çünkü bu birlik Abhazya’ya müdahale etmeye ve Adıgeleri kontrol altında tutmaya yarıyor. Ama olan bize oluyor ve biz “soykırıma uğramış, sürgün edilmiş bir halkız” bile diyemiyor, adalet talep edemiyoruz. Anavatandan yükselen “Biz Adıgeyiz, Biz Çerkesiz” söylemleri onları ırgalamıyor. Henüz açıkça ilan edemediler ama eğer “arkadaşlar, söyleyin ama yazmayın. Yoksa bir daha değiştiremez ve geri alamazsınız. Bu da, ileride başka şeyler söylemek istediğimizde bizi zor durumda bırakır” diye uyaran “Abiler"ini dinlemezlerse büyük ihtimalle “Çerkes anavatanda başka, diasporada başka bir anlama gelebilir” veya “niye anavatanın tanımını kabul edelim, anavatan bizim tanımımızı kabul etsin” gibi bir bilimsel buluşa! imza atmak üzereler. Ama şunu bilsinler: Bütün bu “buluşlar”ın ve “etnik olarak Çerkes Adıge anlamına gelir, ama politik olarak daha geniş olabilir, Kuzey Kafkasya Halklarını kucaklayabilir” gibi söylemler Türk uluslaşması model alınarak uydurulmaktadır. Yani, “farklı etnik kimliklerden insanlar Türkiye vatandaşlığını benimsemiş, Türk olmuşlardır. Bu anlamda Türklük bir etnik kimlikdeğil; politik kimliktir”in bize uyarlanmasıdır. Bizde bu söylemin pratikte hiçbir karşılığının olmaması bir yana; diaspora ile anavatan arasına duvarlar örmeye, bizleri diasporada yaşama veya “entegrasyon” düşüncesine alıştırmaya çalışanlara hizmet eder. (bkz. Kaf Fed’in sitesindeki Avrupa’da Çerkes Günü haberi). Geçen ay Kaf Fed’in sitesinde yayınlanan yazıyı herkes görmüştür. Hata kimde, çeviriyi yapanda mı ve bilinçli mi bilmiyorum? Ama Kaf Fed kendisine gönderilen iki yazıyı “söylemlerimiz doğrulandı” gibi bir üst başlıkla sundu, kamuoyunu yanıltmaya çalıştı. Çevirisi yapılan yazının her yerinde “Adigelere Çerkes denir” diyor; ama onlar yanlış çevrilmiş (yazının bir yerindeki “Abaza Abzah” ve “köken de ulus” olarak çevrilmiş, ama anlam 180 derece değişmiş) bir cümlenin üzerine atladılar. Diyelim ki, hata yoktu ve tezlerini doğrulayan bir yazı var. Ama bu, tezlerinin doğrulandığı anlamına mı gelir? Peki bu tezlerin karşısındaki onlarca kaynak ve belge ne olacak? Ama kendilerini psikolojik savaşın havasına öyle kaptırmışlar ki “o an” için bir yargı oluşturmak, çevrelerindeki insanlara tutunabilecekleri bir dal sunmak istiyorlar. Yalnız Kaf Fed’in üst başlığı ve çeviri değil; bahse konu olan yazının kendisi de “sorunlu”. Yazar ya konuyu iyi bilmiyor, yada gerçekleri değil; görmek ve göstermek istediğini anlatıyor. İspanya ve İsviçre örnekleri mesela, yazarın savunduğu teze Allah gelse uymazlar. Bu ikisinde de “birlik” ya tarihin bir döneminde “zor” ile mümkün olmuş ya da demokrasi ve başkalarının kimliklerine saygı ile; ama öyle birilerinin sandığı gibi “bir üst kimlik altında toplanarak” değil! Ne İspanya’da ne de İsviçre’de kimse oturup bizimkilerin yaptığı gibi “bulut mu olsam, gemi mi yoksa; balık mı olsam, yosun mu yoksa…” diye kafa yormamış. İspanya’da özellikle Bask ülkesi, Katalonlar ve Galiçyalılar İspanyol diye bir ulusun olmadığını; Katalon, Bask veya Galiçya ulusundan olduklarını ve Kastilyalıların kendilerini İspanyol kimliğinde eritmeye çalıştıklarını söylerler. Durum bizde yapılmaya çalışılanın tam tersidir: “Bask” veya “Katalon” ulusal ve dolayısıyla politik kimliktir; “İspanyol” kimliği ise farklı ulusların birlikte yaşayabilmesi için bir “coğrafi ve kültürel şemsiye”. Politik kimlik ile etnik kimliğin örtüşmediği ( İspanyolun üst veya politik, diğerlerinin de alt veya etnik olduğu ) yıllar Franko Faşizmi yıllarıdır. İspanyol kimliğine dayanak olan “Kastilya”lıların diğerlerini asimile ettikleri. Ne zamanki etnik kimlik politikleşmiş, uluslaşma da o zaman başlamış ve asimilasyon durmuş! Bask ülkesinde bugün anne babaları bilmedikleri halde, kendileri Bask dilinde bilimsel, kültürel alanda yetkinleşen bir kuşağın yetişmiş olmasının nedeni, etnik kimliğin politikleşmiş olmasıdır. Gidin, daha havaalanına indiğinizde rehberinizin “burası Katalonya’dır. Biliyorsanız, lütfen Katalonca konuşmaya çalışın” dediği Katalonya’ya veya Bask ülkesine ve “siz İspanyolsunuz” veya “şunlarla-bunlarla kardeşsiniz, yüzlerce yıl birlikte yaşadınız, niye birlikte uluslaşmıyorsunuz” deyin de görün ne cevap alacağınızı? Elbette ne İspanya, ne Bask ülkesi ne de Katalonlar bize bir model olamaz, ama eğer İspanya’daki durumu bize uyarlamak isterseniz şöyle bir şey çıkar ortaya: İspanya’nın bizde karşılığı Kuzey Kafkasya’dır. Çerkesya değil. Çerkesya bu “Kuzey Kafkasya”nın “Euskal Herria”sıdır, yani “Tarihsel Bask Toprakları”. Bu toprak üçe bölünmüştür ve Basklar tarihsel topraklarında, bütün parçalarında azınlık durumundadır. Birleşmek ve tek ulus olmak istiyorlar. Bizim gibi! İsviçre keza. Eksik veya kendi “tezleri”ni doğrulayacak kadar anlatılmış. Dolayısıyla yanlış anlamaya yol açıyor. Bugün İsviçre’de şu kadar Kanton ve bu kadar resmi dil var demek yetmez. Birincsi, İsviçre “İsviçre” değildir. Nasıl Amerika Birleşik Devletleri yerine Amerika deniyorsa, İsviçre de “İsviçre Konfederasyonu”nun kısaltılmasıdır ve İsviçre diye bir devlet veya ulus yoktur. İsviçre Konfederasyonu’nun ülkedeki dört resmi dilde dört ismi var: Schweizerische Eidgenossenschaft ( Alm. ) Confédération Suisse ( Frz. ) Confederazione Svizzera ( İtal. ) Confederaziun Svizra ( Rät. ) Buna rağmen uluslararası ismi latince olarak “ Confederatio Helvetica” ve bu nedenle de plakası “CH” dır. Çünkü ülkeyi resmi dillerden birinde anıldığı gibi tanımlayıp diğer halkları incitmek istememişler. Bu, bazı insanlarımızın belki de bilinçli olarak üzerinden atladıkları önemli bir “ayrıntı”dır. Çünkü herkesi Çerkes kimliği altında toplamaya çalışanlar bir konfederasyonu, hatta ismi bile “nötral” olan bir konfederasyonu tezlerine örnek olarak anlatamazlar. “Çerkes, etnik olarak Adıge demektir, ama politik anlamı daha geniştir” diyenler, “etnik” ile “politik” kavramlarını birbirinin karşıtı veya alternatifi gibi kullanıyorlar. Halbuki etnik kökenli politik bir örgütlenme olabileceği gibi, tekleştirmekten ve ne anlamda olursa olsun aynılaştırmaktan kaçınarak; hatta birkaç bin kişilik insan topluluklarının bile kimliklerine saygı duyarak İsviçre Konfederasyonu gibi örgütlenmek de mümkündür. İsviçre’de Kantonlar bir konfederasyon olarak merkezileşmişlerdir, ama her kanton bir devlet gibidir. Zaten Kanton da“eyalet devleti” demektir. Son 200 yıldır merkezi yanı gelişmekle birlikte hala her Kanton birçok konuda karar alma hakkı olan kendi yönetim organına sahiptir ve bugün ben Çerkes değilim diyenlerin kendi derneklerini kurmalarını bile içlerine sindiremeyenlerin, gelecekte demokratik bir örgütlenmeye ve “devletçiklere” izin verebileceklerini düşünmek için hiçbir neden yok. İsviçre’nin tarihsel gelişimi de önemli. Bu topraklarda bin yıl önce Almanların, İtalyanların, Fransızların ataları yaşıyorlardı. Kontonlar da feodal devletçiklerdi. İlk birleşme adımını atan üç Kanton 1291’de Schwyz şehrinde biraraya geldikleri için birliğe “Schweiz” ( İsviçre ) denmiştir. İlginç olan, bu üç Kantonun üçünün de ( Uri, Schwyz ve Unterwalden ) Alman etnik gruplarının kantonları olması. Sonra özellikle dış tehdit, savaşlar ve bu savaşlarda kazanılan zaferler nedeniyle Birliğe başka “kantonlar” da katılmış, ama kimse başka bir kantonu birliğe katılmaya zorlamamış, kimse ortak bir kimlik yaratma derdine düşmemiş, ayrılmak isteyene savaş açmamış! Özetle, İsviçre dört etnik topluluğun birlikte uluslaşması, aynı olması demek değildir. Ne kantonlar ne de İsviçre Konfederasyonu böyle bir esas üzerinde örgütlenmediler. 700 yılda geldikleri nokta uluslararası yasalar ve güçler tarafından korunan bir konfederasyon veya devletçikler birliğidir. İsviçre “tekleştirme” veya “aynılaştırma” olmaksızın dabirlikte yaşanılabileceğine; kardeş olunabileceğine örnektir, “Çerkes=Herkes”e veya bu mantıkla örgütlenmek isteyen Kaf Fed’e değil! Bizle karşılaştırırsanız, Kuzey Kafkasya’da tarihsel gelişimi içerisinde ortaya çıkan “devletçikler” veya uluslar Federasyon veya Konfederasyon şeklinde örgütlenmeli; bunu yaparken bir kimliği “etnik olarak şöyle ama politik olarak böyle” deyip başkalarına dayatmamalı, “biz çerkes değiliz diyenlere yok siz Çerkessiniz” dememelisiniz. Gerçekleri çarpıtan, sadece kendi tezlerine destek olacak kadarını anlatanların ne halklarına ne de kendilerine saygıları olduğuna inanmıyor; yazımı bitirmeden önce şunları bir kez daha vurgulamak istiyorum: Yeni bir sürece girdik. Diasporada siyasi harita değişecek, buna kimse engel olamaz. Düne kadar birbirlerine selam bile vermeyen ve bizim “hepsi aynı şemsiyenin altında toplanacak” dediklerimiz artık birbirlerini eleştirmiyor, bize laf yetiştirmeye çalışıyorlar. Bugüne kadar bizim söylemlerimize karşı, kendi tezlerini savunmaya çalışmışlardı. Şimdi, savunduğumuz kavramların ve söylemlerin bazılarını sahiplenir gibi yapıp bunları benimseyen kitleye sanki kendileri de böyle düşünüyorlarmış gibi görünmeye çalışıyor ve “tehlikeli” olduklarını düşündükleri yurtseverlere karşı “psikolojik savaş” yürütüyorlar. Dün ne yurtseverlik, ne de Çerkesya asla gündemimize girmeyecektir diyorlardı; bugün nasıl olması gerektiğini anlatıyorlar. Ama Çerkesya’ya inandıkları için değil, çekim merkezi halen geldiği için; altını boşaltmak için. Dün “sokaklara çıkmak bize yakışmaz” diyorlardı, bugün “lafla gemi yürümez” ve “hayal kurarak Çerkesya kurulmaz” diyorlar. Dün Abhaz Dayanışma Komiteleri veya Abhazya’nın Dostları gibi platformlar örgütlemişlerdi; bugün Abhaz’ı ağızlarına bile almıyor, “Abaza” diyorlar. Ne dilleri, ne tarihleri, ne de siyasi gelecekleri için özel hiçbirşey yapmadıkları; Adige olduklarını, Adigeleştiklerini bildikleri Ubıhları sırf Çerkes=Adıge dememek, manupile etmek için dillerinden düşürmüyorlar. Dün “Kuzey Kafkasya Halkları” Çerkes’ti, bugün “Adıge, Ubıh, Abaza ve kendisini Çerkes gören herkes”. Dün “Çerkesya’da yaşayan herkes, hatta Karaçaylar bile Çerkes olsa ne olur” diyorlardı, bugün Karaçayları ağızlarına bile almıyorlar. Dün Adıgeler herkesle birlikte uluslaşması gereken, ne olduğuna bir türlü karar veremedikleri bir şeydi; bugün “Adıge ulusu” Adıge kimliği ile örgütlenmeli diyorlar. Ve bu değişiklikler öyle on yıllar içerisinde değil, birkaç ayda oluyor! Ama itiraf edelim biz de bir iddiamızı değiştirdik: Dün “birgün gündeminize gireceğiz, bizi tartışacaksınız” demiştik, bugün artık “yakında rüyalarınıza da gireceğiz” ve “birgün herkes Çerkesyacı, herkes yurtsever olacak” diyoruz! Duyarlı, samimi ve iddialı insanlarımızın adımlarını bunları bilerek atmaları ve yarın pişman olacakları şeyler söylememeleri dileğiyle…
  • facebook sharing buttonFacebook
  • twitter sharing buttonTwitter
  • pinterest sharing buttonPinterest
  • linkedin sharing buttonLinkedin
  • tumblr sharing buttonTumblr
  • vk sharing buttonvk
  • odnoklassniki sharing buttonOdnoklassniki
  • reddit sharing buttonReddit
  • whatsapp sharing buttonWhatsapp
  • googlebookmarks sharing buttonGoogle Bookmarks