19 yy. filozofları, düşün insanları, ulusal devletlerin kurulma süreçlerini, feodalizmin yıkıntıları arasında yaşadılar, ileri doğru bir gelişme olarak gördüler. Bu çağ, dinlerin, o güne kadar yazılan tarihin, tekniğin etkilerinin, sanayileşmenin sonuçlarının, sınıfların, yeni oluşan bürokrasinin, bunun biçimlerinin, sonuç olarak da devletin ele alınarak alabildiğine incelendiği, yeni teorilerin geliştirildiği bir çağdı.
Ele alınmayan, alınmaya değer görülmeyen tek konu, milliyetçilikti. Milliyetçilik daha başında görülmüş olsa bile, zayıf, kötü, yanlış bir "akım" olarak damgalandı. Hepsi bu kadar! Almanya'da, İtalya ve İspanya'da faşistlerin, milliyetçiliği kullanarak iktidara gelmiş olmaları konusu, faşistlerin barbarlıklarının, II dünya savaşının yıkımının gölgesinde kaldı.
Bu konuya gereken önemi veren tek insan belki de Moses Hess'tir. Görüşleri Theodor Herzl'i derinden etkilemiş, İsrail Devleti'nin kuruluş ideolojisi olarak görülmüştür. Dini bir topluluk olan yahudileri, dinden bağımsız, Fransız devriminin öğretileri ışığında nasıl birleştirebileceğine yönelik tezlerin ele alındığı "Roma ile Kudüs" adlı eseri, aynı zamanda siyonistlerin de el kitabı olmuştur. Hatta Moses Hess'in, Marx ile Engels'in komunist olmalarında bile etkisi olduğu söylenir.
İnsanların, kendilerini kolayca tanımlayabilecekleri, aile, sülale, toplumsal düzenler, sınıflar dini örgütler, partiler, uluslar ile devletler bir guruba üye olma istençleri, Aristoteles'ten bu yana bilinen bir gereksinimdir. (İsaah Berlin).
Marxistlerce Milliyetçilik, yanlış bir bilinç biçimi, burjuvazinin, bilinçli ya da biliçsizce, eski feodal sınıfların içinden bazıları ile birleşerek, sınıfları baskı altına almak, işçi sınıfının iş gücünü sömürmek için kullandıkları bir ideoloji idi. Günü geldiğinde, bu ezilen sınıflar, işçi sınıfı öncülüğünde egemen sınıfları devirecek, üretim sürecini kendi denetimi altına alacaktı. Çünkü kapitalistlerin kendi aralarındaki çelişkiler o kadar güçlü idi ki, bu rekabet ile çelişki onları zayıflatacaktı. Bu teori içinde, ulusal duyguların yeri yoktu(!). Kelimenin tam anlamı ile "hafife" alınmıştı.
Oysa çağımız, kendisine sosyalist diyen bazılarının bile milliyetçiliği savunduğuna, savunmakta olduğuna şahit oldu. Bugün Türkiye'de, bu durum en açık şekli ile ortaya çıkmıştır. Bunda -Marx’ın deyimi ile- eski egemenlerin, çabaları da önemli rol oynamaktadır.
Bu arada birşeyi belirtmekte yarar var: Onun (Marx) tezleri, tesbitleri, bazı yanılsamalarına rağmen, çağdaşlarının göremediği şeyleri, nasıl tüm açıklığı ile gördüğü noktasında, hala yol göstericidir. Üretim araçlarının özel sektör elinde merkezileşerek yoğunlaşması, sanayileşmenin önünün alınamayacağı, daha o dönem belli belirsiz olan, kapitalin büyüyüp toplumsal-siyasal çatışmaları körükleyeceği gibi... Aynı zamanda, siyasi, ahlaki düzeyde, felsefi-dini, liberal, bilimsellik maskesi altında sürdürülen sahte, acımasız tezleri çürütmedeki başarısı da biliniyor.
Karşıtları sıradan insanlar değillerdi. Örneğin, parlak zekası ile, ele avuca sığmayan Bakunin. Marx’tan önce devrimin, sanayileşmiş ülkelerde değil, varlıkarının tehdit altında olduğu İspanya ya da Rusya'da olacağını söylemişti. Heinrich Heine ise (Marx ile çok tatsız bir tartışmadan sonra arkadaşlıkları sona erdi. İkisi de bu nedenle mutsuz oldular), Marx'a bir gün bu Alman, Fransız “ideolojik olarak (milliyetçilik) zehirlenmiş barbarların” Avrupa'yı bir çöle döndüreceğini söylemişti. Marx'ın nefret ettiği, açıkça “piç” diyecek kadar hakaretler ettiği Ferdinand Lassalle, devlet sosyalizminin geleceğini (Rusya, Sovyetlerbirliği) bunun devlet kapitalizmi ile aynı olabileceğini söylemişlerdi. Hepsi oldu. Max Weber, bürokratik iktidarın gücünün nasıl gelişeceğini; hatta romancı George Orwell Stalin'in diktatörlüğünü, dahiyane romanı 1984 te anlatmıştı; ama tüm bunlar, Marx'ı har konuda haksız mı çıkardı? Hayır, asla!
Yazının başında söylediğimiz, ele alınmayan tek konu, Milliyetçilik, bugün tüm bu teorisyenlerin takipçilerinin önünde, çözülmeyi bekleyen bir ödev olarak durmaktadır. Ben tarihinin hiçbir döneminde, ne bugünkü biçimi ile ideoloji olarak İslam’ın; ne de toplumun sosyal-psikolojik açıdan incelenmediği Türkiye'de, bu koşullarda, bu konunun ele alınıp inceleneceğini sanmıyorum!
Ulusal, dini, sınıflar arası eşitlikler için çabalayan, yeni kuşaklara daha kardeşçe, demokratik bir gelecek kavgası sürdüren, gerçek sosyal-demokrat, demokrat, özgürlüklere inanan insanlar bunu başarabilir. Kısaca önümüzdeki dönem, sınıf, din, kuşaklar arası çatışmaların değil, her türden milliyetçiliğe karşı direnmenin belirleyeceği bir dönem olacaktır.
Dikkatten kaçırılan, uluslararası boyutta, sözüm ona uluslararası birliklerde yaşananlar. Bahsettiğimiz AB, BM, NATO gibi örgütlerdir. Buralarda sürdürülen tartışmaları incelerseniz göreceksiniz ki, her ulus temsilcisi orada alenen milliyetçi söylemlerle, kendi ülkesinde “puan toplama” yarışındadır! Türkiye'nin sözcülerinin konuşmalarına bir de bu açıdan bakınız. Hatta R.T. Erdoğan'ın “Çok meraklı değiliz!”, “Kendileri bilir!” vb. söylemlerine. Bu söylemler Türkiye’de hem dini; hem de milli duygulara yönelik söylemlerdir; üstelik “başarılı” da olmaktadır.
Ancak bu “başarının”, her gurup tarafından sık sık şikayet edilen bölünmeye sağladığı hizmet görülmemektedir. Bu noktada bölünmeyi coğrafi bir bölünme olarak ele almadığımızı söyleyelim!
Şu anda her türden “ulusalcı”, adeta bir kendine acıma duygusu ile, üzeri örtülü ya da açıkça, milliyetçiliği körüklemektedir. Öteki milliyetçiliğe karşı kendi milletini savunma adına, toplumsal uzlaşma zeminini kırılma noktasına doğru zorlamaktadır. Gülünçlük işte bu noktada. Milliyetçiliğin tam Türkçesi olan Ulusalcılık, bazı sözüm ona sosyal-demokratlar tarafından açıkça savunulmaktadır. Bazı sözüm ona solcu da bu “masum” ulusalcılık sözcüğünü yadırgamadan, gene sözüm ona sosyal-demokratlar ile işbirliğine gitmenin yararlarından söz etmektedir.
İktidar ise, bir İslami Cumhuriyet hayali ile, İslam’ın belli bir yorumunu topluma dayatarak, bu toplumsal “çatlağı” daha da büyütme çabasındadır. Devleti ele geçirmiş olmanın verdiği yanlış bir öz güven, önlerine, ulaşılması olanaksız hedefler koydurtmakta, bu da onları her başarısızlıkta hırçınlaştırmakta, saldırganlaştırmaktadır.
Bu her yönden saldırıya geçen ilkel politik körlük, hiç kimsenin ele almaya değer görmediği milliyetçilik, onun tam Türkçesi ulusalcılık, ne olduğu belli olmayan bir dini ideoloji ile birlikte, ülkemizi, düşünsel, iktisadi çöle; dolayısı ile bir insan çölüne döndürebilir.
Görünen tehlike, “Ateşkes” yapan gurupların, kendi dışlarındaki her eleştiriye, işte bu “ulusalcı” içgüdü ile, düşmanca tavır almasıdır. Böyle bir şey olacaktır diye yola çıkmak yerine, süreçteki tartışmalarda, demokratik, eşitlikçi tezlerin öne çıkmasını sağlamaya çalışmak sürece daha uygundur. İşte bu içerikteki tartışmalarda, toplumun birlikte gideceği yön daha belirgin olabilir.
Bunun koşulları vardır. Üstelik bu yol, tüm zorluklarına rağmen, birlikte yürünmesi gereken devrimci bir yoldur!