- II -
-Tarihte Türk-İran ilişkilerinde 4 hükümdarın önemi diyorduk.
HİLMİ : Evet. Fatih'in, asıl olarak, gözünü "Batı'ya" çevirmiş olduğunu, Anadolu Beylikleri ile ilişkisinin, doğu sınırını daha huzurlu tutmak arzusundan kaynaklı olduğunu demiştik. Uzun Hasan ise, Hindistan, Pakistan, Afganistan, Türkmenistan sorunu ile uğraşırken, Mezapotamya'yı "sağlama almak" amacında idi. Bu nedenle, kendisi de Sünni olmasına rağmen, Anadolu ile bugünkü Azarbaycan'da etkin olan bir şeyh ile akraba olmuştu. Uzun Hasan, kız kardeşini, Şeyh Cüneyd ile evlendirmişti. Şeyh Cüneyd işte böyle bir ilişki nedeni ile daha da tanınmıştı.
İşte bu Şeyh Cüneyd, bugün TR ile birçok başka ülkede denenmiş olan, Dİn Devleti fikrinin de babası sayılabilir. O Erdebil'deki tekkesini, tam bir devlet merkezi gibi görüyordu. Ama bu konuya girmeyelim. Onun bizim konumuzla ilişkisi oğlu ile torunu nedeniyledir.
Uzun Hasan'ın kız kardeşi Hatice Begüm ile Şeyh Cüneyd'in evliliğinden, biraz sonra anlatacağım Şah İsmail'in babası Şeyh Haydar doğdu. Haydar, babasını görmeden Uzun Hasan'ın sarayında büyüdü. Burada, Karakoyunlu-Akkoyunlu çatışmalarının yaşandığı dönemde, politik erk merkezinde büyümüş olması, ona Erdebil'deki şeyhlik makamı yanı sıra, iktidar hevesi de vermiş olmalı.
Dayısı uzun Hasan, doğuda diğer Türk kabileleri ile, savaşadursun, O, Kafkasya'ya yöneldi. Erdebil Tekkesi'nden kuzeydeki "inançsız" Çerkeslere, Alanlara karşı seferler düzenledi. Ama bu seferleri, durmadan Akkoyunluları müttefiki Şirvanşahlar üzerinden geçerek yapıyordu. Şirvanşahların yöneticisi Ferruh Yaşar, onun bu faaliyetlerini sürekli Akkoyunlu'ların yeni Şahı Yakub'a bildiriyordu. Haydar oldukça ünlenmişti. Sonunda Ferruh Yaşar'ın şikayeti üzerine, Yakub ona yardım gönderdi. Aynı babası Şeyh Haydar gibi, O da bir tehlike olarak görüldü. Aynı babası Şeyh Cüneyd gibi Derbend'de öldürüldü.
Burada son ilginç bir nokta da, Ne Şeyh Cüneyd'in; ne de Şeyh Haydar'ın şiiliği konusunda somut bilgi olmayışıdır. Hatta Uzun Hasan gibi her ikisinin de Hanefi mezheplerinden Şafiliğe yakın olduklarıdır. Ancak, Şeyh Haydar, askerlerine kendi tasarladığı 12 dilimli kırmızı başlığı giydirdiğinden, onlara Kızılbaş da denmiştir. Onun "Şiiliği" ile ilgili bundan başka bir "belge" yoktur. Uzun Hasan ile halefleri her ikisini de politik amaçları için kullanmışlar, sonra da bertaraf etmişlerdir.
- Şah İsmail'i anlatacaktın.
HİLMİ : Anlatıyorum ama bu "küçük" ayrıntılar sonuç olarak diyeceklerim açısından önemli.
İşte bu Şeyh Haydar, dayısı Uzun Hasan'ın kızı Halime Alemşah Begüm ile evlendi. Halime Alemşah'ı annesi rumca adı ile Martha diye çağırırdı. Bu evlilikten de Şah İsmail ile iki kardeşi (Ali Mirza, İbrahim) doğdu.
Şah İsmail ile kardeşleri, çocuk yaşta, tam bir "Aile içi" iktidar kavgasının ortasında idiler. 7 yaşına kadar gizli yaşadı. Abisi Ali öldürüldü, diğer abisi İbrahim annesinin yanına giderken, yada gittikten sonra kayboldu(!). Onuyani Şah İsmail’i, Şii inançlı Gilan Eyaleti idarecisi Kirkiya Ali korudu. İyi bir eğitim aldı. Bu sırada olan ilginç bir olay anlatılır. Söylentiye göre, İsmail'in Gilan'da olduğu belli olunca, Tebriz'den elçiler gelirler, onu isterler. Kirkiya Ali, İsmail'i bir sepete koyar. Sepeti de yüksek bir ağaca asar. İsmail'i almaya gelenlere tanrı adına yemin ederek, "Bu topraklarda değil." der. Böylece yalan da söylememiş olur! Buradan Ali'nin nasıl dinine, inancına bağlı olduğu anlaşılıyor.
Şah İsmail 13 yaşına geldiğinde, Kirkiya Ali'nin de yardımıyla, Erdebil Şeyhinin, o zamana göre çok iyi örgütlenmiş olan haber ağını da kullanarak, Toroslar'daki, Anadolu'daki Kızılbaş müritleri topladı. Önce Erdebil'i sonra da Tebriz'i ele geçirdi. Kendisini Şah ilan etti.
Şah İsmail, Hatayi ismi ile şiirler de yazdı. Aleviler, Şii’ler onu hala severler. Bir koşulla ki, o da çağının tüm iktidar sahipleri gibi hırslı idi. İran'da iktidarı ele geçirdikten sonra, Mezapotamya ile Özbekistan'ı da topraklarına kattı. Azarbeycan zaten daha önceden alınmıştı. 1512 yılında, bugünkü İran sınırları belirlenmişti. Sadece Anadolu Türkmen'lerinin yaşadıkları topraklar kalmıştı.
- O sıra İstanbul'da ne oluyordu? Osmanoğulları ne yapıyordu?
HİLMİ : İstanbul aynı İran gibi karışıktı. İstanbul'da Yavuz Selim, babası Bayezid'e karşı bir darbe yaparak başa geçmişti. Sanki bir kader oyunu gibi. Bayezid'de kardeşi Cem Sultan'a karşı savaşarak iktidar olmuştu. Hatta Cem Sultan'ı yenecek deneyimi olmadığından, İtalya Seferi'ndeki tecrübeli kumandan Gedik Ahmet Paşa'yı çağırıp, sözüm ona isyan eden Cem üzerine yürüttü. Gedik Ahmet Cem'i yenince, yeniçeriler arasında çok sevilen bu kumandanı da, bir yemekte katl ettirdi.
Kısaca Anadolu'nun batısı da pek sakin değildi. İşte bu kargaşada 20 yıl Trabzon Valiliği yapan Yavuz Sultan I Selim, iki kardeşi ile babasına karşı savaşarak iktidara gelmişti. Yani iktidara gelme süreci aynı Şah İsmail'inkine benziyordu.
İran'da Kürt’ler, Ermeni’ler, acemler, tatarlar, İlhanlı’lar Şah İsmail'i tanımışlardı. Anadolu'da ise birçok tükmen beyi, osmanlıları kendilerine eşit görüyor, hala Osmanoğulları diyor, kendileri ile eşit sayıyorlardı. Ayrıca kızılbaşlık nedeniyle de Şah İsmail'e sadık idiler. Dulgadır Türkmenleri, kendilerine gelen bir vergi memuru ile yanındakileri öldürmüşlerdi. Yüzyıldan fazladır düzenli vergi vemeyen bu beyler, zaten hiç vergi vermedikleri Şah İsmail'e daha yakınlık duyuyorlardı. Sanki Şah İsmail onlardan vergi almayacaktı !..
İşte bu iki lideri, bu koşullarda karşı karşıya getiren bir başka etken de, Şah İsmail'in, batılı kırallara yazdığı mektuplardı. Şah İsmail, dedesi Uzun Hasan gibi, Alman Kıralına, Macaristan kıralına mektuplar gönderip, "Birbirinizle uğraşacağınıza bu başbelası Osmanoğullarına karşı birleşin" uyarısında bulunuyordu.
Yavuz, önce Mısır sultanlığına bağlı Dulkadır üzerine yürüdü. Daha sonra da Şah İsmail'in. Ancak burada dini bir sorun vardı. Bir müslüman'ın diğeri ile savaşı konusu. Yavuz Sultan Selim hemen bir çözüm buldu. Şeyhleri, ulemayı topladı. Hemen bir Fetva aldı(!):
".........biz dahî Şeriat’ın hükmü ve kitaplarımızın nakli ile fetvâ verdik ki adı geçen toplum Kızılbaşlar kâfir ve dinsizdirler ve de her kimse ki onlara uyup o sapık dinlerine râzı ve yardımcı olursa onlar da kâfir ve dinsizlerdir. Bunları dahî öldürüp toplumlarını darmadağın etmek, tüm Müslümanlara vâcip ve farzdır. Müslümanlardan ölen said ve şehid olup Cennet'e girer ve onlardan ölen aşağılayan Cehennem'in dibindedir. Bunların hâli kâfirlerin hâlinden daha fena ve çirkindir. Zîrâ bunların kestikleri ve avladıkları ister doğanla, ister ok ile ve av köpeği ile olsun, murdardır ve nikâhları gerek kendilerinden, gerek başkasından alsınlar, bâtıldır ve de bunlara kimseden mîras yoktur. Bir bucak halkı bunlardan olsa da Allah yardımcısı olsun, Osmanlı Padişahı'na gerekir ki bunların (Kızılbaşların) ileri gelenlerini öldürüp mallarını ve kadınlarını dahî ve çocuklarını İslâm gâzilerine taksim ede ve bunları ele geçirilince tövbeliklerine ve pişmanlıklarına inanmayıp öldürülmeli ve de bir kimse ki vilâyette olup onlardan olduğu bilinirse ya da onlara giderken yakalanırsa öldürülmeli ve tüm bu toplum hem dinsizdir ve hem bozguncudur, iki yönden katledilmeleri vâciptir. Ey Allah'ım! Dîne yardım edene sen de yardım et ve Müslümanları hor göreni sen de hor gör.
(bu fetvâyı veren) Sanı Görez adıyla meşhur el-Müftü Hamza"
İşte bu Fetva, bazılarınca, Timur zamanındaki İbn-i Teymiyye'nin bilinen Mardin Fetvası ile birlikte bugün hala geçerliliktedir.
- Peki sonuç ne oldu? Kazanan kaybeden ne yaptı?
HİLMİ : Eski tarihçilerin deyişi ile, İki ordu Çaldıran'da karşılaştı. Ustaclu, Şamlu, Rumlu, Tekelü, Zülkadir, Avşar, Kaçar ile diğer Türkmen Aşiretleri Şah İsmail'e katıldılar. Sayılarının (Asker olarak) 7 ile 10 bin olduğu söyleniyor. O zamana göre oldukça önemli bir askeri güç.
I Selim (Yavuz), ordusundaki uzun namlulu tüfekler ile topçu atışları sayesinde savaşı kazandı. Ermenistan ile Kurdistan'ı topraklarına ekledi. Savaş dönüşü, hem İran'a gittiği, onlara yardımcı olduğunu tesbit ettiklerini hem de bu savaşa karşı çıkan kendi bürokratlarını resmen katl etti. Rivayet 40 bin cıvarı ama kesin olduğuna dair kanıt yok !
Yavuz Dulkadır'ı ortadan kaldırınca, onların müttefiki Mısır'a yürüdü. Oradaki Memlükleri de yenip, topraklarına kattı. Şah İsmail ise İran'a geri döndü. Tarihi olarak bu savaş ne kadar önemli bir yenilgi olursa olsun, bu günkü İran'ın ulusal sınırlarını belirlemesi açısından daha da önemlidir (Walther Hinz. Sy.90).
- Şah İsmail'in de rakibi gibi olduğunu ima etmiştin. Nasıl yani, o da öyle zalim mi idi. Şiirlerindeki gibi değil miydi?
HİLMİ : Bu noktada bir şey demem zorunlu oldu. Bak şimdi: Nasıl ki dinler barışın, herkes kendilerinden olduğunda gerçekleşebileceğine inanıyorlarsa; hükümdarlar da toplumsal barışın sadece onların dedikleri gerçekleştiğinde olacağına inanırlar(dı).
Evet. Yavuz, Anadolu'da, imparatorluk merkezinde "temizlik" yaptı. Onun adını savunan biri bugün hala TEMİZLİK'ten söz ediyor. Yapacağı katliamların ön hazırlıklarını tamamlamakla uğraşıyor.
Ama Şah İsmail de farklı değildi. Şii inancına öyle sadıktı ki, bugünkü Ayetullah'lardan farkı yoktu ! Özbeklerle 1510 daki savaşta galip gelince, Merv'deki Muhammet Şeybani'nin kafasını kestirdi. Kafatasına şarap koyup içti. Akkoyunlu'ların son şahının Tebriz'deki mezarını açtırıp, kemiklerini çıkarttırdı. Küfürler ederek, törenle yaktırdı. Tebriz'e girdiği gün 300 sokak kadınını, kılıçlarla parçalattırdı. Kendisinin de kestiği söyleniyor. 1524 yılında 37 yaşında öldüğünde bir efsane olmuştu bile. Askerleri zırh, miğfer kullanmazlar, Pir İsmail'in onları koruyacağına inanırlardı !!!
- Sonuna geldik galiba.
HİLMİ : Evet iki kişi kaldı. Amasya Anlaşması ile başlayıp devam edelim