23 Ocak 2012 Pazartesi Saat 00:48
Tunus ile başlayıp tüm Ortadoğu'ya hatta Kuzey Afrika'ya yayılan ''Arap Baharı'', şimdilerde Çerkes nüfusunun da hatrı sayılır kabul edilebileceği Suriye'yi sarmış durumda.
Ancak bu baharda hepimizin bildiği, içimizi ferahlatan meltemlerden, hatta Kuzey Afrika'nın alışık olduğu Büyük Sahra kökenli Sirokko yada Hamsin rüzgarlarından behsedemeyecek gibiyiz malesef.
Bu bahar, Kuzey Afrika'ya ve Ortadoğu'ya rüzgar batıdan, en batıdan biraz da kuzeyden esecek büyük ihtimalle. Tunus, Mısır ardından Bahreyn, Yemen, 40 yıldır Kaddafi yönetimindeki Libya derken, ''Arap Baharı'' kısa sürede ne sultan bıraktı ne diktatör. ''Operasyonun'' şimdiki ayağı olan Suriye'de ise Esad yönetimi, genel af çıkarmak gibi taktiksel yöntemlere baş vursa da, 29 Mart'ta Şam'da düzenlenen ve on binlerce kişinin desteklediği gösteriden güç almaya çalışsa da, sona yaklaşmış gibi görünüyor.
Tüm bu olanları, sadece özgürlük ve adalet isteminin domino taşı etkisi göstermesi ve farklı coğrafyalara sıçraması şeklinde yorumlamak, arkasında, yanında yöresinde birşeyler aramamak yanlış olurdu. Ki bu nedenle, en başından beri konuya temkinli yaklaştığımı, buruk bir şekilde izlediğimi itiraf etmeliyim. Bu konuda kendimi fazla septik olmakla yargıladığım zamanlar da olmadı değil. ''Şaşı bak-resmi gör'' yada ''gözlerini birkaç saniye resme odakla, asıl figürü gör'' gibisinden üç boyutlu resimler vardır ya...
Şimdi, Ortadoğu'daki genel tabloya bakınca, ilk başta bir karmaşa yaşıyor insan açıkçası. Ama bir süre sonra, yani arka plandaki resim netleştikçe, gördüğüne-göreceğine pişman oluyor malesef. Suriye meselesine girmeden, kısa bir süre önce izlediğim bir tv programından bahsetmek istiyorum. Yanlış hatırlamıyorsam 2 ay önceydi. Libya'daki son durumu anlatan, haber-belgesel karışımı bir programdı. Başını kaçırdığım için yalnızca izlediğim kadarından bahsedebileceğim. Temel hatlarıyla programda, gelişmelerin Libya halkı için ne ifade ettiği, nelerin değiştiği anlatılmaya çalışılıyordu. Haberi yapan kişi şehri dolaşıyor, çatışmalardan kalan yanık-yıkık binaları gösteriyor, olaylarla ilgili yorumlar yapıp durumu özetliyor kendince vs...
Sonra insanların yeniden normal hayatlarına dönüşü ile ilgili, yeni hayatları ile ilgili bilgiler veriyor ve bu yeni hayatın içinde anladığım kadarı ile çok önemli bir yere sahip olan kafeleri, parkları, bahçeleri gezerek, Libya gençliğinin eskiden mahrum oldukları fakat şimdi edindikleri ''serbest dolaşım hakkının'' yarattığı mutluluğu yansıtmaya çalışıyor. Sebest dolaşım hakkı diyorum çünkü, röpörtaj yaptığı insanların büyük bir kısmı bu ve buna benzer kazanımlarından oldukça fazla dem vuruyorlar. Haberci, bir ağacın altında, çimlerin üzerinde oturan gence mikrofon uzattığında, jöleli saçlı, baskılı tişörtlü, elinde gitarı olan genç; ''istediğim gibi müzik yapabilirim, istediğim yerde sahneye çıkabilirim artık'' diyordu mesela...
Tıka basa dolup taşan kafelerde gençler, bunu yapabilmenin onlar için ne kadar mutluluk verici olduğundan bahsediyorlardı habire. Yanlızca küçük bir kesim, durum değerlendirmesi yaparken, hedefleri ile ulaştıkları noktanın birbiri ile bağdaşmadığını, hatta kontrollerinden çıkan gelişmeler nedeni ile duydukları kaygıları anlatıyorlar.
Daha fazla özgürlük ve adalet istemlerinin, ''büyük adamların büyük oyunlarına'' alet olduğundan ve bünyeyi enfeksiyona açık hale getirmiş olmasından yakınıyorlar. İnsana ne düşüneceğini şaşırtan bir tablo anlayacağınız. En basit insani talepleri nedeniyle ölüp giden onca insan ve ödenen bedeller bir tarafta duruyor, diğer tarafta ise bu özgürlüğün faturasını kesmiş hep egemen, her zaman egemen ''abiler'' duruyor.
Neredeyse bir inşaat şantiyesi haline gelmiş, ekonomik alt yapısı kapitalist, siyasal üst yapı anlamında sosyalist ülkelerle ilişki ağları oluşturmuş, bağlantılar kurmuş bir ülke olan Libya'nın vatandaşının, rahat gezmek, kafesinde oturup çayını içmek, şarkı söylemek gibi kazanımlarını, neyin meyveleri olarak değerlendireceğimi bilemedim doğrusu.
Bu bir toplumsal devrim değil, en basitinden üretim ilişkilerine baktığımızda kapitalizmin biraz daha içine gömülecekleri ortada. Siyasal devrim de değil. Peki ne işe yaradı - yada yarayacak - yıllarca biriken bu patlayıcı enerji?
Göründüğü kadarı ile şu işe yaradı; Diktatör gitti yani iktidar değişti, ulusal yapıları biraz örselendi ve global kapitalizmin parametrelerine daha uygun bir forma sokuldu, siyasal üst yapı değiştiği için iç çelişkiler yontulup ''gerçek'' kapitalist olma yolunda yürümeye başlandı...
Kontrolsüz güç, güç değildir derler, o misal, örgütlenmemiş toplumsal hareketler de, her halükarda tarihte yerini alırlar, ama gerçek bir dönüşümün dinamiği olamaması sonucunda, en azından belli bir dönem, ciddi bir pasifleşmeye neden olup, bir anlamda biriken enerjiyi boşaltmakla kalırlar. Hele ki bu son örneklerinde de gördüğümüz gibi, haklar-talepler ekseninde halk kitlelerinin samimiyetinin sorgulanamayacağı ancak, bir yol haritasına da sahip olamadıklarının kabak gibi ortada olduğu durumlarda.
Aynı şekilde Suriye ile ilgili gelişmeler de oldukça karışık açıkçası. Konunun muhattapları olan, ABD başta olmak üzere, Türkiye, Arap Birliği ülkeleri, İsrail... bir takım -uydurma- insani nedenlerle, Suriye'ye müdehale edeceklerinden, adalet servis edeceklerinden bahsediyorlar. Başını NATO'nun çektiği bu iş birliğinde, Esad'ın diktatörlüğünün sonlandırılmasını isteyanlerden, yarısı hali hazırda diktatörlükle yönetilen, çoğu global kapitalizmin süzme temsilcileri. Hangisi bu ''amme hizmeti'' konusunda daha gönüllü, seçemiyorum doğrusu. Tabi bu arada Fransa'nın desteğinden, tüm Ortadoğu'yu saracağı kesin görünen bu yangını körükleyen diğer Avrupa ülkelerinden bahsetmiyorum bile. Çok kullandığımız bir ifadeyle ''vahşi kapitalizm'', Latin Amerika ülkeleri, Afganistan, Irak derken şimdi gözüne tüm Ortadoğuyu kestirmiş durumda.
Bölgenin genel dokusunun, global ekonomik parametrelere uygun şekilde, yeniden dizayn edilmesi gerektiğini düşünen büyük emperyalist güçler esas rolde, Türkiye gibi, Suudi gibi alt emperyalist ülkeler de figüran rolünde. Bu gün Suriye'de, gerçekten özgürlük talebi nedeniyle sokaklara dökülen halk ile, büyük oranda Suudi destekli İslamcı örgütler iç içe geçmiş durumda. Dört bir taraftan finansal yardım yağıyor. Sınırlardan habire silah sokuluyor. Bir çok ülke isyancılara açıktan destek açıklamaları yapıyor. Kendi ülkesindeki karışıklıkları asker gücüyle bastıran Ürdün Kralı bir taraftan, operasyonlarla ortalıkta Kürt siyasetçi bırakmayan, toplayıp cezaevine tıkıştıran Türkiye diğer taraftan Esad'a yönetimi bırak çağrısı yapıyor. Bak sen şu işe!
Bir askeri operasyon gündeme gelse diye herkes apartta bekliyor. NATO-ABD idaresindeki bir askeri müdehale nereye demokrasi getirmiş de Suriye'ye getirecek? Bilmiyorum artık!
Suriye'de yaşanan bu sallantının Filistin, Lübnan, İran gibi ülkeri yanlızlaştıracağı, bu rüzgarların başta İran'ı savuracağı açık. Kısa bir süre önce İsrail'e zart-zurt edip, ''sözde'' ABD ile arasına bir mesafe koyan Türkiye, şimdi ''büyük'' emperyalist abilerinin yanında, yine kendi zeminini sağlamlaştırma derdine düştü. Tüm bu olanların altında, hatta İran'a attığı çalımda, en büyük hayalinin, neo-osmanlıcı esintilerin ne kadar etkisi var, onu da allah bilir. Zira Tayyip Erdoğan hazretleri Suriye'deki durumla ile ilgili yorum yaparken, ''bu bizim dış meselemiz değil, iç meselemizdir'' diyecek kadar kendini kaptırmış bu hayale. Hala, ne Balkanlar ne de Ortadoğu çıkmıyor rüyalarından anlaşılan. Neyse, Osmanlı meselesine yaklaştığıma göre, konudan epeyice uzaklaştım demektir. Belki başka bir yazımda... Zira asıl gelmek istediğim nokta çok başka...
"Hayatı belirleyen bilinç değil, bilinci belirleyen hayattır..."
Hani evrene dair dialektik devinim sürecini anlatmak istediğimizde, yaşam ve ölüm arasındaki zıtlıktan yola çıkarak, aslında insan bedeninde her an ölen ve yine her an doğan hücrelerden dem vururuz, bu şekilde aslında toplumsal yaşamın ve evrenin, zıt kutupların birliği ve mücadelesi temelinde biçimlenip dönüştüğünü ifade etmeye çalışırız. Tarihi oluşum da dialektik bir süreçtir. Her şey varolur, değişir ve yok olur. Bu dialektik devinim, tarihi oluşturur. Tarihsel gelişme basit bir niceliksel gelişme değil, nicelik ile niteliğin gelişmekteki süreklilik ile kesikliğin bir ürünüdür. Yani dialektiğin doğası gereği, gerçek olana ulaşmanın nesnel nedenleri her yok oluşta biraz daha şekillenir.
Bu noktadan baktığımızda, Ortadoğu'daki son gelişmeler ve dolayısıyla Suriye'nin içinde bulunduğu durumu salt, emperyalist güçlerin planları dahilinde gerçekleşen, bir kumanda aracılığı ile başlatılan olaylar olarak görmek elbette ki doğru bir yaklaşım olmaz. Bu, binlerce yıllık medeniyetleri barındıran bir bölgeye yaklaşımımız bakımından da, toplumsal olayları değerlendirme sistemimiz açısından da sakatlık doğuracaktır. Sakatlık olmasa da eksik kalacağı muhakkak.
Tarih boyunca hiçbir toplumsal ayaklanma nesnel bir alt yapıya sahip olmadan ortaya çıkmaz ve toplumsal olaylar, toplumsal dinamiklerin birbirini tetiklemesi ile oluşur. Ortadoğu'da da aynı şekilde, yarım asırlara varan diktatörlükler, yaygın bir toplumsal patlama etkisi yaratması açısından önemli bir dinamiktir.
Ancak genelinin soğuk savaş döneminde ve yine çoğunun kendi dinamiklerinin yanında, dış dinamikler ile son şeklini aldığını bildiğimiz yönetimler, yani Suriye, Irak, Libya gibi ülkeler, herzaman dış etkenlere karşı fazlası ile duyarlı toraklar olmuşlardır. Soğuk savaş dönemlerinden itibaren, bazen ''yeşil sosyalist'' bazen de ''kapitalizmin dışında kalan, (en azından) bir adım gerisinde kalan ülkeler'' olarak tanımlanmalarının yanında, Osmanlının hakimiyetinden kurtuldukları zamanlarda da, emperyalist ülkelerin etki alanına girmekten kurtulamamışlardır mesela. Şimdi ise son gelişmeleri toplumsal anlamda bir ileri adım olarak değerlendirirken, global faktörleri ve bunların toplumsal hareketlerin dokusuna olan etkilerini gözden kaçırmamak sanırım doğru olur.
''Uyuma numarası yapan bir insanı uyandıramazsın...''
Bu ''bahar esintileri'' içinden, bizi yani Çerkes Halkı'nı ilgilendiren bir durum çıktı ortaya ki o da, Suriye'de, ateşin ortasında kalan soydaşlarımızla ilgili.
Önce, bu Suriye meselesi ilk ortaya çıktığında aklımdan geçenleri anlatmak istiyorum. Çok eski bir tarihte okuduğum ama nerede okuduğumu şimdi hatırlayamadığım bir yazı kalmış aklımda. Yazıda, kaba taslak-hatırladığım kadarı ile, Hitler'in (şu bildiğimiz Hitler'in) aslında bir proje olduğu, İsrail devletini kurabilmek amacı ile bilinçli yaratıldığı, her şeyin önceden kurgulandığı falan anlatılıyordu. Hatta bu kurgunun yönetiminde, yine bizzat Amerika'daki Yahudi'lerin olduğunu söylüyordu anlatan kişi. Şimdi kimse yanlış anlamasın, ne alakası var da demesin. Olanları onayladığım yada bu yazınlanlar doğrudur demek için anlatmadım bunu.
Ama Suriye'deki Çerkes'lerin durumu gündemimize düştüğü andan itibaren, öyle enteresan yaklaşımlar oldu ki, biz gerçekten bir gün anavatan özlemimizi giderebilecekcek miyiz - insanlar gerçekten bunu istiyor mu? noktasında, inanın şüpheye düştüm.
Ulusal bilincin zihinlerde yeterli oranda yer etmesi için, ne olması lazım? sorusunu derinleştirdi içimde. Alımdan geçenlere tekrar dönecek olursam; İster bu günkü Ortadoğu'ya şeklini vermek amacıyla, planlı programlı bir proje olsun, isterse gerçekten bir İsrail ülkesinin kurulmasına -bir anlamda - vesile olan doğal bir süreç olsun, konunun çok derinlerine girmeden filmin son karesine geldiğimizde, yaşanan vahşet Yahudi halkı adına pozitif sonuçlar doğurmuş mu? Doğurmuş!
( Belirtmeden geçemeyeceğim; Bu bir komplo teorisinden ibaret olsa da, emin olduğumuz iki şey var, Yahudi burjuvazisinin bile - hiç olmazsa - yaşananlara göz yumduğu gerçeği ve yine İngiltere başta olmak üzere, Arap toprakları üzerinde planlar yapan kapitalizm.)
Günümüzde bu tip olaylarla karşılaşmamız pek olası değil. Artık bir halkı, bir etnik yapıyı topyekün ve açıktan sabun yapan sistemler yok. Şimdilerde herşey daha kuralına uygun ve daha sistematik ilerliyor. Buna hizmet edecek enstrümanlar çok daha çeşitli ve çok daha ileri düzeyde dizayn edilmiş durumda. Öyle ki; sürgün-soykırım kurbanı bir halk olmamızın ve bu bağlamda psikolojik alt yapımızdaki tahribatların, yaşadığımız ülkelerdeki egemen ulusun gizli-sistematik asimilasyon politikalarının da ötesinde; enformasyon çağı, post-modernizm yada yeni-çağ, adına her ne dersek diyelim, içinde bulunduğumuz zaman, habere ve bilgiye boğulmuş beyinlerimizi, duyduğu yada gördüğü hiç bir şeyi özümseyemeden, geriye dönük bağlantılar kuramadan, bir yenisi ile karşı karşıya bırakan türden bir zaman.
Bu ''yeni-çağ'a'' uygun bir şekilde, tıpkı herşeyde olduğu gibi, bilgileri de hemencecik tüketiyor ve yenisi alıyoruz. Enformasyon, kıyaslama ve muhakeme fırsatı tanımadan yeni bir bilgi sunuyor önümüze. Zamanla da, tarihi yavaş yavaş zihnlerinden silinen edilgen yapılar olarak, yönetilmeye de, manipüle edilmeye de fazlasıyla açık hale geliyoruz.
''Tarih bilinci az olan yada hiç olmayan bir toplumu yönetmek kolaydır. Böyle bir toplum eleştirici değildir ve kurulu düzenden kolayca memnuniyet duyar...''
Yani kısacası; Kimse bizi bu saatten sonra sabun yapmayacağına göre, içinde bulunduğumuz çağ da, bize hizmet edecek bir çağ olmadığına göre, önümüzde çok fazla bir seçenek kalmıyor sanki. Şimdi Suriye meselesinde, genel anlamda çok doğru bir tavır sergileyemedik sanki. İlk andan itibaren duymazdan-görmezden gelenler de oldu, önemsemeyenler yada önemseyenleri önemsemeyenler de. Olaya istatistiki veriler ışığında yaklaşıp, Suriye'deki Çerkes nüfusuna oranla, anavatana dönmek için başvuru yapanların çok az olduğunu düşünenler vardı mesela. Niye bu kadar sayılarla ilgiliyiz, niye herşeyi nicel kalabalıklara endeksliyoruz? bilmiyorum. Yada gerçekten dönmek isteyip - istemeyeceklerine, olaylardan ne kadar etkilenebileceklerine dair, oturduğu yerden tahminler yürütenler oldu. Sanki dönmek isteyen ve resmi başvurusunu yapan ''O'' 150 Çerkes, numaracıktan başvurmuşlardı, rol yapıyorlardı ve geneli yansıtmamalıydı. Burada kişi sayısından bağımsız, öncelikli olarak önemsememiz gereken bir şey var oysa ki!
Hadi kimlik bilincini, aynı halka mensup olmanın verdiği-vermesi gereken duygusal yaklaşımları, Çerkesya idealini, anavatan özlemini, uluslaşma projelerimizi, vatanımızı tekrar inşaa etme hayallerimizi, hepsini geçtim, insani bir durum var. Almanya'dan Amerika'ya giden bir uçak düştüğünde, Türkiye'nin ulusal medyası, ilk olarak uçakta bir Türk olup olmadığını araştırır. Uçağın düşmesinin haber değeri vardır, ama uçakta bir Türk'ün de olması, haberi daha önemli kılar. Halk da daha çok ilgilenir. Varsayalım bir uçak düşmüş, içinde de sayısı belli olmayan bir grup Çerkes var. Diyorum ya, bütün diğer faktörlerden uzaklaşsam da; insanın bununla ilgilenmemesi, bir şeyler yapmasını geçtim, yapanlara pozitif yaklaşmaması akla uygun bir durum değil açıkçası. Alakasız gibi görünen uzun girizgahımda da söylemek istediğim gibi, çok fazla seçenek yok önümüzde. Belli bir farkındalığa sahip değilsek, yaşam bizi (Çerkes halkını) bu noktaya getirmişse, yani ulusal reflekslerimiz işlemiyorsa, bunu canlandıracak her fırsatı değerlendirmek zorundayız.
Yani bir anlamda yaşam suyumuzu kendimiz kendimize vereceğiz. Kendi kendimizi dirilteceğiz. Bunu yaparken de, açık olacağız, dürüst olacağız, uyuyor numarası yapmayacağız.
Ki, kimlerle ''yola devam'' diyebileceğini kestirebilsin insanlar. Bu kadarı bile yeter.
" Hayattaki en zor sey karanlık bir odada bir kara kediyi yakalamaktır. Özellikle odada kara kedi yoksa! "
Okuduğum bir yoruma da değinmeden geçemeyeceğim. ( Çünkü yorumu okuduktan sonra bu yazıyı yazmaya karar verdim.)
Bir zat-ı şahaneleri demiş ki; ''Suni gündem yaratarak Suriye'de yaşayan Çerkeslerin rahatını bozuyorsunuz....''
Ben de hazır elimde fırsat varken köşemden ona diyorum ki;
Varsayalım gerçekten böyle bir durum var ve gerçekten suni bir gündem yaratılıyor. Bunu yaparak neye, hangi gizli ve sinsi plana hizmet ediliyor olabilir, acaba hiç düşündü mü? Düşünmediyse, düşünsün!
Çünkü, ben rahatıma bakmak istiyorum, vatan-millet işleri bana uymaz demekle, kafalara alakasız soru işaretleri yerleştirmek arasında kalın bir çizgi var .
Kara kedi falan yok değerli yorumcu, sadece ve sadece yemyeşil bir Çerkesya var, emin olabilirsin....
Tüm Çerkesya dostlarına selamlarımla...