25 Ocak 2011 Salı Saat 22:26
“Modern burjuva toplumu, böylesine kudretli üretim ve mübadele araçlarının bir araya getirmiş olan bu toplum, yer altı güçlerini kontrol edemez bir büyücüye benziyor” ( K. Marx )
Bin sekizyüzlü yılların son çeyreğinde tüm insanlık tarihsel bir dönemece girdi. Aslında bu tarihi üç yüz yıl öncesine götürmek de mümkün. Reform ve Rönesans hareketlerinin ardından gelen Aydınlanma Çağ'ı, sanayi devrimi ve sanayi toplumunun oluşmasıyla birlikte üretim ilişkilerindeki köklü altüst oluşlar, bildik tüm yapıları yerinden sarsan, derin ve köklü değişimin yapı taşları oldu.
Önceki zamanlarla nitelik olarak da nicelik olarak da farklılıklar gösteren bu yeni dönem ile, siyasi ve toplumsal yapı, kültür-sanat anlayışı, ekonomik düzlemdeki değişim ve genişlemeye paralel olarak değişti. Neredeyse üç yüz yıllık bu sürecin belirgin çizgilerle ayrılacak dönemi, Kapitalist ekonomin evrensel boyutlarda gelişmesi, diğer taraftan da sınıflı toplumsal yapılanmanın iyice yerleşmesi ile başlıyor.
Feodalizmin yüzlerce yıllık egemenliğinden sonra bilgiyi ve bilimi vurgulayan ''aydınlanma'' felsefesinden kaynağını alan modernizm, ekonomik ilişkilerden, toplumsal düzene, kültüre kadar her noktada kendine özgü bir model oluşturuyor. Klasik kapitalizm ilerleme, insanileşme, akla olan güven, aydınlanma düşüncesinin oluşturduğu zeminde kök saldı, diğer yandan kendi iç çelişkileri ile beraber bu gün, çürümeyi ve yozlaşmayı akıl almaz boyutlara ulaştırdı. Tıpkı kapitalizmin olanaklı kıldığı üretim artışının, bir noktadan sonra, bizzat kapitalizme karşı dönmesi ve iktisadi bunalımlar duvarına çarpması gibi.
Kapitalist toplumda iki temel sınıf ve bu sınıfların birbirleriyle sürdürdükleri temel bir mücadele vardır. Emek ve sermaye arasında arasındaki bu sınıf mücadelesi uzlaşmaz karşıtların mücadelesidir. Bu mücadele yaşamın her alanını kapsar; siyasal, ekonomik, demokratik, kültürel vb. her düzeyde sürer. Çünkü insanların düşüncelerini belirleyen maddi hayatın üretim koşullarıdır.
Ekonomik alt yapı, siyasal-toplumsal üst yapı kurumlarının şekillenmesinde belirleyici rol oynar. Sonuçta her düzen kendi toplumsal ilişkiler düzeyine uygun bir insan tipi ortaya çıkarır.
Kapitalist sistemle de bu gelişime hizmet edecek birey anlayışı etkinlik kazandı. Kapitalizmin aklı her şeyin üstünde tutan girişimci bireyi onun yeni insanı oldu.
Özellikle ikinci paylaşım savaşından sonra, soğuk savaş, psikolojik savaş girişimleri ve faaliyetleri, kapitalist yeni-kolonicilik anlayışı, enformasyon devrimi diye de tanımlanabilecek gelişmeler, bilimsel-teknik ilerlemeler ekonomik-politik boyutlarda olduğu kadar toplumsal ve sosyal boyutlarda da modern toplumdan daha karmaşık bir toplum yarattı.
Teknolojinin getirdiği yoğun üretim artışı, hızla her şeyi tüketip bitiren, yerine yenisini kısa sürede ikame eden, ama bir türlü tatmin olmayan bir doyumsuzluk hali, geri dönüşümsüz bir tüketim canavarına doğru sürükledi insanı. Tarım toplumu ve sanayi devrimi sonrası toplumdan farklı olarak yaşamımıza yerleşen teknoloji, bilgi dâhil, her konuda tüketimi hızlandırırken, bilgisayar gibi mikro-elektronik ürünler, gelişen iletişim araçları, tüm kültürleri birbirine yaklaştırdı.
Dünyada her gün bir şeyler değişiyor, dönüşüyor. Olaylar çok hızlı gelişiyor ve iletişim araçlarıyla çok çabuk yayılıyor. İletişim teknolojisindeki baş döndürücü gelişmeler, giderek dünyayı evrensel bir bütüne doğru sürükleyip küçülttü. Gelişmiş teknolojik donanımlarıyla, zihinleri maniple etmekte oldukça usta olan bu ürünler sayesinde, büyük bir enformasyon bombardımanına tutulan insan, bilgi karmaşası arasında, gerçek bilgiye ulaşmakta zorlanır oldu.
Bu küresel asimilasyon sürecinde dünyayı doğru okumak, zamanı ve durumu iyi tahlil etmek ve küresel kapitalizmin sunduğu yaşama biçimini iyi kavramak gerekiyor. Çünkü küresel kapitalizm, kendisi açısından olumsuz olan bir durumu, tüm insanlık kültürünü tahrip edip köksüz ve ruhsuz hale getirerek çözmek istemektedir. Zira klasik kapitalizmden farklı olarak, küresel kapitalizm, pazar aramanın yanında, insanları ve ülkeleri zorla ve zihinsel oyunlarla pazar haline getirmektedir.
Oluşan kültür endüstrisi ile insanlar ‘’kitle kültürü’’nün herhangi bir enstrümanı olmaktan öteye geçemez oldu. Bilginin anında paylaşıldığı kitle iletişim araçları ile hızla yayılan kitle kültürü, insanın özgünlüğünü yok ederken, daha kolay yönlendirilir bir hale de getirdi. Küresel kapitalizm çağında bireylerin, kendi toplumsal-kültürel ortamlarının bilinçli bir mensubu olmaları değil, yığının bir parçası olmaları istenmektedir. Bu da insanın kendine özgülüğünü tüketmektedir. Bu dönemi, modernizmin ileri evresi veya tamamen kopuk yeni bir dönem olarak, iki farklı şekilde yorumlayabiliriz.
Tüm dünyada ortaya çıkan ekonomik sorunlar ve bir anlamda ağırlaştırılmış kapitalizm, hem bireysel hem de toplumsal bunalımlara neden olurken, küresel köy haline gelen dünyanın kendine özgü insanı, alabildiğince apolitik, normsuz ve kendine bile yabancı bir noktaya sürüklenmektedir. Sonuçta insanların yaşam biçimini belirleyen bilinçleri değildir, ama onların bilincini belirleyen sosyal yaşam biçimleridir.
Her gün kendini yeni bir duruma uyum sağlamak zorunda bulan insan, köksüzleşip ve sentetik bir hal almaktadır. Bu dönemin en belirgin özelliklerinden olan ''depolitizasyon'' politikası, vahşi kapitalizmin sadece ekonomik ve politik krizlerle değil, insanın psişik yapısıyla da oynayarak başarıyı hedeflediğinin tipik bir göstergesi.
Politikadan uzaklaştırılan insan, aslında “politikasızlık” politikasının en ateşli savunucusu olduğunun farkına bile varmıyor. Hangi ekonomik sınıf ya da toplumsal grubun içinde olursa olsun, insanın her tutumu, her davranışı politik bir duruşun ürünüdür. “Apolitik” tutum da bu dönemin tipik politik tavrıdır aslında. Politikadan uzak durarak “zararsız” görüntü çizmeye çalışmak, hem sürecin bir dişlisi olup, hem de geleceğini bilinmezliğe teslim etmek anlamına geliyor.
Bu gün toplumsal düzenin ve kurumlarının değişmez, eleştirilmez olduğu dikte edilen insana, uyum sağladığı oranda “demokrasiden” pay veriliyor. Sorgulamadan ve neredeyse düşünmeden uyum aşılanıyor insanlara.
En temel demokratik haklar konusunda bile çekimser tavırlar sergilemek, bu güdük demokrasiye razı gelmek ve bu değirmene su taşımak anlamına geliyor. Sivil toplum kuruluşları gibi, talep ve tepkileri ehlileştiren, kontrol altına alan yapılar, yine bu dönemin tipik oluşumları. Gerek sınıfsal gerekse kimlik eksenli muhalefetin rengini kırmızıdan sarıya doğru kaydıran ve bir çember dâhilinde kontrol altına alan bu kuruluşlar, demokratik toplumun birer öğesi olmaktan çok, oyalama mekanizması görevi üstleniyor. Özellikle gelişmiş toplumlarda bu kuruluşlar devlete kontrol rahatlığı sağlıyor.
“Eğer hiç bir şey yapmasanız devlet için problem teşkil etmezsiniz, ancak yapacak olursanız ve bundan sistemin haberi olmazsa, bu onun için büyük bir sorun teşkil eder!”
Kapitalizmin henüz yeni yeni ortaya çıktığı süreçlerde, egemen feodal güçlerin mutlak egemenliği karşısında burjuva muhalefeti, kendini “sivil toplum” başlığı altında, devletten bağımsız örgütlenmeler biçiminde ifade ediyordu. Fakat bu dönemde bile “sivil toplumun” burjuva niteliği ve devletle ilişkisi rahatlıkla görülebiliyordu. Mesela devletle doğrudan bir bağlantısı olmayan yapılar, loncalar, kapitalizmin gelişiminin önünde bir engel oldukları için sivil toplum çatısının altına dâhil edilmiyordu.
Yine de kapitalizmin ilk evrelerinde, sivil toplum olumlu bir duruşa sahipti. Burjuvazinin egemenliğini sağlamasıyla sivil toplum da bu tarihsel “ilericilik” niteliğini geride bıraktı. Bu gün, kapitalist üretim ilişkilerinin içerisinde, toplumsal bütünlüğün bir parçası durumunda sadece.
Kimlik sorunu eksenli kuruluşların, örneğin bizim temsil kurumlarımızın, demokratik talepleri merkezine almayıp, kültür- sanat ağırlıklı yapı haline gelmesi, yine bu döngünün sonuçlarından biri. Özellikle 60’lardan sonra ortaya çıkan, 80’lerin başında ise alevlenen bu yeni dönem, yani “ileri” kapitalizm evresi her anlamda daha karmaşık ve anlaşılmaz olduğu gibi, asimilasyon konusunda da bilindik yöntemlerden farklı, daha gizli yöntemler uyguluyor artık. "Siyasal zor" dışında başka güçler kullanarak ve buna uygun araçlar üreterek.
“Ulusal bağımsızlık” veya herhangi bir bağımsızlık mücadelesinin, kısaca sosyal adaletin yerini, kitlelerin ve bireylerin küresel pazara entegrasyonu, tüketim ruhunun tatmininin aldığı şu dönemde, “siyasal zor” da yerini kültürel entegrasyon masalına bırakmış durumda. Dünya vatandaşlığı, globalleşme nakaratları ile zaten kendine yabancılaşan insanı diğer tüm değerlerinden, özellikle de kimliğinden koparmak, bu dönemin gerçeklerinden. (Gerçi bu konudaki başarısı, son yıllardaki azınlıkların bağımsızlık savaşları paralelinde tartışılır durumda.)
Aslında içinde yaşadığımız dönemi özetleyen cümle şu olabilir;
''Araçlar ve teknikler değişebilir ama kapitalist sanayi toplumlarının ağır basan hedefleri ve amaçları aynıdır.''
Sonuçta modernleşme, globalleşme ya da ileri kapitalizm; adına ne dersek diyelim bunun karşılığı kapitalist sermaye ve bu sermayenin sürekliliği gerçeğine çıkıyor sadece.
Kapitalizmin, aklın egemenliğini, eşitliği, özgürlüğü vadeden yüzü, sanayi sonrasının ilk dönemlerinden itibaren, karanlık yüzünün gölgesinde kaldı.
Tüm insanlık adına farklı tuzakları barındıran bu sistemi doğru tahlil etmek, ona göre tavır geliştirmek gerekiyor. İnsan aklı bu kaostan sıyrılabilecek zengin kültür birikimine sahip.
Yeter ki hem kendimize hem de yaşadığımız dünyaya rasyonel gözlerle bakmayı bilelim.
Yeter ki, karşı karşıya kaldığımız tehlikenin farkında olalım.