#5 Ekleme Tarihi 30/09/2015 08:13:09
09 Ocak 2011 Pazar Saat 23:55
Yıllar önce, o gün için pek anlam veremediğim, şimdi düşününce beni gülümseten küçük bir anım var. Üniversite yıllarıydı, olay da üniversitenin kantininde yaşanmıştı.
Dört beş arkadaşımla beraber bir masada oturup sohbet ettiğimiz sıradan bir gündü. Sohbetimiz de sıradandı. Her gün görünce birbirini heyecanlı konuşmaların oranı da düşüyor ister istemez. Bir taraftan da ders saatini bekliyorduk. Daha doğrusu ben bekliyordum, arkadaşlarım ise derse girmeme konusunda beni ikna etmeye çalışıyorlardı.
Biz bu derin konu üzerine mütalaada bulunurken, üst sınıflardan, oldukça kıdemli öğrenci bir abimiz geldi yanımıza, o güne kadar hiç görmediğim biriyle beraber. Hiç görmemiş olmamın normal olduğunu, bizim okuldan olmadığını öğrenince anladım. Kıdemli abimiz ve yanındaki arkadaş arka masadan birer sandalye çekip oturdular masamıza. Önce kendi aramızda klasik ritüellerimizi yerine getirip karşılıklı halimizi hatırımızı sorduk, sonra da yeni arkadaşımız bize taktim edildi, çok kıdemli abimiz tarafından.
O da tek tek elimizi sıkıp tanışma faslına geçti. Sıra bana geldiğinde okulun demirbaşı olan abimiz araya girip, „Çerkes'tir Sinef de“ dedi omuzuma hafifçe dokunarak. „Sinef de“ vurgusunu her Çerkes'in yapacağı gibi atlamadım tabi ben de. Oturduğum yerden doğrulup daha bir sıkı sarıldım eline ve „Çerkes’misin?“, „nerelisin?“, „kimsin?“ gibi sorulara başladım hemen.
Olmadık yerde insan karşısında hemşehrisini görünce nasıl bir ruh haline bürünüyor, anlatmama gerek yok sanırım. Köyümüzün-kasabamızın korunaklı hallerinden sonra şehirlerdeki karmaşık yaşam, insanın biraz sudan çıkmış balık edasıyla dolaşmasına neden oluyor.
Ben çocukluğumun önemli bir kısmını büyük bir şehirde geçirmiş olmama rağmen kurtulamadım bu şaşkınlıktan. Zamanla ya da bilinçle geçecek gibi de değil.
Ruhuma sinsi sinsi hükmeden ait olamama duygusu, yaşam genişleyip cepheler çoğaldıkça iyice gizlenmek zorunda kalsa da varlığını hissettiriyor bir şekilde. Daha çok insanla daha çok ortak payda oluşturuyorsun ama yabancılaştığın alanlar da çoğalıyor. Bu yüzden herhalde kendinden birini görmek insanı sevindirmeye yetiyor.
Ben de bu coşkuyla soruları sıralayıp ortak noktalara doğru iteklemeye çalıştım tanışmamızı. „Abhaz'ım, Düzce'liyim“ demişti arkadaş. Bana sormasını beklemeden kim olduğumu, nereli olduğumu söylemiştim ben de. Çok üstünkörü de olsa, kısa sürede birbirimiz hakkında fikir edinmiş; hatta bir iki ortak tanıdık bile bulmuştuk.
O arada ders saati geçmiş, çeldirilmeye müsait tavrım üzerindeki oyunlar da bitmişti. Masadan uzaklaştığımızı farkedip diğer arkadaşlara katılmamızla ikili diyaloğa dönmemiz çok kısa sürede gerçekleşti. Nedenini hatırlamıyorum, şu cümleyi kurdum bir ara:
„Bakın masada iki Çerkes olduk...”
Cümlenin gerisi çok önemli değil, başı ise o zaman dilimi için olağan gibi. En azından ben öyle sanıyorum. Yalnız Abhaz arkadaşımız için öyle değildi herhalde ki:
„Ben Abhaz'ım, Çerkes değilim'' dedi.
Ne tanıdık ne de sempatikti bu cümle. Hem konuya yabancıydım, hem de ittifak oluşturmaya çalışırken geri püskürtülmüştüm.
“Tamam Abhaz'sın, ben de Abzeh'ım, ama ikimiz de Çerkes'iz işte” demiştim ben de.
“İkisi aynı şey değil, Abhaz'lar Çerkes değildir” diye ısrar etti.
Oset’in de, Karaçay’ın da, Abhaz’ın da Çerkes olduğunu düşündüğüm, çok sıkıştığımda “Çerkes sayılırlar” gibi manasız cümleler kurduğum dönemler. Hadi kendime haksızlık etmeyeyim, aynı ifadeyi değişik ağızlardan mütemadiyen duyduğum dönemler. Kavramlar da, kafalarda karışık. Ve ne büyük haksızlık ! Bir Fransız'dan bahsederken, “İngiliz sayılır kendisi” diyen kaç kişi vardır ki ?
O kafayla, Abhaz’ların Çerkes olmadığı düşüncesi oldukça antipatik geldi tabi. Kendisi de pek donanımlı değildi konuyla ilgili. Anlattıkları ikna olmam için yeterli gelmemişti. Ama tavır keskin ve netti. Sonunda dayanamadım, içten içe oluşan kızgınlığımın önüne geçemedim, konuşmasını bitirmeden ve sanki duruma hakim olan benmişim gibi :
“Saçmalıyor! Öyle şey olur mu hiç! Tabi ki Çerkes'iz ikimizde!“ açıklamasını yaptım diğer arkadaşlara. Sonra da “ikinci saate yetişeyim bari” diyerek ayrıldım masadan.
Kafamın içinde bir süre dönüp durdu söyledikleri. O arkadaşımızı bir daha hiç görmedim ama beni araştırmalara iten kişi olarak kazındı hafızama.
Aradan neredeyse on yıl geçti, daha fazla da olabilir. Bu gün bazı tartışmalara tanık olduğumda ister istemez o günü hatırlıyorum.
Kimilerinin dediği gibi parçalayıp bölmemiş, mikroculuk da yapmamıştım. Tam tersine, hiç düşünmediğim bir konuda gafil avlanmıştım. Hem de fena halde.
Abhaz arkadaşımız kendi gerçeğine uyanmış, kimliğinin peşine düşmüştü bile. Gel seni Çerkes sayalım desem ne fayda o saatten sonra.
Bir çoğumuz için yeni bir gündem gibi dursa da işin özü öyle değil aslında. Sadece yaşadığımız kavram ve kafa karışıklığının çözüldüğü bir süreçteyiz. Bilimsel ve tarihsel veriler, bugünün gündemi ile ilgili hiç de karışık değil ve sürüklendiğimiz yanlışları gün yüzüne çıkaran gerçeklerle dolu.
Zaman tıpkı bir süzgeç gibi eliyor bizi. Olması gereken de herhalde bu. Gerçekten birleşmek için bazen ayrılmak şart olabiliyor. Bulanık zihinlerin ilk yanılgısı da işte bu ayrışmanın gerekliliği karşısında oluşuyor.
Çerkes halkının uluslaşma yolunda ilerlemesini mikroculuk olarak görmek, uluslaşma sorununu geçmişin gündemi olarak nitelendirmek ne durumu ne de zamanı iyi tahlil edememekle ilgili olsa gerek.
Bir ulusal sorunu tarihsel-toplumsal koşullardan soyutlayarak yorumlayamayız. „Ata toprağı“ ifadesi, ne Batı ülkeleri, ne yakın tarihte ayrışmaları yaşamış Doğu Avrupa ülkeleri, ne de bizim için aynı anlamı taşımıyor.
Bir çokları için ölü bir ifade olsa da bizim için Çerkesya ve uluslaşma sorunumuz en birincil ve oldukça da canlı bir sorun. Bizim yurtseverlikten anladığımız da, insanın ata topraklarına olan çok yönlü bağlılığıdır, halk sevgisidir ve daha da önemlisi birlikte yaşadığı diğer halklarla da paylaşarak yeniden üretilebilecek irade birliğidir.
Süreç tamamlandığında ve Çerkesya ata toprağımız olarak bizlere kucak açtığında zaten kendini Çerkes kabul eden, kardeş olan herkesi saracak kadar geniş yürekli olacaktır. Kelime oyunları ile, ideolojik hırslarla, tarihi ve bilimi tırmalayarak zorlama çıkarsamalar yapmak gerçekleri örtmüyor malesef.
Abhazya'nın bağımsızlığı aramıza mesafe koymamız, işlerine karışmamamız gerektiğini anlattı bize. Aynı şekilde Çerkes’lerin uluslaşma yolunda da taş olunmaması gerekiyor artık.
„O mu, Çerkes bu mu Çerkes“ tartışması olamamalı artık. Çerkes’in, ne resmi ideolojilerin bizi sıkıştırmaya çalıştığı „Kafkas“ kimliği gibi genişletilmiş, ama içi boşaltılmış bir anlamı var; ne de mikrocu yaklaşım olarak nitelendirilecek bir tarafı var. Tarih de, bilim de Çerkes isminin kimleri ifade ettiğini, etmesi gerektiğini anlatıyor yeteri kadar. Varsa bir yanlış, düzelt diye de uyarıyor.
Abhaz’lar, Oset’ler Çeçen’ler yollarını çizip yürüdüler. Şimdi sıra Çerkes’lerde. Biz Çerkes Yurtseverleri de yanlışlarımızı düzeltip kendi yolumuzda yürümekteyiz artık.
Yıllar önce Abhaz arkadaşımın suratıma tokat gibi çarpan duruşu, benim de yolumu aydınlatan bir duruştu. Ben de Kafkasya’lıydım, ben de sürgün çocuğuydum; ama kardeş halkımız gibi kendi kimliğimle, Çerkes kimliğimle ulus olmanın yollarını açmalıydım kendime.
Geleceğimiz için uluslaşma yolumuzu tamamlamamız lazım. Bunun için de kısır tartışmalardan kurtulmamız gerekiyor. Çerkes kimdir sorusunun cevabı bellidir. Yıllar önce yaşadığım şu küçücük olay bile bana çok şey anlatmıştır.
Bundan sonra Çerkes adı ile temsil edildiğimiz kurumlarımız olmalıdır. Bu ismin kimi ifade ettiğinden daha önemlidir işlevsel hale gelmesi. Ve Çerkes ismini tartışma ortamından çıkarıp kurumlarımızın ve mücadelemizin başlığı haline getirmemiz gerekiyor artık. Kendi elbisemizi kendimiz dikmeliyiz.
Evet Kafkasya’lıyız. Ama bu Türk'lere Orta Asya’lı demekle eş değerdir sadece. Koordinatları vermemiz gerektiğinde biz de Kafkasya’yı verilebiliriz. Ancak Çerkes halkının vatanı Çerkesya’dır ve bu da coğrafi olarak Kafkasya bölgesindedir.
Onlarca yıl „Kafkas Derneği“ çatısı altında, aynı potada eritilerek, kar zarar hesabı yapmadan oturduk. Abhaz’lar kendi derneklerini kurmaya başladıklarında ve bağımsızlaştıklarında, biz hala neden kendi örgütlenmemizi kurmuyoruz sorusunu bile soramadık.
Hepimizi Kafkas Dernekleri’nin temsil etmesini safiane, korumacı ve birleştirici bir özellikte gördüğümüz için mi sesimizi çıkarmadık? Şimdi „Çerkes“ için de bu kadar geniş bir yelpaze oluşturmak, oluşturmaya çalışmak, kafaları bulandırmak çok mu „iyi niyetli“ ve birleştirici görünüyor acaba?
Ben şahsen niyet iyi gibi de görünse kimin niyeti olduğu ile de ilgileniyorum.
Bir laf var: „İyi niyet, cahil kişinin kötülüğe doğru uzanan köprüsünün hammaddesidir“ diye. Birilerinin kötülüğe doğru uzanabilecek kıvamdaki „iyi niyet“ini de sorgulamak lazım herhalde biraz.
Politikleşmemiz, kültür derneklerini bir kaç adım yukarı taşımamız, özellikle diaspora yurtseverleri olarak uluslaşma sorununun bir demokrasi sorunu olduğunu unutmadan, her koşulda ve her yerde demokratik olandan yana tavır koymamız lehimize olacaktır.
Yol haritamız değerli büyüklerimiz ve aydınlarımız tarafından çizilmiş ve anlaşılmıştır. Biz genç yurtseverlere düşen bu yolda birer yol işçisi gibi çalışmaktır.
Ne kadar olduğumuza bakmadan aktif bir şekilde bulduğumuz her alanda kendimizi ifade etmeli ve Çerkes kimliğimizle ortaya çıkmalıyız. Herkes aynı bilince ulaşsın da ondan sonra tavrımızı ortaya koyarız gibi bir anlayışı mantıksız buluyorum. Bu yola beş kişi çıkarsın bir süre sonra bir bakmışsın bin kişi olmuşsun. Hele bir bekleyelim de bin kişi olalım, sonra netleşir, ilkelerimizi oluştururuz gibi bir örgütlenme biçimi ben bilmiyorum.
Herkesin aydın, teorisyen olmak gibi bir misyonu olmadığı gibi, herkesi eş zamanda da aynı bilince çıkaramayız. Ama biz doğru söylemlerle yola çıktıysak, bu yolda bize katılan da çok olacaktır zaten.
Gelecek güzel günlerde, Çerkesya'da güneşi karşılamak ümidiyle...